Tuğgenerale Risale-i Nur'u mahkemede anlattım
İnternetteki videoları büyük ilgi gören Çantacı Necmi Risale-i Nur'la buluşmasını Risale Haber'e anlattı
Röportaj: Nurettin Huyut-Risale Haber
Özellikle internetteki videoları büyük ilgi gören Necmettin İlgen (Çantacı Necmi) Risale-i Nur'la buluşmasını Risale Haber'e anlattı
BEN ŞİMDİ BU KAPIDAN GİRECEĞİM AMA SEN HEMEN GİRME
Sizi tanıyabilir miyiz?
Asıl ismim Necmettin İlgen’dir ama bana Necmi diyorlar. 1937’de İzmir’in Urla ilçesinde doğdum. O günün şartlarında ancak İlkokulu okuyabildim. Evliyim üç tane çocuk beş tane torun var. Babamız Kosova’dan gelmiş… Murat Hüdavendigar’ın beldesinden. Sırplara karşı gönüllü olarak 16 yaşında savaşa katılmış... Kunduracı Zahit Usta derlerdi. Camide vefat etti.
Bugüne kadar ne tür işlerle meşgul oldunuz?
Ticaretle meşgul olduk, hep esnaflık yaptım. Çantacılık yapıyordum, o nedenle bana Çantacı Necmi diyorlardı, hala da öyle diyorlar. Çanta imal ediyordum, alıp satıyordum böyle. Saraciye diğer adıyla.
Risale-i Nurları ne zaman tanıdınız?
Risale-i Nurları 1965 senesinde İzmir’de bir sohbete davet etmişlerdi ilk defa orada tanıdık. İzmir’de Mustafa Birlik diye bir abi vardı, Konyalı, Üstadı da ziyaret etmiş bir abi… Onun evinde beni sohbete davet ettiler. Ben de gittim...
Daha önce bir iki tarikata girdim çıktım. Girdiğim tarikatta aradığımı bulamamıştım… “Nakşi tarikatı” diyorlardı ama cehri (sesli) zikir yapıyorlardı. Demek ki, değilmiş… Aradığımı bulamamıştım. İçimde öyle bir duygu vardı, düzelmekle herkesi şaşırtacaktık. Oradan çıktım bu defa, Hüseyin Hilmi Işık Beyin ziyaretine gittim. Onlarla biraz takıldık. Oralarda da pek tatmin olmadım, imani konularda sorularıma cevap bulamadım. Yani, aradığım cevapları bulamadım.
Sonra Allah rahmet eylesin Mehmet Metin diye bir ağabey vardı İzmir’de, otelci. Yıldız Palas otelini işletiyordu kendisi Konyalıydı... Hep Nur talebeleri geldiği zaman o otelde kalırlardı. O zaman öyleydi bugünkü gibi evleri geniş aileler veya bugünkü gibi kalabalık cemaat yoktu. Garip ve fakir insanlardı Nurcular. Cemaatımız da garibandı. Azdık tabi. Bu dediğim 40-45 sene evvele ait… O otelci Mehmet abi dedi ki, “Ya Necmi Kardeş, böyle böyle bir sohbet var sen de gelir misin?” diye davet etti. Camide bazen müezzinlik yapıyordum oradan beni tanıyordu. “Gel seni Risale-i Nur dersleri var orada götüreyim” dedi. Biz de “olur” dedik, heyecanla gitti.
Mehmet abi kendisi götürmedi bir arkadaş beni götürdü... Giderken yolda tam eve yaklaşmıştık eliyle evin kapısını göstererek “bak” dedi. “Ben şimdi bu kapıdan gireceğim, ama sen hemen arkamdan girme, biraz bekle, dikkat çekmesin.”
O zamanlar öyle idi. Kalabalık oldu mu ispiyon ediyorlardı, münafık tipler çoktu. Hemen ispiyon ediyorlardı. O nedenle “bir iki tur at sonra gel” demişti. Ben de “Allah! Allah!” dedim içimden, ne olduğunu da bilmiyorum. “Nurcu, Nurcular” diye duyuyorum ama nedir ne değildir mahiyetini bilmiyorum. Bazen duyuyoruz işte, “Nurcular basıldı” diye ama onlar hakkında hiçbir bilgim henüz yok. Herhangi bir kitaplarını da okumuş değilim. Kimseden bir şey duymuşta değilim.
İÇERİ GİRDİĞİMDE DERS SANKİ BANA HİTAP EDİYOR GİBİ GELDİ
Ben bir iki tur attım ama içimden de söyleniyorum “bu adam niye bana böyle dedi” diye. Korkutmuştu beni. Sonra “Ama ne olursa olsun gideceğim” dedim ve gittim. Bizde biraz Arnavutluk var, Arnavut inadı var. Ne olursa olsun gideceğim. Gittim girdim içeri. Merdivenle yukarı çıktım baktım kalabalık bir cemaat var. O gün Fethullah Hoca da oradaydı. Fethullah Hocaefendi o günlerde İzmir’e yeni gelmişti, bazen giderdik camideki vaazlarına. Dedim “Fethullah Hoca da buradaysa burası güzel ve sağlam bir yerdir.” Ve oturup dersi dinledik. Bir kardeş 21. Sözü okuyordu, Vesvese bahsi. Ben içeri girerken baktım okuyan “ey vesveseli adam bilir misin vesvesen neye benzer? Musibete benzer ehemmiyet versen şişer ehemmiyet vermezsen söner, cehil onu davet eder, ilim onu tard eder. Bilirsen gider, bilmezsen gelir. Şu yaranın merhemi işte şudur…” diye devam ediyor.
Çok hoşuma gitmişti. Bende de vesvese biraz vardı. Mesela, abdest alıyordum tam namaza duracağım birden aklıma vesvese geliyordu, “Ayaklarını yıkadın mı? Başını messettin mi?” Ve namazı bırakıp gidiyorum ayaklarımı bir daha yıkıyorum. Böyle bir vesvese rahatsızlığı bende vardı. İçeri girdiğimde dinlediğim o ders sanki bana hitap ediyor gibi geldi bana. Hemen o kitabı okuyanın yanına oturdum. Şöyle eğildim baktım kitaba “Sözler” yazıyor. “Tamam dedim ben bu kitaptan bir tane alayım.” Dersten sonra adama sordum dedim “kardeş bu kitap nerde satılıyor?” “Buluruz abi meraklanma” dedi.
Fehtullah Hocaefendi dersi kısa kesmesini istemişti. “Vesvesesi olan bunu okusun” dedi. “Başka bir yer okuyun kardeşler” dedi. Zaten kendisi pek okumaz bizlere okuturdu. Abdullah Aymaz vardı o okurdu. Başka kardeşler okurdu, Saim abi vardı Rahmetli o okurdu. Sonra da biz okumaya başladık. Çenemiz tutuyor ya. Ve böyle o gün bu gündür devam ediyoruz. Tabi ben ertesi gün otele gittim beni o sohbete davet eden Mehmet abi o gece derse gelmemişti. Beni davet etmişti ama kendisi gelememişti. “Sen beni davet ettin Allah razı olsun, çok hoşlandım, bu kitaplar çok güzel ama ben bunları nerede bulacağım?” dedim. O gün de Muzaffer Aslan abi (rahmetli) meğer yeni kitap getirmiş.
O dönemde Muzaffer abi kitap getirir dağıtırdı, sadece İzmir’e değil, tüm Türkiye’de kitap dağıtırdı. Bavullarla, çantalarla, gezerdi Allah rahmet etsin... Nur içinde yatsın… Muzaffer abimiz. Ona her seferinde dua ediyorum. Çok kaliteli bir insandı o.
ŞU 20. SÖZ’Ü DE BİR OKUYAYIM, BİTİRİYORUM…
Allah Rahmet etsin…
Tevafuk o gün Muzaffer abi kitap getirmişti. Hemen bir tane Sözler aldım. Bir tane de Tarihçe-i Hayat aldım ve okumaya başladım. Öyle bir okuyorum ki bazılarının dili dönmüyor falan, okuyamıyor kem küm ediyor. Ben kem küm de etmiyorum, dilim yatkınmış gibi hiç zorluk çekmiyorum. Cenab-ı Allah bizi ona hazırlamış diye anlıyorum. Bazı insanlar diyor “ben anlayamadım.” Bahaneleri de hazır “kitap Osmanlıca, kelimeler yabancı.” Ama ben hem anlıyor hem de anlatıyordum. Annem hastaydı, yatalaktı başında oturuyorum ona okuyorum. O da çok dindar bir insandı rahmetli... “Oku oğlum oku saat 9 oluyor 10 oluyor dükkan açmaya gideceğim gidemiyorum kitabın aşkından. “Oğlum hadi git artık öğlen oldu” diyor. “Giderim anne” diyorum.
Çarşıdaki dükkanın açılmaması için bir neden olması lazım. Yoksa mutlaka açılır. Cenaze gibi önemli bir neden. Yazılırdı kapıya “cenazemiz dolayısıyla bu gün dükkanımız kapalıdır” diye. Benimki öğleye kadar kapalı cenaze-menaze yok. Ama dirilen birisi var. Kimse bilmez cenazelikten dirilen birisi var. Annem diyor “hadi öğlen oldu git” diyor. Ben diyorum şu 20. Söz’ü de bir okuyayım, bitiriyorum. Şu 21’i de okuyayım. Öyle bir tat alıyorum. Anlayacağın o gün bu gündür devam ediyoruz kardeş. O gün bu gündür şevkimi kaybetmedim Elhamdülillah. Birisi dedi “sizi 20 sene önce dinlemiştim, o gün de böyleydin şimdi de böylesin.” Bu kardeşlerimizin ve cemaatimizin duasıyla oluyor. Başka bir şey değil.
Bu anlattığınız hangi yıllarda oluyor?
1964-65 yılları.
O dönemde İzmir’de Nur hizmetleri devam ediyordu değil mi?
Evet, hizmetler hızla devam ediyordu. 50-60 yılları arası Menderes dönemi iyiydi. Ama 60’tan sonra hava karardı. Buzlanmalar, karlanmalar başladı. Bizler demek o hengâmede Nur dairesine girdik. O zamanlar çok baskı vardı. Mesela dersler sessizce belirlenirdi. Dersi düzenleyenin yanına yaklaşır “Ders kimde?” diye sessizce sorardık. İlan bile etmezdik. Daha sonra birbirimize özel duyururduk.
SAVCIYA GİDİP KENDİMİ İHBAR ETTİM
Siz dersteyken veya dershanede iken hiç baskın yaşadınız mı?
Benim gittiğim yerlerde olmadı ama baskınlar Türkiye’de devamlı oluyordu. Sürekli haber alıyorduk. “Şu kadar yakalanmış, Mersin’de böyle olmuş, Erzurum’da şu olmuş” devamlı baskınlar vardı yani.
Peki, Risale-i Nur’u tanıdıktan sonra hizmet adına neler yaptınız?
Hizmetlere devam ettik. 1971 Mart muhtırası oldu. Kardeşleri içeri aldılar. İzmir’de İlk olarak Fethullah Hoca, Mustafa Birlik, Şaban Hoca (güzel konuşurdu) bir de Süleymancıların lideri vardı, Abdurreşit hoca, dördünü içeri attılar. Muhtıranın beşinci günü evlerinden aldılar. Bundan sonra teker teker cemaati toplamaya başladılar. Hocaefendi bana haber gönderiyormuş “Necmi kardeş İzmir’de durmasın onu da alacaklar ismi geçiyor” diye. Ama “ben bir yere gidemem. Dükkândayım bir yere gitmiyorum” dedim. Zaten bana gelen müşterilerin çoğu da polis. Saraç işleri yapıyorum ya, tabanca kılıfı yapıyorum, palaska yapıyorum, polislere satıyorum. Devamlı polisler dükkânıma gelip gidiyorlar. Hatta bazen toplu olarak, grup olarak geliyorlar. Mal almaya geliyorlar. Böyle yani…
Sonra beni içeri almıyorlar diye üzüldüm. “Kendimi şikâyet edeyim beni de içeri alsınlar” dedim. Kardeşler içeride ben dışarıda. Vicdan azabı duyuyorum. Evde yemek yiyemiyorum. Hanım yemek veriyor yiyemiyorum. Diyorum “bakalım onlar böyle yiyorlar mı?” Dışarıda böyle sıkıntı çekmektense dedim “bari ben de kendimi şikâyet edeyim.” Mesela şimdi diyelim ki bu misali veriyorum. Birisi geldi odadaki kardeşlerimizden birisini kelle paça dışarı çıkardı, dışarıda dövüyorlar “Aman vurma etme” sesler geliyor şimdi ben içeride durabilir miyim? Durulur mu?
Elbette durulmaz…
Durulmaz. O nedenle ben de dışarı çıkıyorum. Ama güç yetmiyor birlikte yiyoruz dayağı. Benim kardeşim orada feryat edecek ben içeride oturacağım. Benim kitabımda böyle bir şey yazmaz. Bu olay da öyle bir şey. “Kendimi şikâyet edeyim” dedim. Gittim savcıya. Yani sıkıyönetim Savcısı Nurettin Suzer’e. Aldım çantamı, seccademi, kitaplarımı, koydum çantama, gittim. Ama bunun yanında annem çok dua ediyor “aman evladım dikkat et” diyor. Bekir Berk abi içeride, Fethullah Hoca içeride, Gültekin Sarıgül, Saim abi, Abdullah Aymaz daha böyle Nurcuların ileri gelenleri, bunlar gibi niceleri içerideler.
SAVCIYA “BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ’Yİ TANIYORUM” DEDİM
Kendimi şikâyet ettim. Evimiz kira, dükkân kira, iki tane çocuğum var. İçimden “Bu yaptığın akıl işi değil” diyorum, ama delikanlıyız, kanımız kaynıyor. Yani akıllı değil, “deli” kanlı. Doğru savcılığa çıktım. Nöbetçi savcı yoktu, Başsavcı vardı. Dedi “hayrola.” Dedim “ifade vermeye geldim.” “Ne hususunda” dedi. “Nurculuk hakkında” dedim. Nurculuk hakkında deyince adam mal bulmuş mağribi gibi “tamam” dedi “savcı bey şimdi gelecek.” Oturttu beni tabi o günkü şartlarda bizim aleyhimizde konuşanlar çok oluyordu. Mesela cami imamı gidiyor bizi ispiyon ediyor. Emekli müftü bizi ispiyon ediyor. Yani çeşitli insanlar bizi şikayet ediyorlardı. Başsavcı beni o şikayetçilerden zannetti. Bana çok hürmet etti.
Biraz sonra savcı geldi. “Kim bu?” dedi. “İfade vermeye gelmiş efendim” dediler. “Ne hakkında” diye sordu. “Nurculuk hakkında” deyince o da hemen atladı. “Ha tamam tamam getirin” dedi. Daktiloyu getirdi, kağıdı taktılar. “Anlat bakayım kimleri tanıyorsun” dedi. “Bediüzzaman Said Nursi’yi tanıyorum” dedim. “Onun yazdığı kitapları tanıyorum.” “Peki, Fethullah Hocayı tanıyor musun?” “Tanıyorum” dedim, “camide vaaz ediyor dinliyoruz bazen, oradan tanıyorum.” “Mustafa Birlik’i tanıyor musun?” “Tanıyorum. Komisyoncu, esnafız oradan tanıyorum” dedim. “Hüseyin Çağadırı tanıyor musun?” “Evet hemşerimdir Urlalıdır.” “Marangoz Ahmedi tanıyor musun?” O da aranıyor. Marangoz Ahmet için bir şey bulamadım. “Tanıyorum” desem “haydi gel gidelim o adamı bulalım” diyecek “tanımıyorum” desem yalan olacak, yalan da söylemek istemiyorum. Dedim “ben Milli İstihbarat mıyım yav ne bileyim şimdi adam nerededir? Nerede oturuyor?” Yani divanda mı oturuyor? Koltukta mı oturuyor? Odada mı? Salonda mı? “Ne bileyim ben, şu anda nerede oturuyor nerden bileyim?” dedim.
Bu defa “dersler nerede yapılıyor.” Dedim “her yerde yapılıyor.” “Adres verir misin?” Dedim, “adres almak adetim değil ben giderim sadece, ne sokağa bakarım ne numarasına.” “Kim yapıyor bu dersleri?” Dedim “ben yapıyorum.” “Senden başka kim yapıyor.” “Benden başka kimse yapmaz, benim olduğum yerde kimse ders yapmaz.”
Böyle sorular sorunca ben biraz da pişman oldum “ben acaba birisinin başını belaya mı sokacağım” dedim kendi kendime. Sonra ben tevkif beklerken “seni tevkif etmiyorum” dedi. O öyle deyince ben çok üzüldüm. Dedi “seni tevkif etmiyorum ama şahit olarak yazıyorum.” Hâlbuki ben bekliyorum nöbetçiyi çağıracak kelepçeyi elime takacak götürecek diye. Çıktım evime geldim. Devam edip gidiyoruz. Hapis de nasip işi.
NURCULUĞUN PROPAGANDASINI YAPIYOR LÜTFEN KONUŞTURMAYIN
Evde bekleyenler var, Cenab-ı Allah onun için korumuş sizi
Evet Annemin duası kabul olmuştu. Sonra günü geldi mahkemeye çıktık. Bizi şahit yazmış. Bana dediler “anlat bakalım bu sanıklar hakkında ne biliyorsun?” Dedim “bu sanıklar hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Ben şahit olarak da mahkemeye müracaat etmedim. Savcı beye beni tevkif etsin diye çıktım. Çünkü o nurcuları tutukluyor. Bende Nurcuyum. Beni bulmadın, bulamadın, bende nurcuyum diye beni de tutuklasın diye kendimi şikayet ettim. Fakat sayın savcı ne hikmettir beni tutuklamadı beni şahit olarak yazdı.”
“Ben bu maznunlar hakkında hiçbir şahitlik yapmıyorum. Ben Risale-i Nuru okuyorum, onu her tarafa yayıyorum elimden geldiği kadar tebliğ ediyorum bazen satıyorum, bazen veriyorum, onu yaymaya çalışıyorum” dedim hâkime. Beni de tutuklasın istiyorum. Askeri Mahkeme tabi. Albay Kaya Alptan başkan, bir de paşa var, Tuğgeneral, iki tanede yüzbaşı, dört tane hakim vardı. Bana muhatap olan Kaya Beydi Albay.
Dedi “başka okuyacağın kitap yok mu?” ben dedim “var, var da meseleleri en güzeli bu Risaleler anlatıyor. Mesela bakın size bir misal vereyim. Bir yumurta aldım bakkaldan, yumurta 10 kuruş ben bunun fiyatını 10 kuruş biliyordum. Hâlbuki bu 10 kuruştan üç kuruş getirene, beş kuruş paket yapana, iki kuruş satana veriyoruz. Ama aslında yumurta bize bedava geliyor. Onu yaratan Rabbimizden bize bedava geliyor. Biz 10 kuruş verirken aslında yumurtaya para vermiyoruz. Getirene, paketleyene, satana para veriyoruz. Yoksa yumurta bize Rabbimizden geliyor. Muhterem heyet bir düşünün bakalım 2 kilo ağırlığında bir tavuk. Tezgâhı yok, torbası yok, öğretmeni yok, okula gitmesi yok, tırrrak yumurtayı arkadan bırakıyor.”
Tuğgeneral Sabahattin Bey gülmeye başladı. Adam nasıl gülüyor biliyor musun? Neredeyse mahkemeyi bozacak. Gizli gizli gülmeye çalışıyor. Diğerleri de tebessüm ediyorlar. Savcı kalktı ayağa “muhterem heyet bu adamı konuşturmayın bu şuurlu bir Nurcudur, Nurculuğun propagandasını yapıyor. Lütfen konuşturmayın” dedi.
Adam konuşmasaydı belki de paşa mahkemeyi bozacaktı. Adam başladı dır dır ötmeye. Paşa hala gülmesini gizlemeye çalışıyor. Tabi Savcı öyle çıkışınca Hakim Bey “Necmettin bey sadede gel” dedi. Dedim “efendim sadetteyim.” Ondan sonra devam etti mahkeme. Kardeşleri tahliye ettiler. Bir de ben mahkemeye “Hz. Bediüzzaman Said Nursi” demiştim bunu deyince Savcı kalktı “O hazret değildir o Kürt Said’dir” dedi. O sırada ben daha cevap vermeden Bekir Berk kalktı, oradan bir panter gibi sıçradı. “Bediüzzaman Said Nursi Kürt-Türk ayırımı yapmamıştır, Kürtçülük yapmamıştır” diye çok güzel bir cevap verdi. Dediler “otur yerine” ve Mahkeme böyle devam etti. Orada Tahiri Mutlu abi vardı, ağabeyler vardı. Ahmet Feyzi abi vardı.
(Devam edecek)