M. Nuri BİNGÖL
Ağrı çerçevesi ya da Bitlis
Çoban çocuğun verdiği izahat arttıkça çevreyle olan sımsıcak bağ, daha bir kıvamını buluyordu:
“- Teey şu dereye her zaman inerim ben. Dedem anlattıydı bir keresinde, Beg kızı gelin giderken, az ötedeki yardan aşağı mı uçmuş ne. Ne zamandan beridir oraya Gelino kayası denirmiş hep. Belkim gülecen şimdi komutan, bu çayın derinliği ne ola ki koskoca bir gelini yuta, deye... Yutmuş ama işte, ööle anlatır böyükler. Koca koca atalar, tutup yalan mı uyduracaklar bize? “
Elimde eğip büktüğüm, bir yandan da dere kıyısında dinlenme verdiğim erata göz atarken farkında olmadan yamacın kup kuru zeminini çiziktirdiğim uzun çubuğu iki adım ileriye fırlatırken, gülümsememek elimden değildi artık:
“ - Sakın, bunların çoğunu sen uyduruyor olmayasın? “
“ - Ben mi...” diye hüzünle yanıp sönen gözleri yere indi birden, o kadar istememe rağmen, bakışını üzerimde tutmayıp zemindeki ufak taş parçalarına çevirdi. İncecik bir sitem sessizliğine yaslanıp, küskün sesini hissettirmeden yapmadı. “ Bak, kalbimi kırarsın... İki üç günlük dostluğumuzu öyle bir eskitir, delik deşik edersin ki, kalkıp gider ve bir daha da dereye, bu havalide değil de Gelino kayasının berisinden getiririm sürüyü. O zaman ne sen beni, ne de ben seni görürüm.”
“ - Dur, alınma hemen kurban; ne dedim ki sanki... Her uydurulan söz yalan değildir ki hem. Bir işi ya da haberi, o günün şartlarına göre yontmak demektir, o kadar. Bunu hepimiz yaparız ; öyle veya böyle... Hayatın zaruretleriyle, zaruret var zannıyla aklımızı oyalayan içimiz, kimi gün öyle davranmayı pek sever.”
Dere boyundan esmeye duran sıcak ikindi rüzgarıyla yüzümü buruşturma bahanesiyle onun yüz hatlarındaki gevşemeyi sezme gayretim hedefini bulmuştu işte; derin bir soluklanışın ardından, bakışını yerden doğrultmuştu nihayet:
“ - Kos koca irfan adamları bile aynı davranmışlar. Aklıma gelivereni şimdi şudur hemen. Bitlis’i bilirsin. Evliya Çelebi orayı öyle bir anlatır ki muhiti bilen biri adama hem hak verir, hem de gözleri yaşarıncaya kadar güler. “
Yüzündeki rahatlamış ifadenin meraka kaydığını görmek sevindirdi beni. Daha öncesinde, yamacın vardığı tepeye varmış bir keçisini döndürmek için taş atarken gördüğüm meraktan da farklıydı; öğrenme iştiyakıyla haleli.
Büyük bir dikkatle dinlendiğimin farkında olmak, ne yalan söyleyeyim, sıcaktan yapış yapış olmuş üniformamın o halini bile unutturdu bana; burada pek fazla oyalanmanın getireceklerini de... Bir an evvel kışlaya dönüp, tekmil vermeli; sonra da bir koşu, şehrin yolunu tutmalıydım. Mesai bitimine, aha ne kalmıştı?
“- Der ki koca Evliya, Bitlis’e varıp bir odaya misafir oldum. İkram ettikleri kahve fincanını koyacak düz bir yer bulmada zorlandım; onca dağlıktı, eğri büğrüydü yer. Kullandığı kelimeler farklıdır ama manası kısaca böyle. Halbuki Bitlis ve çevresi, dendiği gibi de engebeli filan değildir. Zaten hiç bir yerin vaziyetinin böyle olabileceğini hiç bir akıl kabul edemez. Şimdi hazrete , yalan söylemiş diye bühtan mı edeceğiz; hayır, diyeceğini birazcık gerektirdiği gibi büyütmüş, yani uydurmuş, o kadar.”
Tebessümünden anlıyordum ki ismini üç günden beri söylememede direnen çoban çocuk, bana itimad etmektedir. Eh, meseleyi dallandırıp budaklandırabilirdim öyleyse...
“- Hele benim şehir için bir dediği vardır ki onun, her okuyuşta daha çok keyiflenirim. Güya şehrimden Urfa’ya giderken o kadar sık dut ağacı arasından geçmiş ki başına güneş bile vurmadan, oraya varmış! Hem Birecik’ten ağaca çıkan bir kedi, ancak Halep’te yere inebilirmiş; ağaçlıklar oraya kadar sürer gidermiş. Bizim oraları görmüş olsaydın, yaşamış bulunsaydın muhitimizde, belki gülüşün bir başka genişlerdi. ”
Birden, çocuğun anlatmak istediğini kursağında bıraktığını sezerek sözümü böldüm, duraladım. Hem çok konuşarak da vaktin ölmesine mani olmalıydım. Sesimi neden içime gömdüğümü idrakteydi anlaşılan. Bu yüzden de, çehresindeki ifadeye ne ad koyacağımı bilemedim. İzzet.. belki.
“ - Dediydin ya, her uydurulan yalan değildir deye... Ona dayanıp anlatırım artık. Birazdan kalkıp köyüme dönmem gerekecek, geceye kadar konuşamayız burda; Ağa’ma ne derim sonra... Hemi bugünün yarını da vardır; azıcık meraklan komutan Gelino’ya n’olmuş deye... Murad’ı elbet bilirsin; ondan başka neyimiz var biçim. Kavaklar ondan su içer, kargalar bilem o var diye gelir buraya. Yenilen balıklarla, etrafındaki otlaklar da cabası. Bu Gelino Çayı oraya akar işte; ya Murat? Sizin oralara mı varırmış ne...”
“- Ey Fırat, bir kırat misali şaha kalkarken/ Nerelerde unuttun şimdi mahzun Tuna’yı...” mısralarını mırıldandığımı, çocuğun hatırlatması ile anlayınca toparlanıp işi telaşeye boğmayı denedim.
“ - Gitmeli artık...” dedim. “ Seni köyden beklerler, beniyse...”
Gerisini getirmeden üst cebimden çıkardığım düdüğü öttürerek, yamacın ardındaki vasıtaları işaretledim askerlere;
“ - Hadi uğurlar ola kurban,” deyip sıvıştım yanından. Arkamdan bir çekirge çevikliğiyle sıçrayan sese aldırmadım bile.
“ - Yarın görüşürüz artık kumandan.”
Halbuki bugün gelişimin bile üstlerimin gayretinden kaynaklandığını iyi biliyordum; artık bir daha ne zaman ayağım düşerdi buraya... Belki de hiç dinleyemezdim artık.
Yolda araç camından görünmeye duran küllü ufuk çizgisine bakarak düşünüyordum. Acaba Murad suyu, bizim oralara varınca, halkın gözünde Fırat diye nam mı değiştirmişti? Ya Ferhat... Bilebildiğim kadarıyla kazmayı dağa vurup da suyu bulduran Şirin’in cazibesi, koca bir ırmakta boğulmaya kadar varmıştı. Acaba o sudan kinaye alan halk muhayyilesi Ferhad’ı değiştirip, Fırat mı yapmıştı; bilinmez.
Maziden süzülüp de, artık görünmeye başlayan eğitim alanıyla kışla binasına bakan köprü üzerinden geçerken beni bulunca, gözlük camlarını silme bahanesiyle ceplerimi karıştırdım.
“- Fer’in ışık demek olduğunu eyi biliriz oğul; ‘at’ sonekiyse çokluğu belirtmede... Suyunun bolluğundan, ırmaktaki bol ışıklanmayı, fırat diye kısaltmış eskiler. Atamdan böyle duyduk biz. “
İlk duyduğumda biraz “ şişirme” ya da “ yakıştırma” gibi gördüğüm izah tarzını tekrar hatırlayınca, açıklamayı haklı bir zannın aralığından seyrediyordum artık. Yolun o kadar kısa olmadığını hatırlayarak yolu okuyarak tüketmenin daha münasip olacağını düşünmemde ne beis vardı. İç cebimden çıkardığım kitapçık üzerinde “Cevşen” yazıyordu.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.