Prof. Dr. Abdullah YILMAZ
Bezm-i Elest ve Kardeşim Cemal
Mülkiye 1. sınıfa başladığım günü hiç unutmuyorum. Şarkın, taşranın en ücra sınır kasabalarından birinden çıkıp memleketin kalbine, başkentine gelmiş idim.
Toy, garip ve kimsesiz ruh hâliyle etrafa bakınıyordum. O güne kadar yaşadığım iklimden, aldığım terbiyeden, sahip olduğum değerlerden çok uzak bir fizikî ve mânevî ortama düşmüştüm.
İlk dersimiz Bülent Daver isimli bir siyaset bilimcinin dersiydi. Dedem yaşında, ayakta zor duran bir kibir abidesiydi. "Dünyada iki buçuk siyaset bilimi profesörü var: Biri ben, biri ünlü Fransız siyaset bilimci Maurice Duverger, biri de benim asistanım (o sıralar 5 yıllık profesör olan) Mehmet Ali" derdi. :) :)
Hâsılı "ceset ihtiyarladıkça enaniyetin gençleşip, kuvvetlenip firavunlaşması"nın mücessem bir numunesiydi.
Daver'in âdetiymiş. İlk dersinde tek tek hepimizi kaldırıp adımızı, soyadımızı, memleketimizi ve mezun olduğumuz liseyi sorardı.
İşte kardeşim Cemal'i ilk o gün gördüm, uzaktan. Hafızamı ve hatıramı zorladıkça önce sesinin dikkatimi çektiğini hatırlıyorum. Sanki ötelerden gelen, muhatap olduğu insanın kalbine, ruhuna anında te'sir eden, sekinet verici bir sesi vardı.
"Ruhlar toplanmış cemaatler (gibidir). Onlardan birbiriyle (önceden -bezm-i elestte) tanışanlar kaynaşır, tanışmayanlar ayrılırlar" hadisinin müşahhas bir numunesini yaşıyordum.
Önce duyduğum o sesi, sonra dikkatli bakınca uzaktan gördüğüm o simayı önceden tanıdığıma, onunla tanış ve kardeş olduğumuza yemin edebilirdim.
O gün ne kadar uğraştıysam da bir daha göremedim kendisini. Aradan birkaç gün geçmeden sevk-i kaderî ile koridorda karşılaştık. Hemen tanışıp kaynaştık. "Ben okurmuşum o da yazarmış Nur külliyatını." Bir araya gelince okur-yazar olduk, anlayacağınız! :) :)
Artık her günümüz beraber geçiyordu, derslerde yan yana oturur, özellikle Sosyoloji, Anayasa Hukuku ve Türkiye'nin Toplumsal Yapısı derslerinde dine, dindarlara yöneltilen saçma sapan eleştirilere yerimizden fırlayarak Nur külliyatından cevaplar yetiştirmeye çalışırdık.
İbrahim Sadri'nin o meşhur dizelerinde ifade ettiği gibi;
"Bir deli gençliği birlikte düşürmüştük yollara!
Bir yüreğimiz vardı ve onu koymuştuk ortaya!"
Her gün birbirimize kaç sayfa kitap okuduğumuzu/yazdığımızı sorar, takva ve amel-i salih noktasında birbirimizi iyiye ve güzele teşvik ederdik.
90'larda bugünkü gibi kampüs içinde hele hele fakültelerin içinde mescit olacak ve siz rahat rahat gidip abdest alıp namaz kılacaksınız. Hayali bırakın, bir rüya, bir ütopyaydı bizim için.
Bugün üniversitelerde nezih mekânlarda ibadetlerini rahatlıkla yapabilen ehl-i iman gençler, İnşaallah, bu nimetin kıymetini biliyordur.
Namaz kılmak için ya Kurtuluş Camiine ya Cebeci'nin yukarıdaki büyük camiine ya da Aziziye adındaki medresemize giderdik.
O, sürekli yanında taşıdığı -sonradan umrecilerin kullandığına şahit olduğum- çantasından yeşil takkesini ve beyaz sarığını çıkarır, ta'dil-i erkân ile huşu içinde öyle bir namaz kılardı ki her defasında ona olan hayranlığım ve takdirim artardı.
3. Sınıfta bir gün en arka sıralarda yan yana oturmuştuk. Hoca ders anlatırken ben önümdeki not defterine şekiller çiziyordum. O ise her zamanki gibi, ders notlarını inci gibi güzel ve latif hattıyla Osmanlıca tutuyordu.
O yılların -bugün hala aynı şekilde- alanında el üstünde tutulan hocalarından Ruhşen Keleş yanımıza geldi. Cemal'in Osmanlıca notlarını görünce alıp baktı; "Sen, Osmanlıca yazmayı biliyor musun?" diye sordu.
"Evet!" dedi Cemal.
Ruşen Hoca o ders notunu sınıftakilere göstererek; "İsmet Paşa da notlarını Osmanlıca tutardı. Osmanlıca yazanlar en hızlı stenolardan daha hızlı not tutabilir!" diye takdirini ifade etti.
Geleceğe dönük planlarımızı konuşurken o her defasında; "Vakıf olacağım, hayatımı iman ve Kur'an hizmetine adayacağım!" derdi.
Benim de kalbimin ruhumun bir taraflarında "Vakıf kalmak" düşüncesi vardı ama ne yazık ki olmadı, olamadı. Va esefa! Keşke olsaydı!
Oysa Aziz Üstad ne güzel bir beşaret veriyordu bana/bize; "Biz öyle bir hakikate hayatımızı vakfetmişiz ki güneşten daha parlak ve cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi şirindir." (Şualar; s. 316)
Derken 4. sınıfın sonunda bendeniz okulu bir sene uzattım, Cemal ise vakt-i saatinde mezun oldu. İman ve Kur'an hizmetine vakf-ı hayat eylemeye başladı.
Bir sene sonra bendeniz Anadoludaki üniversitelerden birinde araştırma görevlisi olarak göreve başladım.
Ben Ankara'dan ayrılınca içtimai hayatın hay huyu içinde irtibatımız koptu. Cemal'den bir daha haber alamadım.
Aradan yıllar geçti. 2010 yılında Kütahya'da görev yaparken, yazıcı kardeşlerimizin içinde faal ve gayretli bir hizmet neferi olan hemşehrim Mehmet Reşit Hocayla tanıştık. Biraz muhabbet ettikten sonra; "Hocam, sen bizim Cemal ağabeyi tanır mısın? O da Mülkiye mezunudur!" dedi.
“Tabii ki tanırım, o benim Bezm-i Elestten dostum ve kardeşimdir!" dedim.
Meğer Cemal kardeşim hâlâ iman ve Kur'an hizmetine vakf-ı hayat eylemeye devam ediyormuş.
Bir süre Anadolu'nun farklı şehirlerinde hizmet ettikten sonra dünyanın farklı kıtalarında insanların imanını kurtarma hizmet ve gayreti ile mesai harcamış ve o tarihlerde yenice İstanbul'a dönmüş, "Hayrat İlim Araştırma Hey'eti"nde iman ve Kur'an hakikatlarına çalışmaya devam ediyormuş.
İnternetten araştırınca kayda alınmış birçok dersine rast geldim. Yine muhabbet ve takdirim artarak onu takip etmeye başladım. Birkaç defa da telefonda görüştük.
Aradan birkaç yıl daha geçti. 2014 yılında Balıkesir'de görev yaparken, bir gün çocuklarla birlikte araçla seyir halindeyken Mehmet Reşit Hoca aradı: “Hocam, Cemal ağabeyimiz rahmet-i Rahman'a kavuştu.”
Ömrümde o güne kadar bir vefat haberinden bu kadar müteessir olduğumu hatırlamıyordum. Hemen aracı bir kenara çektim ve hüzün gözyaşlarına boğuldum.
Gün boyu kendi kendime düşündüm: 20 senelik bir ömür safahatında ben neler yaptım, o neler yaptı?
Ben içtimai hayatın hay huyu içerisinde milyonlarca lüzumsuz iş ve uğraş ile boğuşurken o insanların imanını kurtarma, insanlığı maddî manevî sefalet ve sefahetten kurtarmak için gecesini gündüzüne katarak çabaladı. Belki benim gibi madde aleminde doçent, profesör olmadı ama kalplerin, ruhların muhibbi, halâskârı olarak mânâ aleminde nice şerefler, makamlar, mertebeler kazandı.
Ve yine bir gün iman ve Kur'an hizmetiyle meşgulken, ilmî bir heyet toplantısı sırasında ani bir kalp rahatsızlığı sebebiyle hastaneye kaldırılıp, 13 saatlik bir uğraşın sonunda kurtarılamayarak bu kevn-ü fesat alemine, dünya zindanına ve imtihan meydanına "Allah'a ısmarladık!" deyip vatan-ı aslîsine, meydan-ı tayeran-ı ervaha, çok sevdiği Hüsrev ağabeyine, aziz Üstadımıza ve Nebi-yi Zîşan Efendimize kavuştu.
Ertesi gün Risale Haber'de yayınlanan vefatı ve cenaze merasimi ile alakalı haberde (https://www.risalehaber.com/cemal-ersen-vefat-etti-221206h.htm) 10.000 iman ve Kur'an sevdalısının Isparta'da Terminal Camiinde onu uğurlamaya geldiğini okudum, cenaze merasiminin fotoğraflarını gördüm.
Mehmet Reşit Hoca'nın naklettiğine göre; kalabalığı gören ve o civarda oturan bir Hacı teyze kardeşlerimizden birine heyecanla soruyor; "Evladım, bu hangi büyüğün cenaze merasimi?" Kardeşimiz; "Teyzeciğim, bir ağabeyimiz genç yaşta kalp rahatsızlığı nedeniyle vefat etti, bu cenaze onun cenazesi" deyince teyzemiz heyecanla; "Evladım, ben bu gece rüyamda Resul-ü Kibriya Efendimizi gördüm ve bana dedi ki; yarın burada benim bir kardeşimi uğurlayacaklar!" Ve o gün yine kendi kendime şu soruyu sordum; "Bugün ben vefat etsem, benim cenazeme kaç tane samimi müslüman iştirak ederdi acaba?"
Cenab-ı Hak cümlemize hayatımızı istikamet üzere sürdürüp iman ve Kur'an hizmetinde ayağımız kaymadan, istikametten ayrılmadan kabre ve ötelere nakl-i mekân eylemeyi nasip ve müyesser eylesin, İnşaallah!
Hamiş: Cemal kardeşimden bir fatihanızı esirgemeyin lütfen.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.