Abdulkadir ÇELEBİOĞLU
Risale-i Nur, Kur'ânî Ve Hikemîdir-5
Münâzarât eserinde geçen şu ifadeler ile meseleye başlayalım; "Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalpte saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz." (Münâzarât, s. 14)
Burada geçen mihengin, Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye olduğunda şüphe yoktur. Risale-i Nur eserleri için "mihenge vurunuz" diyen Üstâd Bediüzzaman, kendi seleflerinin yolunda olduğunu göstermiştir. Nitekim başta İmam Azam ve İmam Şafiî olarak bütün mezhep imamlarından şu mânâya gelen rivayetler vardır; “Sahih bir hadîs ortada var ise benim mezhebim odur.” (bk. Reddu’l-Muhtar, 1/72, 475) İmam Şafii’nin ilgili sözleri için bkz. el-Mecmu’, 1/63, 68; 92.
Bu yeri okurken gözden kaçmaması gereken bir husus şudur ki; herkeste mihenge vurabilecek kabiliyet ve ehliyet yoktur. Bunu yapabilmek için Kur'ân-ı Kerîm, Sünnet-i Seniyye ve Kavaid-i Ehl-i Sünnet'e vâkıf olmak gerekir. Yoksa herhangi bir ilmi olmayan neyi nasıl mihenge vuracaktır? Şu düstûru unutmamak gerekir;
طُوبٰى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ
(Buhârî, et-Tarihu'l-Kebîr 3:338; Taberânî, el-Mu'cemü'l-Kebîr 5:71; Beyhâkî, es-Sünenü'l-Kübrâ 4:182) Yani: "Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez." (Lem'alar, s. 132)
Şimdi bazı misaller ile âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîflerdeki me'hazlerini verelim.
Nurlarda geçen ifadelerin de Kur'ânî olduğunu beyan etmiştik. Burada da şöyle denilmektedir; "Rahmetin en parlak bir misali ve mümessili ve o rahmetin en belîğ bir lisânı ve dellâlı olan ve Rahmeten Lil-Âlemîn unvânıyla Kur'ân'da tesmiye edilen Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm..." (Sözler, s. 15)
Burada gecen "Rahmeten Lil-Âlemîn unvânıyla Kur'ân'da tesmiye edilen" dediği şu âyet-i kerîmeye atıftır;
وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ
"Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ Sûresi, 107. Âyet-i Kerîme ve Meâli)
Benzer şekilde bir başka yer de Nurlar'da şöyle geçmektedir; "Evet salavatın mânâsı, rahmettir. Ve o zîhayat mücessem rahmete rahmet duası olan salavat ise, o Rahmeten Lil-Âlemîn'in vusûlüne vesiledir. Öyle ise sen salavatı kendine, o Rahmeten Lil-Âlemîn'e vesile yap ve o zâtı da rahmet-i Rahman'a vesile ittihaz et. Umûm ümmetin Rahmeten Lil-Âlemîn olan Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında hadsiz bir kesretle rahmet mânâsıyla salavat getirmeleri, rahmet ne kadar kıymettar bir hediye-i İlâhiye ve ne kadar geniş bir dairesi olduğunu, parlak bir sûrette ispat eder." (Sözler, s. 15)
Üstteki âyet-i kerîmeye atfın yanında şu hadîs-i șerîflerin de șerh ve izahı mahiyetindedir; “Kıyâmet gününde insanların bana en yakın olanları, bana en çok salât ü selâm getirenleridir.” (Tirmizî, Vitir, 21)
"Gerçek cimri, yanında zikrim geçtiği halde bana salâvat okumayandır." (Tirmizî, Salât, 357, 484)
“Yanında ben zikrolunduğum zaman üzerime salât etmeyen kişinin burnu yere sürtülsün.” (Tirmizî, Da'avat, 100; Müsned, 2, 254)
“Kim bana bir salâvat getirirse, Allah Teâlâ bu yüzden o kimseye on misli mağfiret eder.” (Müslîm, Salât, 70)
“Şüphesiz ki, benim üzerime salâvat getiren kimsenin selâmını almak için Allah bana ruhumu iade eder.” (Ebû Dâvûd, Menâsik, 96)
Bu ve benzeri birçok hadîs-i şerîflerin mânâsı "sen salavatı kendine, o Rahmeten Lil-Âlemîn'e vesile yap ve o zâtı da rahmet-i Rahman'a vesile ittihaz et" denilerek hülâsa edilmiștir. Ve "Umûm ümmetin Rahmeten Lil-Âlemîn olan Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında hadsiz bir kesretle rahmet mânâsıyla salavat getirmeleri, rahmet ne kadar kıymettar bir hediye-i İlâhiye ve ne kadar geniş bir dairesi olduğu" beyan edilerek şu âyet-i kerîmeye de işaret vardır;
اِنَّ اللّٰهَ وَمَلٰٓئِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّۜ يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْل۪يمًا
"Muhakkak ki Allah ve melekleri, o peygambere salât ederler. Ey îmân edenler! (Siz de) ona salât edin ve (ona) teslîmiyetle selâm verin!" (Ahzâb Sûresi, 56. Âyet-i Kerîme ve Meâli)
Aynı zamanda salâvat ile alâkalı olup bu âyet-i kerîmeye de bir tefsîr mânâsında şu yerler geçmektedir; "Evet salavatın mânâsı, rahmettir. Ve o zîhayat mücessem rahmete rahmet duası olan salavat ise, o Rahmeten lil-âlemîn'in vusûlüne vesiledir. Öyle ise sen salavatı kendine, o Rahmeten lil-âlemîn'e ulaşmak için vesile yap ve o zâtı da rahmet-i Rahman'a vesile ittihaz et." (Lem'alar, s. 102)
Bir başka ifadeye geçelim. Temsil anlatılırken şöyle denilmektedir; "Diğer adam ise; mü'mindir. Cenab-ı Hâlık'ı tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu dünya, bir zikirhane-i Rahman, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan ve bir meydan-ı imtihan-ı ins ü cândır." (Sözler, s. 17)
Buradaki "meydan-ı imtihan-ı ins ü cândır" ifadesi şu âyet-i kerîmeye bakmaktadır;
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ
"(Ben) cinleri ve insanları, ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım!" (Zâriyat Sûresi, 56. Âyet-i Kerîme ve Meâli)
Nurlar'ın her cümlesi içindeki kelimelerin kullanımının dahî alelâde olmadığını görmekteyiz. Sadece misâller vererek akla kapı açmaya çalışıyoruz.
Yine aynı ifadeler şu âyet-i kerîme ve mânâsı ile mutabıktır;
اِلَّا مَنْ رَحِمَ رَبُّكَۜ وَلِذٰلِكَ خَلَقَهُمْۜ وَتَمَّتْ كَلِمَةُ رَبِّكَ لَاَمْلَـَٔنَّ جَهَنَّمَ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ اَجْمَع۪ينَ
«Ancak Rabbinin merhamet buyurduğu kimseler müstesnâ. Zâten onları bunun için (rahmete ehil olanları rahmet, ihtilâfa ehil olanları ihtilâf için) yarattı. Böylece Rabbinin, “Celâlim hakkı için, Cehennemi bütün cinlerden ve insanlardan dolduracağım!” sözü tamâm oldu.» (Hûd Sûresi, 119. Âyet-i Kerîme ve Meâli)
Şu dünya "meydan-ı imtihan-ı ins ü cândır" ki hak yolda devam edip hayır - hasenât yapanlara cennet vaad edilmiş, aksi olanlar için de cehennemin "cinlerden ve insanlardan doldur"ulacağı beyan buyurulmuștur.
Bir başka ifade ile devam edelim; "...iman, bir manevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor." (Sözler, s. 17)
Burada geçen "tûbâ-i Cennet" ifadesi hadîste geçen şu ağaçtır; "Cennette bir ağaç vardır ki, binekli bir kimse yüz yıl gölgesinde yürüse onun bir başından bir başına gidemez." (Tirmizî, Tefsir, Vakıa, 3289, Cennet, 1, 2525)
Yine aynı yerin devamında da şu ifadeler geçmektedir; "Küfür ise manevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor." (Sözler, s. 17)
Cümlede geçen "zakkum-u Cehennem" ifadesi de șu hadîs-i șerîfe telmih yapılarak atfedilmiștir; "Eğer Zakkumdan bir parça yere düşse idi, canlıların bütün gıda maddelerini bozardı. Artık zakkumdan başka yiyeceği olmayan Cehennem halkının durumu nasıldır, karar verin." (İbn Mâce, Zühd, 38; Tirmizi, Cehennem, 4)
Zakkum aynı zamanda âyet-i kerîmede de geçmektedir;
اَذٰلِكَ خَيْرٌ نُزُلًا اَمْ شَجَرَةُ الزَّقُّومِ
"Ağırlama olarak bu mu [Cennete konulmak mı] hayırlıdır, yoksa zakkum ağacı mı?" (Sâffât Sûresi, 62. Âyet-i Kerîme ve Meâli)
Zakkum âyette de hadîste de geçtiği üzere cehennem ehlinin yiyeceğidir. Kokusu kötü ve tadı acı olan bir yiyecek olarak ifade edilmektedir.
(Devam Edecek)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.