Himmet UÇ
Adl ismi ve evrensel denge, Sure-i Rahman ve Bediüzzaman
Rahman suresindeki temaların en önde geleni Allah’ın Adl ismidir. Adl ismi Bediüzzaman’ın tabiri ile “ismi Azam’ın altı nurundan biridir.” Adl isminden doğan ve onun fiilleri muvazene, mizan ve tevzindir. Rahman suresinin tefsirlerinde hep mizan kelimesi terazi olarak alınır ve ölçüyü, tartıyı güzel yapmak yönünde dünyevi bir mana kastedilir. Bediüzzaman mizanı, muvazeneyi, tevzini anlatırken kainat büyüklüğünde bir fiiller yansımalarını nazara sürer ve serer. Ağlıyorum, bu ülkenin aydını gibi geçinen insanlarının bu manayı klasik ve donmuş, asırların heykeline dönmüş meani-i aliyeyi, kainat çapındaki bu teşhis ve gözlemleri görmeyip Bediüzzaman’a bühtan etmelerine. İnsan bu kadar kör olabilir mi, ne olacak “kor kafalılar.” Taif’te taşlanan Nebiler Nebisinin (asm) tepkisi ne kadar anlamlıdır: “Bilselerdi yapmazlardı.” Büyük meleklerin reisleri Taif’i yerle bir etmeyi isterler Hülasa-i Kainattan o da gelecek müminlerin hatırına bu isteğe iyi bakmaz.
Adl ismini bütün ilimlerin verileri ve mizanları ile yazmak… Bediüzzaman nedir? İlim adamı mı, din adamı mı, İslam filozofu mu, ilim felsefecisi mi, kelamcı mı, bütün ilimleri birbiriyle ilişkili şekilde yorumlayan ismi konmamış bir ultra din, dava, iman, İslam adamı mı?
İsmi Adl‘i o kadar geniş bir perspektiften alır ki, bu nasıl müşahade azameti, okyanus gibi bir zihin ve göz, bütün kainatı nazar-ı teftişinden geçirmiş bu üç arkadaş kelimeye göre okumuş, mizan, muvazene ve tevzin. Newton’a demişler “siz büyük insansınız büyük sırlar yakaladınız kainattan.” O muvahhid büyük fizikçi “Ben sırlar okyanusu olan kainattan kıyıda birkaç taş buldum, daha sonsuz şeyler var” demiş. Gidin bu muhteşem surenin tefsirlerine bakın o okyanustan birkaç taş bile bulamamışlar. Adl ismi ile ilgili teşrihi, ameliye-i zihniyesi, analiz ve anatomist tavrı gözlerin ve zihinlerin tedkikat-ı zihniyenin, nazarı amikin Everest tepesi. Kafam ağıldan kaçan koyunları, kuzuları yakalamaya çalışan çoban gibi. Tuttuğum kelimeyi yazıyorum, kaçanın hesabı mı var.
Bediüzzaman ile uğraşanlar Kur’an güneşinin ışıklarını karanlık yüreklerinin zifiri renkleriyle kapatmaya çalışıyorlar.
Allah’ın Adl isminin bütün kainata yansımaları Allah’ın fiillerini okumaktır, insan okuyunca bu büyük failin azametini anlar. Zihninde o azametin tahakkuk ettiği oranda alnını secdeye koyduğunda küçüklüğün bu teşrihatın büyüklüğü ile anlar.
Adl isminin girişinde üç parağrafta bu ismin otuz değişik görünümlerini, yansımalarını, meşhudatı ile anlatır.
Tenasüb, mizan, mevzuniyet, muvazene, nizam, mizan-ı azim-i adalet, müvazene-yi amal, müvazene-i ekber, ism-i adlin cilve-i azamından gelen kainattaki adalet-i tamme, adalet, tevzin.
Bu Adl isminin aşağıdaki gözlemlerle teşrih edilmesi, anlatmanın maya bozucu tesiri ile anlatılmaz, en iyi sevgili metin yüz yüze kalınan metindir, anlamak şartı ile, tarif ve taakkul ile olmaz:
Otuzuncu Lem’anın İkinci Nüktesi
وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَاۤئِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ âyetinin bir nüktesi ve bir İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın altı nurundan bir nuru olan Adl isminin bir cilvesi, Birinci Nükte gibi, Eskişehir Hapishanesinde uzaktan uzağa göründü. Onu yakınlaştırmak için yine temsil yoluyla deriz:
Şu kâinat öyle bir saraydır ki, o sarayda mütemadiyen tahrip ve tamir içinde çalkanan bir şehir var. Ve o şehirde her vakit harp ve hicret içinde kaynayan bir memleket var. Ve o memlekette her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanan bir âlem var.
Halbuki, o sarayda, o şehirde, o memlekette, o âlemde o derece hayret-engiz bir muvazene, bir mizan, bir tevzin hükmediyor; bilbedâhe ispat eder ki, bu hadsiz mevcudatta olan hadsiz tahavvülât ve vâridat ve masarif, herbir anda umum kâinatı görür, nazar-ı teftişinden geçirir birtek Zâtın mizanıyla ölçülür, tartılır. Yoksa, balıklardan bir balık, bin yumurtacıkla ve nebâtattan haşhaş gibi bir çiçek, yirmi bin tohumla ve sel gibi akan unsurların, inkılâpların hücumuyla, şiddetle muvazeneyi bozmaya çalışan ve istilâ etmek isteyen esbab başıboş olsalardı veyahut maksatsız, serseri tesadüf ve mizansız, kör kuvvete ve şuursuz, zulmetli tabiata havale edilseydi, o muvazene-i eşya ve muvazene-i kâinat öyle bozulacaktı ki, bir senede, belki bir günde hercümerc olurdu. Yani, deniz karma karışık şeylerle dolacaktı, taaffün edecekti. Hava gazât-ı muzırra ile zehirlenecekti. Zemin ise bir mezbele, bir mezbaha, bir bataklığa dönecekti. Dünya boğulacaktı.”
Kuran’ın tefsirinde ilimlerle atbaşı gitmek gerektiğini bu metin ortaya koyar. Dengeyi sağlamak sorunu dinden ziyade ilimleri ilgilendiren bir hakikat ama mizan kelimesinden bütün kainattaki olayları, hem de denetlenmesi zor olan tabiat vakalarını gözden geçiren, teftiş eden bir müteammim nazar, bir kainatı ihata eden dengeyi sağlayan ve denetleyen büyük bir basar nasıl meharetle anlatılmış.
Sel gibi unsurlar
Esbabın başıboş telakkisi, serseri tesadüf,
Kör ve mizansız kuvvet,
Şuursuz tabiat
Yukarda natüralistlerin telakki ettiği durumları nazara vermiş. Onlara göre elementler nasıl denetlenir, sebebler nasıl kontrol edilir, tesadüfün rastlantıları, kuvvetin mizansız ve dengesiz olması, tabiatın yaptığı işin hikmetini ve gayesini düşünemeyip şuursuz olması, bütün bunlar tabiiyyunun bakışının özneleri. Öyle olsaydı bu düzenli ve dengeli kainat nasıl olurdu. Madem oluyor demek onların mizaçlarını denetleyen bir büyük hakim göz var. İlimlerin handikaplarını bilen bir büyük zeka ve müşahade gücü ile bunlar görülür ve yorumlanır. Muvazene-i eşya ve muvazeneyi kainat bozulmuyor o halde bak şu dengeyi sağlayana gücüne, bu kadar birbiri içinde şeyi birbirinin sınırına sataşmadan yönetmek… İşte Allah bu.
Üniversitede Allah’ın kontrolünde bir ilimler dünyasını anlatmazsanız öznesi olmayan sayısız cümleler grubunu anlatırsınız, dinsizlik dersi resmen. Siyaset büyük gibi görünen küçük işlerle meşgul ama asıl mesele bu. Ülkede tırmanın çok yönlü kimliksizlik, dini, milli ve tarihi ve ilmi buhran çözülmeli, yoksa ateizm hızını kesmez. Kimse Allah’ı inkar etmiyor ama kainattan, hocalar da dahil Bediüzzaman gibi adl ismini bütün kainatın safahatında gören bir mantık yok. Tıpkı Kureyş gibi Allah’a inanıyorlar ama putlarını da terketmiyorlar.
Hareket halindeki durumlarda mizanı, dengeyi, muvazeneyi sağlamak, Allah’ın işidir. İnsanlar sabit ve hareketsiz şeylerde umumiyetle mizanı ve dengeyi sağlar.
İşte, cesed-i hayvânînin hüceyrâtından(1) ve kandaki küreyvât-ı hamrâ ve beyzâdan (2)ve zerrâtın tahavvülâtından (3)ve cihazat-ı bedeniyenin tenasübünden tut,(4) tâ denizlerin vâridat ve masarifine,(5) tâ zemin altındaki çeşmelerin gelir ve sarfiyatlarına,(6) tâ hayvânat ve nebâtâtın tevellüdat ve vefiyatlarına,(7) tâ güz ve baharın tahribat ve tamiratlarına,(8) tâ unsurların ve yıldızların hidemat ve harekâtlarına,(9) tâ mevt ve hayatın, ziya ve zulmetin ve hararet ve burudetin değişmelerine ve döğüşmelerine ve çarpışmalarına. (10)
Hücreler/alyuvar akyuvar/atomlar/bedenlerin uzuvları arasındaki birbirinin durumunu bozmayan denge/denizlerin gelir-gider dengesi /yer altındaki çeşmelerde suyun dengesi/canlılar doğum ölüm dengesi/baharın tamir güzün tahribi dengesi /elemenlerin ve yıldızların dengesi, ölüm-hayat, sıcak-soğuk, karanlık-ışık dengesi.
Bunlar klasik din adamı tesbitleri olamaz, orta yerde bütün ilimlerin dengelerini, topyekün birlikte dengelerini okumuş, tetebbu etmiş, ihata edilmez bir müşahade sahibi var. Kopernik sadece yıldızları izlemiş, Bediüzzaman şu metinde otuz değişik durumu, kompleks, iç içe ilmi realiteleri denetlemiş. Bu ne kadar harika bir durum. Ben batılı ilim adamlarının denge konusundaki fikirlerini bulmak için kitaplar aradım taradım, belki vardır ama bulamadım. Onlarla Üstadı karşılaştırmak istedim. Bu kadar saygı değer bir insanı hala en adi şeylerle itham eden bakanlık koltuğunu kirletmiş zavallı ötesi adamlar… Ne yaparsın herkes ötedeki yerini yapacak. Zavallı, müminlerin arasındaki ilahi rabıtaları muzır görüp onları sökmeye çalışmak, ne garip değil mi? Bediüzzaman‘ı hapislerde zulümle çürütmek isteyen insanların tavrı tam düşmanlıktı ama korkuları da yoktu. Şimdikiler münafıkane, hayatından cımbızla farklı yorumlara açık kısımları alıp yıkmaya çalışmak, bu milletin üstünde sinek pisliği gibi duran zavallılar. Arap atasözünü Süleyman Nazif İstanbul’u işgal eden İngilizlere söyler.
Sen sabret ama zaman sabretmez. Takdir-i Hüda kuvve-i bazu ile dönmez/bir şemaki Mevla yaka üflemekle sönmez.
“O derece hassas bir mizanla ve o kadar ince bir ölçüyle tanzim edilir ve tartılır ki, akl-ı beşer hiçbir yerde hakikî olarak hiçbir israf, hiçbir abes görmediği gibi, hikmet-i insaniye dahi herşeyde en mükemmel bir intizam, en güzel bir mevzuniyet görüyor ve gösteriyor. Belki, hikmet-i insaniye, o intizam ve mevzuniyetin bir tezahürüdür, bir tercümanıdır. Hiçbirşey yoktur ki, hazineleri bizim yanımızda olmasın. Herşeyi biz belirli bir miktar ile indiririz.”
Yukarıda onu aşkın denge örneklerini tabiattan ve insandan okumuştur. Hayvanın hücreleri arasındaki denge/bu biyolojinin konusu. Alyuvar, akyuvar arasındaki denge/bu tıp ve bütün ilimlerin konusu. Atomların hareketlerindeki denge / fizik, kimya daha neler.
Bedendeki tenasüb /tenasüb estetik bir kelime görüntü, ağırlık, renk ve benzeri şeyler arasındaki uyum/görüntü estetiği bütün sporların, fitneslerin konusu. Çarşıda bak göbekler fırlamış, yüzü saç, sakal, kıllar basmış, bütün bunlar görüntü estetiği ve tenasübün konusu.
(Yukarıda muvazenesi sağlanan varlıklar ve canlılar anlatılır, yine fiiller hareket halindeki fiillerdir. Tahavvülat, varidat, masarif, gelir ve sarfiyat, tevellüdat, vefiyat, tahribat, tamirat, hidemat ve harekat, değişme, döğüşme, çarpışma.) Tam ondört hareket ifadesi ve bunlarda denge muvazene sağlamak. Ya bunu kainattan okumak. Muhayyirül ukül bir göz ve hayal ve zeka ve müşahade…
“İşte, gel, Güneş ile muhtelif on iki seyyarenin muvazenelerine bak. Acaba bu muvazene, güneş gibi, Adl ve Kadîr olan Zât-ı Zülcelâli göstermiyor mu? Ve bilhassa, seyyarattan olan gemimiz, yani küre-i arz, bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede gezer, seyahat eder. Ve o harika sür’atiyle beraber, zeminin yüzünde dizilmiş, istif edilmiş eşyayı dağıtmıyor, sarsmıyor, fezaya fırlatmıyor. Eğer sür’ati bir parça tezyid veya tenkis edilseydi, sekenesini havaya fırlatıp fezada dağıtacaktı. Ve bir dakika, belki bir saniye muvazenesini bozsa, dünyamızı bozacak, belki başkasıyla çarpışacak, bir kıyameti koparacak.
Ve bilhassa zeminin yüzünde, nebâtî ve hayvânî dört yüz bin taifenin tevellüdat ve vefiyatça ve iaşe ve yaşayışça rahîmâne muvazeneleri, ziya güneşi gösterdiği gibi, birtek Zât-ı Adl ve Rahîmi gösteriyor.
Ve bilhassa o hadsiz milletlerin hadsiz efradından birtek ferdin âzâsı, cihazatı, duyguları o derece hassas bir mizanla birbiriyle münasebettar ve muvazenettedir ki, o tenasüp, o muvazene, bedâhet derecesinde bir Sâni-i Adl ve Hakîmi gösteriyor.”
(Gezegenler, güneş, küreyi arz, zemin yüzünde nebati, hayvani taifeler, bu milletlerin birinin azaları arasındaki mizan ve tenasüb.)
“Ve bilhassa her ferd-i hayvânînin bedenindeki hüceyrâtın ve kan mecrâlarının ve kandaki küreyvâtın ve o küreyvattaki zerrelerin o derece ince ve hassas ve harika muvazeneleri var; bilbedâhe ispat eder ki, her ¸eyin dizgini elinde ve her ¸şeyin anahtarı yanında ve bir ¸ey birşeye mâni olmuyor, umum eşyayı birtek şey gibi kolayca idare eden birtek Hâlık-ı Adl ve Hakîmin mizanıyla, kanunuyla, nizamıyla terbiye ve idare oluyor.”
(Mercek daha inceldi, hücreler, kan mecraları, alyuvar, akyuvarların muvazenesi.)
“Haşrin Mahkeme-i Kübrâsında, mizan-ı âzam-ı adaletinde cin ve insin muvazene-i a’mâllerini istib’âd edip inanmayan, bu dünyada gözüyle gördüğü bu muvazene-i ekbere dikkat etse, elbette istib’âdı kalmaz.”
(Bu muvazeneyi sağlayan insanın amellerini muhasebede zorlanır mı? Sonra insana bağlar, onun amellerini aynı muvazene ile nazara verir.)
“Ey israflı, iktisatsız, ey zulümlü, adaletsiz, ey kirli, nezafetsiz, bedbaht insan! Bütün kâinatın ve bütün mevcudatın düstur-u hareketi olan iktisat ve nezafet ve adaleti yapmadığından, umum mevcudata muhalefetinle, mânen onların nefretlerine ve hiddetlerine mazhar oluyorsun. Neye dayanıyorsun ki, umum mevcudatı zulmünle, mizansızlığınla, israfınla, nezafetsizliğinle kızdırıyorsun?
Evet, ism-i Hakîmin cilve-i âzamından olan hikmet-i âmme-i kâinat, iktisat ve israfsızlık üzerinde hareket ediyor, iktisadı emrediyor.
Ve ism-i Adlin cilve-i âzamından gelen kâinattaki adalet-i tâmme, umum eşyanın muvazenelerini idare ediyor. Ve beşere de adaleti emrediyor. Sûre-i Rahmân’da, ….. âyetindeki, dört mertebe, dört nevi mizana işaret eden, dört defa mizan zikretmesi, kâinatta mizanın derece-i azametini ve fevkalâde, pek büyük ehemmiyetini gösteriyor. Evet, hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde de hakikî zulüm ve mizansızlık yoktur.
(Mizanın azametinin derecesini nazara verir.)
“Ve ism-i Kuddûsün cilve-i âzamından gelen tanzif ve nezafet, bütün kâinatın mevcudatını temizliyor, güzelleştiriyor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor.
İşte, hakaik-i Kur’âniyeden ve desâtir-i İslâmiyeden olan adalet, iktisat, nezafet hayat-ı beşeriyede ne derece esaslı birer düstur olduğunu anla. Ve ahkâm-ı Kur’âniye ne derece kâinatla alâkadar ve kâinat içine kök salmış ve sarmış bulunduğunu ve o hakaiki bozmak, kâinatı bozmak ve suretini değiştirmek gibi, mümkün olmadığını bil.
Ve bu üç ziya-yı âzam gibi, rahmet, inâyet, hafîziyet misilli yüzer ihatalı hakikatler haşri, âhireti iktiza ve istilzam ettikleri halde, hiç mümkün müdür ki, kâinatta ve umum mevcudatta hükümfermâ olan rahmet, inâyet, adalet, hikmet, iktisat ve nezafet gibi pek kuvvetli, ihatalı hakikatler, haşrin ademiyle ve âhiretin gelmemesiyle merhametsizliğe, zulme, hikmetsizliğe, israfa, nezafetsizliğe, abesiyete inkılâp etsinler?
Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! Bir sineğin hakk-ı hayatını rahîmâne muhafaza eden bir rahmet, bir hikmet, acaba haşri getirmemekle, umum zîşuurların hadsiz hukuk-u hayatlarını ve nihayetsiz mevcudatın nihayetsiz hukuklarını zayi eder mi? Ve, tabiri caizse, rahmet ve şefkatte ve adalet ve hikmette hadsiz hassasiyet ve dikkat gösteren bir haşmet-i Rububiyet ve kemâlâtını göstermek ve kendini tanıttırmak ve sevdirmek için bu kâinatı hadsiz harika san’atlarıyla, nimetleriyle süslendiren bir saltanat-ı Ulûhiyet, böyle, hem umum kemâlâtını, hem bütün mahlûkatını hiçe indiren ve inkâr ettiren haşirsizliğe müsaade eder mi? Hâşâ! Böyle bir cemâl-i mutlak, böyle bir kubh-u mutlaka, bilbedâhe, müsaade etmez.
Evet, âhireti inkâr etmek isteyen adam, evvelce bütün dünyayı bütün hakaikiyle inkâr etmeli. Yoksa, dünya bütün hakaikiyle, yüz bin lisanla onu tekzip ederek bu yalanında yüz bin derece yalancılığını ispat edecek. Onuncu Söz katî delillerle ispat etmiştir ki, âhiretin vücudu, dünyanın vücudu kadar katî ve şüphesizdir.
Bediüzzaman “Risale-i Nur’u anlamıyorlar veyahut anlamak istemiyorlar” diyor. Ne garip değil mi, anlamıyanlar kim, anlamak istemeyenler kim, bu tezada, ikileme ne dersin.
“Risale-i Nur’a kalpleri ve akılları musahhar eyle” diye dua eden insan ne kadar metinlerinin insanlara ulaşmasını istiyor ısrarla. Bütün tabiatın tıkanmış anlarını nazara verip peygamberlerin hayatından onlara o anlarda yardım eden Allah şu milletin haberi olmayan hakikatlerle de onların tıkanmış iman ve ubudiyetlerini aç genişlet diyor. Hazreti Musa’ya denizi, Hz. İbrahim’e ateşi, Davut Aleyhisselama dağı demiri, Hz. Süleyman Aleyhisselama cin ve insi, Hz. Muhammed (asm) güneşi ve ayı musahhar eden Allah’a insanların da yardımına Risale-i Nuru koştur demiyor mu… Siyaset suskun, aydınlar karanlıkta kalmış, bizde de rehavet ve lüks. Ne diyeyim acaba?
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.