Prof. Dr. Abdullah YILMAZ
17 Yaşım, Umutlarım ve İlâhi Adalet
Bendeniz ilkokul birinci sınıfta vasat bir öğrenciydim. Emsallerime göre yaşımın küçüklüğünden miydi yoksa babamın işinden dolayı bizim ilçenin o yıllarda tek kamu lojmanında oturduğumuz için, ilçe standartlarına göre epey sosyetik bir ortamda yaşamak zorunda kalmaktan dolayı içine kapanık asosyal bir çocuk olmamdan mıydı? Bilemiyorum.
İkinci sınıfın başında lojmandan taşındık. Nispeten kenar bir mahalledeydi yeni evimiz. Dolayısıyla okulum da, hayatım da değişti. Dünün silik, sinik çocuğu gitmiş, yerine içine Einstein kaçmış küçük bir alfa erkeği gelmişti. :):):) Ve bendeniz de, 2. sınıfta başlayıp lisenin sonuna kadar devam eden, başlarda iç dünyamı sevinç, heyecan ve adrenalinle dolduran sınıfın/okulun birincisi olma çabası zamanla beni tüketen bir hırsa, inada ve ısrara dönüştü.
Aslına bakarsanız belki de dünyanın en hırssız babasına sahiptim. Ortaokul diplomasını bile dışarıdan formalite imtihanlara girerek almıştı. Anam derseniz, okuma yazmayı benimle birlikte öğrendi. 1. sınıfta okuldan eve geldiğimde; “Anneee! 2 sayfa B harfi yazılacak!” diye inler, sokağa akranlarımla oynamaya giderdim. Garibim anam hem benim ödevlerimi yapar hem de kendisi okumayı sökmeye çalışırdı.
1980’ler Türkiye’sinde taşranın taşrası sayılan bir beldede okul okuyorsanız, zahir sebepler cihetinden, iyi bir geleceğin yolu iyi bir üniversite okumaktan ve onun yolu da okul birinciliği kontenjanından geçiyordu.
Lise birden itibaren iki tane ciddi rakibim vardı. Amca çocuklarıydı bunlar: Gıybet ve su-i zanna vesile olmayayım diye Turgay ve Taner diyeyim adlarına.
Bizim zamanımızda, doğuyu bilenler bilir, benim gibi yaşı geldiğinde hatta biraz daha erken okula gitmek çok istisna bir durumdu. Genellikle çocuklarını okula 2-3 yıl geç yazdırırlardı ebeveynler. Çoğu zaman da devletin zoruyla okula gönderilirdi çocuklar. Kimimizin kafa kâğıdı bile olmazdı. Zaten gerçek doğum günüyle nüfusa yazdırılan yoktu, desem mübalağa etmemiş olurum. O yüzden şarkın yüzde 90’ının doğum günü –o yıllarda- 1 Ocaktı. Hatta bir yakınım, kendisinden 2 yaş büyük abisi vefat edince hiç nüfusa kaydedilmemiş ve abisinin kimliğiyle ömrünü devam ettiriyor hala.
İşte bu iki kuzen de yukarıda bahsettiğim sebeplerle bendenizden 2-3 yaş büyüklerdi. Lise 1'den itibaren ikisi de müthiş bir hırsla koştura koştura arkamdan geliyorlardı. Nefeslerini her an ensemde hissediyordum.
Bizim zamanımızda asker öğretmenler vardı. O zamanlar devlet bugünkü gibi her yıl Türkiye'nin her tarafına on binlerce öğretmen göndermiyordu. O yüzden de bizim ilçe gibi mağduriyet bölgelerinin hem şansı hem şanssızlığıydı asker öğretmenler. Kimi zaman ülkenin en iyi, en idealist fizikçilerinden birini çıkarırdı karşınıza kader ve siz ülkenin en iyi fizik eğitimini alırdınız; çoğu zaman da hayatınız boyunca görüp görebileceğiniz en abus çehreli, mendebur suratlı, hayatından bezmiş, doğuya geldiğine her gün lanetler okuyan ve sizi insan yerine bile koymayan ruh emicileri çıkardı karşınıza.
Lise sonun başında bu ikinci grubun prototiplerinden bir İngilizce öğretmeni düştü nasibimize. Aslında İngilizceyi çok severdim ve o güne kadar olduğu gibi son sınıfın ilk döneminde de menfi bir durum yaşanmadı. Ama ikinci dönem yazılılardan sırasıyla 10, 8 ve 6 aldım. Ne kadar itiraz etsem, ne kadar isyan etsem de bir şey değişmedi. Tersine hocaya saygısızlıktan sözlü notumu da düşük verdi.
Sene sonu geldiğinde, İngilizce ortalamam düşünce, bendeniz 10 üzerinden 0,02 ve 0,04 puan farklarıyla Turgay ve Taner’in arkasından okul üçüncüsü oldum. 10 yıllık emek bir İngilizce hocasının -o gün ve o an için çözemediğim- saçma sapan tavırlarından dolayı -zahiren- heba olmuştu. Tarifi imkânsız bir hüzün ve kedere gark olmuştum. Ama inancım ve itikadım oydu ki; kader hükmünü icra edecek ve hiçbir fani buna mani olamayacaktı. Zira Hâlık Teâla te’hir ve imhal eder ama asla ihmal etmez.
Neyse, hepimiz kader yolculuğumuza devam ettik. Bendeniz o sene üniversite sınavında sosyal puan grubunda il birinci olarak Ankara’ya Siyasal Bilgiler Fakültesine gittim.
Turgay okul birinciliği kontenjanıyla Marmara İletişimi kazandı. Bir sene sonra okulu bırakıp terör örgütüne katıldığını öğrendik. 2-3 Sene sonra da pişman olup örgütten kaçmak istediğinde dağda infaz edildiğini öğrendim. Taner nereyi kazandı, hatırlamıyorum ama 2-3 sene sonra onun da okulu bıraktığını duydum.
Aradan yıllar geçti. Hayatın tarrakası içinde ömrüm 40’lı yaşlara ulaştı. 2014 yılıydı. O sıralar Balıkesir’de görev yapıyordum. Bir gün hanımla birlikte bir alışveriş merkezine girdik. Biz erkeklerin kaderi olduğu üzere, hanımın girdiği ve zerre merakımı celb etmeyen bir dükkânın kapısında hazır kıta bekliyordum. :):):)
Tanımadığım bir numara beni aradı. Normalde pek tanımadığım numaraları açmam. Yapacak başka işim olmayınca açtım. Açar açmaz tok ve kaba bir erkek sesi; “Abdullah, ben Taner” dedi. O sıralar 41 yaşındaydım, tam 25 yıl öncesine gitti hayalim, hatıralarım. Çok ta nazik olmayan bir ses tonuyla; “Buyur!” dedim.
“Senin numaranı filankesten aldım. Seninle bir şey konuşmak istiyorum, müsait misin? (Ses vermedim) “Ben umreye gideceğim, gitmeden önce insanları arıyorum, üzerimdeki haklarını helal ettiriyorum” dedi.
Ben hala mevzuyu nereye bağlayacak diye merak ederken o devam etti:
-Biz Turgay ile lise sonda İngilizce hocasını kafaladık (ifade ona ait), birlikte plan-düzen kurduk, senin notlarını bile isteye düşük verdi, böylece senin okul birinciliğini elinden aldık.
-Niye, Taner, niye? diye 25 yılın birikmiş sorgulamasıyla feveran ettim.
-Toyduk, gençtik, hak hukuk nedir bilmiyorduk! dedi.
-Peki, birader 25 yıl sonra bugün ben ne yapayım? dedim.
-Hakkını helal et, ben umreye gidiyorum. dedi.
- Taner, dedim, 41 yaşındaki ben helal edeyim etmesine de 16-17 yaşındaki yarınlara umutla, heyecanla, şevkle bakan; geleceğini planlarken tek dayanağı, tek umudu okul birinciliği olan o genç çocuk size hakkını nasıl helal edecek? dedim.
Ne yazık ki empati yap(a)madı Taner: “Birader helal et işte, çocuktuk, bir hata yaptık!” dedi.
-Peki, birader, dedim. Bütün derdin bir hakkın ağızdan çıkan kuru bir helal olsun sözüyle helal edilmesi ise; “Helal olsun!” Ama emin ol, ben helal etsem de o 16-17 yaşındaki, umutlarıyla hayalleriyle oynanmış o genç helal etmeyecektir! dedim ve hüzünle kapattım telefonu.
O günden sonra, bu hadise hatır ve hayalime her geldiğinde, Diyarbakırlı Said Paşa’nın şu dizeleri dilime pelesenk oluyor:
“Sen usandırma eli el de usandırmaz seni
Hilekârlık eyleme kimse dolandırmaz seni
Dest-i a’dâdan soğuk su içme ki kandırmaz seni
Korkma düşmandan ki ateş olsa yandırmaz seni
Müstakîm ol Hazret-i Allah utandırmaz seni”
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.