Musa Kazım YILMAZ
Şimşirgil, Bediüzzaman’ın gayrimüslimlerin şehitliği görüşünü anlamamış
Bediüzzaman, Kastamonu’da sürgünde olduğu 2. Dünya Savaşı sırasında talebelerine bir mektup yazmış ve bu mektubunda Alman orduları tarafından öldürülen masum ve mazlum insanlar hakkında bir tahlil yapmıştır. Mektubunun başında; “Böyle musibetlerde, kâfir de olsa, hakkında bir nevi mükâfat ve merhamet vardır ki, o musibet ona nispeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye masumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçer”[1] diyor ve ağır bombardıman altında köydeki evlerinde ya da iş yerlerinde vefat edenlerle ilgili olarak bir taksimatta bulunuyor.
Onun bu mektubunu dillerine dolayanların sonuncusu Prof. Şimşirgil oldu. Şimşirgil, tahlil etmeden ve bir bilene sormadan Bediüzzaman’ın Hiristiyanları şehit mertebesine çıkardığını iddia ediyor.
Önce bazı temel kuralların bilinmesi gerekir; şöyle ki:
Şehit denildiği zaman öncelikle bir gazada Allah yolunda öldürülen kimse anlaşılır. Birinci derecede şehitlik makamı budur. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v) bir rahmet eseri olarak şehitliğin çerçevesini geniş tutmuş ve Allah için cephede ölenlerin yanında taun gibi ağır bir hastalıktan ya da karnı sebebiyle (ishal, hamilelik ya da nifas gibi durumlar sebebiyle) ya da boğularak ölenlerin de şehit sayıldığını ifade buyurmuştur.[2]
Bir diğer rivayette Hz. Peygamber duvar altında kalan (deprem veya bombardıman gibi bir afete maruz kalan) kimsenin ve karnındaki çocuğu sebebiyle ölen kadının da şehit sayılacağını ifade buyurmuştur.[3] Hatta deniz tutması sebebiyle gemide kusan ya da denizde boğularak vefat eden kimseye de şehit sevabının verildiği hadiste varit olmuştur.[4] Nihayet Said b. Zeyd (r.a) dan gelen bir rivayette Rasulüllah (s.a.v) şöyle buyuruyor: “Kim malını müdafaa ederken öldürülürse şehittir. Kim kanını müdafaa ederken öldürülürse şehittir. Kim dinini müdafaa ederken öldürülürse şehittir. Kim ailesini müdafaa ederken öldürülürse şehittir.”[5]
Bu hadiste hem meşru müdafaa teşvik edilmekte hem de meşru müdafaa yolunda ölen insanların şehit makamında oldukları ifade edilmiştir. Rasulüllah (s.a.v) malı, canı, ailesi ve dini için ölenlerin şehit olacaklarını müjdelemekle, bu değerlerin, ucunda ölüm tehlikesi olsa bile müdafaa edilmeye layık değerler olduğuna işaret etmiştir. Nitekim bir adam Hz. Peygamber’e (s.a.v) gelerek: “Ya Rasulallah, bir adam gelip malımı elimden almaya kalkarsa ne yapmalıyım?” diye sorar. Resul-i Ekrem (s.a.v): “Bir ahret şehidi oluncaya veya malını koruyuncaya kadar malın için mücadele et” buyurdu.[6]
Şimdi Bediüzzaman’ın yazdığı mektubu tahlil edelim:
Bediüzzzaman, Kastamonu Lahikası’nda yazdığı mektupta “Vefat edenler ve perişan olanlar eğer 15 yaşın altında iseler hangi dinde olursa olsun şehit hükmündedirler” diyor. Bu sözü tahlil ettiğimiz zaman, savaş sırasında bombardıman sonucu ölen ve büluğ çağının altında olan insanların sorumlu olmadıkları için şehit hükmünde olduklarını anlaşılıyor. Bu hükme itiraz edecek hiçbir Müslüman yoktur ve olamaz. Zira 15 yaşın altındaki insanlar mükellef değillerdir. 15 yaşından yukarı, yani akil ve baliğ olanlara gelince, Bediüzzaman onların da masum ve mazlum olmaları halinde mükâfatlarının büyük olacağını söylüyor.[7]
Bediüzzaman bu görüşüne delil olarak hadis-i şeriflerde yeri olan şu iki gerekçeyi zikrediyor:
Birincisi, ahir zamanda, İslam öncesi gibi bir nevi fetret yaşanacağı için insanlar İslam’a inanmamış olmaktan sorumlu olmazlar. Dolayısıyla başkalarının hakkına tecavüz etmemiş masum insanlar zulmen öldürüldükleri zaman bir nevi şehitlik mertebesine çıkabilirler. İkincisi de, ahir zamanda Müslümanlar arasında dine karşı bir lakaytlık baş gösterecektir. Yine ahir zamanda Hıristiyanlık tasaffi edip hakiki İsevilik dinine dönecek ve İslam dini ile omuz omuza verecektir.[8]
Bediüzzaman’a göre bu iki sebepten dolayı şimdiki İsevi dinine mensup olan mazlum Hıristiyanların çektikleri felaketler de onlar hakkında bir nevi şehadettir, denilebilir.
Bu sözleri tahlil edelim: Her şeyden önce Bediüzzaman’ın “eğer vefat edenler 15 yaşından aşağı iseler” ifadesiyle ortaya koyduğu hüküm bütün İslam âlimleri tarafından da kabul görmüştür. Çünkü 15 yaş teklif yaşı olarak kabul edilmektedir. O yaşa gelmeyenler reşit sayılamayacağı için teklif altına alınamazlar. Dolayısıyla herhangi bir kötülüğe bulaşmadıkları için fıtraten Müslüman kabul edilirler.
Bediüzzaman daha sonra ”15 yaşından büyük olanlar eğer masum ve mazlum iseler” ifadesini kullanıyor. O bu ifadeleriyle, Alman savaş uçakları tarafından Polonya’nın ve diğer Kuzey Avrupa ülkelerinin köylerinde öldürülen masum insanları kastediyor. Onların, Hz. Peygamber’i (s.a.v) ve İslam’ı duymamış olduklarını ya da yanlış kaynaklardan duyduklarını kabul etmiştir.
Çünkü Hz. Peygamber’i (s.a.v) ve Kur’an’ı gerçek kaynağından duymuş olan akıl ve baliğ bir Hiristyan ya da Yahudi, İslamı kabul etmediği takdirde elbette ki kurtuluşa eremez.[9]
En ince teferruatına kadar Sünnet-i Seniyyeye riayet eden Bediüzzaman’ın Müslim’de yer alan bu hadisi duymamış olması ya da görmemezlikten gelmesi mümkün değildir.
Anlaşılıyor ki, burada haklarında “şehit hükmündedirler” denilen insanlar dağ başlarında ve köylerinde uyurken öldürülen ve İslam’dan ya hiç haberi olmayan ya da İslam’ı yanlış kaynaklardan işitmiş olanlardır.
Nitekim Bediüzzaman mektubun daha sonraki bölümlerinde “Hususan ihtiyarlar, musibet-zedeler, fakirler ve zayıflar, müstebit büyük zalimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar”[10] diyerek özellikle öldürülmeleri kendileri hakkında bir kurtuluşa vesile olabilecek insanların yaşlı, hasta, fakir ve gariban insanlar olduğunu vurgulamaktadır.
Kuşkusuz bu insanlar, ya hiç İslam’ı duymamışlar, ya da duymuş olsalar bile yanlış bir kaynaktan işittikleri için sorumlu değillerdir.
Diğer taraftan, eğer Bediüzzaman’ın amacı Hristiyanları temize çıkarmak olsaydı, “Eğer o felâketi gören zâlimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstahak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.”[11] demezdi.
Bu ifadeden de anlaşıldığı gibi Bediüzzaman’ın asıl amacı, zulmün insanlık âlemi için ne kadar zararlı ve kahredici olduğunu anlatmaktır.
Üstelik “Vedud ve Rahim” isimlerine mazhar bulunan Bediüzzaman’ı anlayabilmek için bu isimlerin manalarını iyi okumak gerekir. Kendisi mektubunun başında şöyle der: “Şiddet-i şefkat ve rikkatten ve bu kışın şiddetli soğuğu ile beraber manevi ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felaketler, sefaletler ve açlıklar şiddetle rikkatime dokundu.”[12]
Bu ifadelerden anlaşıldığı gibi Bediüzzaman’ın çabası, Hıristiyanları toplu halde şehitlik mertebesine çıkarmak değil, insanlığa musallat olan zalimlerin zulmü altında inleyen masumlar ve biçarelerin ahrette akıbetlerinin ne olacağını anlamaya çalışmaktır.
Bilindiği gibi Kur’an’da, insanoğlunun bu dünyada yaptığı her şeyin karşılığını mutlaka göreceğini bildiren ayetler vardır.[13] Buna göre, Müslüman olsun, Hıristiyan olsun, Müşrik ya da Ateist olsun kim ne iyilik ya da kötülük yaparsa mutlaka yaptığını ahrette hem yazılı olarak görür hem de mükâfat ve ceza olarak karşılığını görür.
Nitekim Hz. Peygamber’in müşrik ve zalim amcası Ebu Leheb’i, öldükten sonra rüyasında gören yakınları halini sormuşlar. Ebu Leheb ateşte olduğunu ancak Yeğeni Muhammed’in doğduğu gün çok sevindiği ve cariyesi Suveybe’yi azat ettiği için pazartesi günlerinde ateşin kendisine hafiflediğini, böylece diğer günlere nispetle biraz rahatladığını söylemiştir.[14]
Bediüzzaman’ın, bu mektubu ile Hıristiyanları temize çıkarıp onları şehitlik mertebesine çıkardığını söyleyen insafsız hocalar meseleye toptancı bir bakışla baktıkları için ayrı ayrı değerlendirilmesi gereken iki şeyi birbirine karıştırıyorlar.
Birincisi, Mazlumiyet ve masumiyetin ahirette insana neler kazandıracağı hususudur. İkincisi ise Hıristiyanların hangi şartlarda kurtuluşa erecekleri meselesidir.
Bediüzzaman, zulmen öldürülen ve İslam’dan haberi olmayan yaşlı Hıristiyanların ve 15 yaşın altındaki masum çocukların şehit hükmünde olduklarını söylüyor. Bu görüşün İslam Dini ile bağdaşmadığını söyleyebilmek için mutlaka kötü niyetli olmak gerekir.
Unutmayalım, ilmiyle amel etmeyen hocalar Kur’an’ın ve Sünnet’in ağır tehdidi altındadırlar…
[1] Tarihçe-i Hayat, s. 292.
[2] Müslim, İmaret, 165; Tirmizi, Cenaiz, 65 (1063); Muvatta, Selatü’l-Cema’a, 6 (I/131).
[3] Tirmizi, Cenaiz, 65.
[4] Ebu Davud, Cihad, 10 (2493).
[5] Tirmizi, Diyat, 22 (1418,1421); Ebu Davud, Sünen, 32 (4772); İbnu Maceh, Hudud, 21 (2580).
[6] Nesai, Tahrim, 21 (VII/113).
[7] Tarihçe-i Hayat, a. y.
[8] Buhari, Buyu, 102; Mezalim, 31; Enbiya, 49; Müslim, İman, 242, 247.; Ebu Davud, Melahim, 14 (4324); Tirmizi, Fiten, 54 (2234).
[9] Müslim, İman, 240.
[10] Tarihçe-i Hayat, a.y.
[11] Tarihçe-i Hayat, s. 293.
[12] Tarihçe-i Hayat, s. 292.
[13] Zilzal Suresi, 99/7, 8.
[14] İbnu S’ad, Tabakat, I, 123.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.