Habibi Nacar YILMAZ
Abdullah Cevdet’in bir sözü ve Fırıncı abi’nin hatırası-2
Şair Sezai Karakoç bir yazısında Risale-i Nurların İslam kültürünün yeniden ihyası olduğunu ifade eder.
Gerçekten Nurlar okunurken bu ağırlığı hissetmek, kelimeleri ve onlara yüklenen anlamları atlamamak gerekiyor. Fakat çoğu zaman kainat kitabını okurken sergilediğimiz sath-ı nazardan maalesef Risaleler de nasibini alıyor. Onun için ben her zaman Risaleleri düz okuyup geçmekten ziyade mütalaa ederek okumayı savunurum.
Mesela Birinci Sözdeki ‘Bismillah, her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız’ cümlesindeki ‘hayır’ nedir, ‘ona’ başlamak ne demektir? Bunun gibi Kastamonu'da lise talebelerinin sorduğu ‘Bize Halıkımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar’ sualinin cevabındaki ‘mütemadiyen’ kelimesi dikkatimi çekmiştir. Demek ki fen kitaplarının tüm satırları bize bir marifet dersi veriyor. Bu mevzu okunduğu zaman buna mutlaka dikkat çekerim.
Mesela 25. Sözün 3. Şuasında geçen ‘Nurani fen olan marifetullah’ tespiti de harikadır. Yine Barla hayatının sonunda bahtiyar doktora yazılan mektupta geçen ‘O fenni malumatı, o felsefi maarifi; faydalı, nurlu, ruhlu yapmak çaresi’ çok önemli bir tavsiye ve elzem bir hatırlatmadır.
Hülasa edersek Üstad’ın "kırk sene ömrümde otuz sene tahsilimde öğrendim" dediği ‘manay-ı harfi, manay-ı ismi, niyet ve nazar’ kelimelerinin de ayrıca dikkatle ve mukayeseli okunması gereken yerlerden olduğunu düşünüyorum.
Bütün bunları niçin yazdım? Üstad bu Kur’an’i bakış açısıyla küfrün elindeki fen oyuncağını alıyor ve fennin izah ettiği bütün hakikatlerin tevhid delili olduğunu güçlü bir şekilde ortaya koyuyordu. İşte asıl tecdit, asrın hastalığını teşhis ve tedavi dediğimiz de budur. Böylece kainatı inceleyen bütün fenler bize kainatın yaratıcısını anlatan birer mektup durumuna yükselmektedir. Bunları okuyan talebe böylece Kur’an’ın da talebesi oluyor, aklının yanında kalbini de nurlandırmış oluyordu. Kudret kaleminden akan kainat ve ilim sıfatından gelen Kur’an birbirinin izahı ve tefsiri durumuna çıkmaktaydı. Onun için Risaleleri okuyan bir ehli fen hiç yabancılık çekmemekte ve ikna olmaktaydı.
Bunun hatıra ve örnekleri çoktur… İnşallah ilerideki yazılarımda bunlardan örnekler vermeye çalışacağım. Fakat bu yazımın başlığında ifade ettiğim Fırıncı abinin hatırasını yazarak yazımı bitireceğim.
Mehmet Fırıncı abi 1950’li yılların başında Ankara Hukuk Fakültesi’nde okuyan Atıf Ural’ı ziyarete gider. Atıf Ural, Fırıncı abiyi alarak Gazi Lisesi’nde Türkçe Öğretmeni ve Celal Bey’in evine ziyarete götürür. Gerisini Fırıncı abiden dinleyelim:
"O gece o zatla çok güzel sohbet oldu. Abdullah Cevdet’le hayli arkadaşlık yapmış, o yüzden itikadı sarsılarak pek çok sıkıntı çekmiş ve iki defa Bakırköy Akıl Hastanesi’ne yatmış. Ne zaman ki Sözler mecmuası eline geçmiş, dünyası aydınlanmış, nurlanmış. ‘Tahmin etmiyorum ki sizler benim gibi Sözler’i anlayasınız. Öyle ki bu harflerin benim için her bir çengelinde adeta bir kandil asılı gibi nurlandırıyor.’ diyordu. Sözler’deki tevhid hakikatlarının ispatları karşısında kimsenin durmasının mümkün olmayacağını, mutlaka teslime mecbur olacağını, A.Cevdet’in eline geçseydi mutlaka kurtulacağını ifade etti. Onun daima tekrar ettiği mısrasını söyledi. ‘Takıldı kaldı fikrim nokta-i tevhitte’ diye mütemadiyen tekrar ederdi. Onun bu sarsıntıları beni de sarsmıştı. Fakat benim elime Sözler geçti, kurtuldum. Onun eline geçmedi ve o gitti.’’
Ne dersiniz dostlar? Acz, fakr, şefkat, tefekkür tarikinde yürüyen bizler şefkatimizi nasıl ve nerde kullanıyoruz? Bu hakikatlere muhtaç şekilde bekleyen binlere hakkıyla ulaştırabiliyor muyuz? Ya da bunun ulaştırılabilmesi için hangi sancıyı çekiyor, kaç gecemizi uykusuz geçiriyoruz?
Selam ve dua ile…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.