Akıl-II

Akıl; hayatın ve varlığın yaratılış gayesini sorgulayan, insanı kâinatın Halık'ına muhatap kılan, mahlûkatın san’atkârını tanımaya müştak ve müstaid olarak yaratılan insani bir cihazattır. Diğer latife ve hasselerden farklı olarak akıl, harici unsurları tanıdığı gibi kendini de tanıyabilen bir istidattadır.

Akıl; Kelam-ı Rahman olan Kur'an’ı anlamaya istidatlı, hilkate dair mes’eleleri taharri edip öğrenmeye iştihalı bir fıtrattadır. Akıl için en ehemmiyetli mes'ele; hayatın gayesini anlamak, isim ve sıfatları ile kâinat Halık’ını tanımak, ‘Hakikat Nedir’ sualine cevap aramak, kalbi ikna edecek izahlara ulaşmaktır.

Akıl; hilkate ve hakikate dair suallerin cevabını aramaz yahut kalbin tatminine medar bir seviyede bulamazsa, neye ulaşırsa ulaşsın içindeki boşluğu dolduramamakta, huzura kavuşamamaktadır.

Aklın mahiyetine ve yaratılış hikmetine dair isabetli tarifler, hayatın varlık gayesinin bilinmesine ve insanın vazife külliyetinin idrak edilmesine de vesile olmaktadır. Yani başta akıl olmak üzere insanın câmiyetine, ind’Allah kerâmet ve şerâfetine alâmet olan tüm latîfe ve hasseleri tanımak, birbirleriyle iltisak ve irtibat cihetlerini anlamak, hayatı ve hayatın en ehemmiyetli gayesi marifetullah ve muhabbetullah gibi külli neticelere ulaşmayı kolaylaştırmaktadır.

Akıl; ruhun derinliklerinde sessizce yaşayan hislerin taleplerini anlayan, onları muhakeme ile temyize muktedir olan, kalbe zarar veren hallerini sınırlayan bir dirayete sahip olduğu anlaşılmaktadır. Aklın, bu “sınırsız” kapasitesini ve “sayısız” hususiyetlerini tanıyamamak, insanı ilim ve marifetten mahrum bırakmakta, faaliyet alanını kısıtlamakta, ondan hakkıyla istifadeyi azaltmaktadır.

Talim-i Esma noktasında melaikeyi geçen, Halife-i Arz olarak seçilen insan için akıl, hilafet rütbesine alamet altın bir taçtır. Her taç gibi onun da ‘kırâtı’ (keyfiyeti) insandan insana farklı olmaktadır.

İnsan akla sırtını döndüğünde, yani onu ehemmiyetsiz gördüğünde, taklidi tercih edip ilim ve tefekküre istiğna gösterdiğinde harekât alanını sınırlamakta, cismani ve hayvani bir hayata razı olmakta, hilafet rütbesinden sukutunu hazırlamaktadır.

İlim ve tefekkür ile meşgul olmak, Kur’an’ı ve kâinatı mütefekkirane okumak akla nefes aldırmaktır. İlim ve tefekkürden uzak durmak, bir yönüyle aklı nefessiz bırakmaktır. İlim ve marifete istiğna gösteren yahut taklidi tercihler ile köhneleşen akıllar bir yönüyle nefessiz yaşamaktadır.

Müstakil düşünmeyi, hür ve özgün fikirler üretmeyi seven, ‘aynilikten’ hazzetmeyen, yeni fikirleri önemseyen aklın, kuvvede pek çok hususiyetlere sahip olduğu görülmektedir. Ancak her akıl mahiyetinde bulunan bu özelliklerini fiiliyata geçirememekte, ilim ve marifet ile kendini yenileyememekte, atalete ve taklide yenilmektedir.

Diğer taraftan dünya muhabbetine kapılan, varlık gayelerini unutan, maddi meşgalelerin kesreti ve kesafeti sebebiyle daralan akıllar, yeni bilgilere olan açlığını görememekte, ilim ve marifet ile aralarına mesafe girmekte, melekelerini köreltmektedir.

Yaratılış gayesini idrak eden, sınırlarını ve haddini bilen, Kur'an tarafından tarif edilen doğruları tasdik ile ilahi emir ve yasaklara itaat eden akılların; vahiy ile beşeriyete takdim edilmiş ilahi bilgi hazinesi Kur’an’dan bağımsız sınırlı görüşleri ile, hayatı ve kâinatı izaha teşebbüs eden filozofvari akıllardan üstün olduğu görülmektedir.

Yani enesine mağlub olan, ‘indi’ yorumlarını mutlaklaştıran, çağın küçük bir firavunu olmaya adım adım yaklaşan Sofestai tarzı akıllar, kendi doğruları dışındaki doğruları reddederek meçhul bir akıbete yürümekte, bilginin istihsalini nefsine nispet ederek “Karun” misali helakete doğru sürüklendikleri müşahede edilmektedir.

Kur’ani doğruları kabul etmekte müşkilat çekmeyen, vahiy ile tarif edilmiş sınırlara ilişmeyen, hür düşünmeyi meslek haline getiren, öğrendikçe cehaletini fark eden, cehaletini idrak ile ilim ve tefekkürde daha ziyade gayrete gelen, dinin esasatını zedelemeyen özgün yorumları önemseyen bir akıl, matlub ve maksudumuz olması gerekmektedir.

Kur’ani hakikatler ile inşa olmuş bir aklın, içinde yaşadığı cemiyet ile müşterek fikri bir alanı, yani ehl-i ihtisas tarafından kabul edilen, İslami olarak ‘icma’ ile isimlendirilen ortak bir paydayı benimsemesi, onun hakka taraf, hakikate sarraf olmasının bir neticesi olduğu düşünülmektedir. İçinde yaşadığı cemiyetin İslami telakkilerini tümüyle reddeden yahut yanlış olduğunu düşünen ‘mutezile meşrep’ bir akıl matlubumuz olmasa gerektir.

Müşterek alanı, yani ‘icmayı’ reddeden akıllar hareket alanlarını daraltmakta, umuma ait müktesebattan mahrum kalmakta, vicdan-ı umumiden haber veren ve “ümmetim dalalet üzerine birleşmez” (İbn-i Mace) rivayetini dikkate almamakta, indi kanaat ve hatalı görüşlerini mutlak doğru sanıp felakete sürüklenmektedir.

Elhasıl; tüm insanlar, hususan müslümanlar için akıl, pahası biçilemeyen pek kıymettar ilahi bir ikram, rahmani bir sermayedir. Bu sermaye ziyadeleşmeden, yani tefekkür, teemmül ve tedebbür gibi faaliyetler ile akıl inkişaf etmeden, kemalat-ı insaniyeye medar mukadder neticeler vücuda gelmemektedir.

Bildikleri ile yetinenler, ‘helmin mezid’ diyemeyenler, tefekkür, teemmül ve tedebbür gibi faaliyetler ile aklî melekelerini inkişaf ettiremeyenler, marifetullahta terakki edememekte, nefsani ve şehvani hislere yenik düşmekte, akıl sermayelerini lüzumsuz işler ile zayi etmektedir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum