Rabbini Tanımadan Kulluk

Beyan-ı Rahman Kur’an, insanların varlık gayesini ‘ubudiyet’ olarak bildiriyordu. İnsanların yaratılış amacını anlatan ayette geçen ‘taabbüd’ kavramına bir kısım müfessirler ‘taarrüf’, yani ‘tanımak ve bilmek’ olarak mana veriyorlardı. Kur’an’ın manevi bir tefsiri olan Risale-i Nur Külliyatı da, insanların varlık âlemine çıkarılma hikmetini ve gayesini; “Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve Ona iman edip ibadet etmek” [1] olarak izah ediyordu. ‘Tanıma’ şartını ‘İbadet’ mükellefiyetinin önüne getiriyordu.

“Ben gizli bir hazineydim, bilinmek ve tanınmak istedim, mahlûkatı yarattım.” [2] Hadis-i Şerifi de mahlûkatın Allah’ı tanıtmak, yani cemal-i ilahiye ayine olmak üzere yaratıldığını ifade ediyordu. Şuur sahibi insanın ise -mahlûkatın varlığından hareketle- Allah’ı tanımak, bîşuur mahlûkata Halık’ı namına şahit olmak üzere yaratıldığı anlaşılıyordu.

Çünkü ubudiyet vazifesinin hakkıyla yerine getirilebilmesi, mabud-u mutlak Allah’ın güzel isimleri ile tanınmasını, eşsiz sıfatları ve şuunat-ı mukaddesesi ile akli ve kalbi alakanın kurulmasını gerektiriyordu.

Ancak müslümanların mühim bir kısmı, Kur'an'da isim ve sıfatları ile tarif ve tavsif edilen tek bir Allah'ı tanımak yerine, taklidi ve tahmini zanlarla sadece Zatı tasdik ediyorlardı. Zahiren Allah’a tapıyorlardı, ancak taptıkları Rablerini tanımıyorlar, isim ve sıfatlarını ve iktizalarını bilmiyorlardı. İsim ve ünvanları ile tanımadıkları bir Zatın kudsi rızasını tahsile çalışıyorlardı.

Atadan tevarüs yoluyla kendilerine intikal eden, cevheri sönmüş ‘küllenmiş’ bir inancı taşıyorlar, bunu hakiki iman zannediyorlardı. Meratib-i imaniyenin nihayetinden haber veren, iz’an ve yakin ile salabeti intaç eden bir haletten ziyade ‘iltizam seviyesinde’ hakka taraftarlık gösteriyorlardı. İman iddiasının kendilerine yüklediği ağır sorumlulukların birçoğunu bilmiyorlardı.

Dolayısıyla Rahman’ın razı olduğu bir hayatı tahakkuk ettirme, İslam medeniyetini inşa ile din-i İslam’ı dünyanın gündemine getirme gibi yüksek hedeflerden habersiz yaşıyorlardı.[3] böyle yüksek idealler, yani gaye-i hayal olmayınca yahut unutulunca zihinler ‘benliğin ve şehvetin’ hâkimiyetine geçiyor, yaratılış gayesi olan marifetullah ve muhabbetullah gibi ulvi hakikatlerden gittikçe uzaklaşıyorlardı.

Dünyayı asıl, ahireti üçbeş günlük fasıl zanneden bu mukallit zümre, Allah’ı isimleri ile tanıtan ‘Esma’nın Şehri’ olan dünyanın birinci yüzünü bilmiyorlar veya ilgilenmiyorlardı. Esma’ül Hüsna’nın eşsiz cilvelerini ve benzersiz renklerini gösteren harika eserlere ‘mana-yı harfi’ ile bakamıyorlar, tarifsiz ruhani lezzet durakları olan ‘esmaî tecelliller’ ile irtibat kuramıyorlardı.

Dünyanın melekût ciheti ile, yani Esma-i İlahiye cephesiyle alaka kuramayınca, manevi mükellefiyetleri yerine getirmekte zorlanıyorlardı. Daha çok nefsin hevâsatına bakan dünyanın üçüncü yüzü ile meşgul oluyorlardı.

‘Elmasa cam, cama elmas fiyatı ödüyorlar’, ebedi ödül diyarı cennete ucuza ulaşmayı umuyorlardı. Cum’adan Cum’aya, bayramdan bayrama ikinci bir hayata hazırlık yapmaya çalışıyorlardı. Dünyevi zararlar adına ziyadesiyle mahzun, uhrevi kayıplarını umursamıyorlardı.

Şehvani zevkleri ve cismani lezzetleri önceleyen, ‘ben merkezli’ yaşamayı itiyâd haline getiren bu güruh Kur’an’ın; “Hayır! Doğrusu siz çarçabuk geçeni (dünya hayatını ve nimetlerini) seviyor, ahireti bırakıyorsunuz.” [4] şiddetli ikazını duymuyorlar yahut dikkate almıyorlardı.

Bu ashab-ı ehl-i keyif; imana dayanma yerine ‘imkâna’ dayanıyorlar, fani hayatlarını ebedi sanıyorlar, sayılı ömür dakikalarını mâlâyâni işler için severek harcıyorlardı. ‘Tek Dünyalı’ ecnebi milletler gibi yaşayan bu ‘inançlı güruh’, takva gerçeğinden uzakta günahlara olabildiğince açık yaşıyorlar, helal haram mevzuunda hassas davranmıyorlardı.

Adımlarını i’tidal ve istikamet üzere atmakta zorlanan taklidi iman sahibi bu zümre, hayatı buradan ibaret sanan gayr-i müslim toplumlar gibi dünyaya huzuzat ve eğlence merkezli bir anlam yüklüyorlardı.

Huzuru heva-i nefsin tatmininde arıyorlar, sadece cismani arzularını tatmin için yaşıyorlardı. Hasis ve süfli zevklerden bıkınca, kalbi ve ruhi huzura açlık sebebiyle hırçınlaşıyorlardı.

Sonsuz bir hayata çalışmayı ihmal ile, fani ve elemli bir hayatı ebedi ve elemsiz bir saadete tercih edenler için Kur’an; “Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olup onunla tatmin olanlar bizim ayetlerimizden gafil olanlardır.” [5] diyerek, her biri mücessem ayetler (belgeler) olan eserlerden gafletin dünya muhabbetine sebebiyet verdiğini, ahirete yakin nurunu söndürdüğünü bildiriyordu.

Dünyayı konfor diyarı olarak gören, zevk ve eğlence anlamını yükleyen kişilere Nurlu külliyat; “… bu hayatın gayesini "rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârane nimetlenmektir" diyenler, gayet çirkin bir cehaletle; münkirâne, belki de kâfirâne, bu pek çok kıymetdar olan hayat nimetini ve şuur hediyesini ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkir edip, dehşetli bir küfran-ı nimet ederler.” [6] diyerek bu hatalı tercihe dikkatleri çekiyordu.

Okumuş, unvan sahibi olmuş bir üst tabaka ise; ilimden gelen bir enaniyetle, ifade ve makalelerinde ilim ve hikmetle, irade ve kudretle yaratılmış mahlûkatı ‘oluşmuş’ olarak izah ediyorlar, farkında olmayarak o eserlere “halıkıyet ve failiyet” vasıflarını atfediyorlardı. Tabiat risalesinde geçen “teşekkele binefsihi” iddiasına bilmeden destek veriyorlardı.

Elhasıl; imani olarak şirkten ve küfürden, ameli ve ahlaki manada dehşetli sukuttan kurtulmak, tahkiki bir imana ulaşmak için kâinat Halık’ını mevcudat ayinelerinde görülen Esma tecellileri ile tanımak, Sani’i hesabına onlarla alaka kurmayı gerektiriyordu. Esma’ül Hüsna izlerini kâinat simasında görememek, onlar ile akli ve kalbi münasebet tesis edememek, dünyayı zevk merkezli yaşama isteğini tevlid ediyor, insani erdemleri zedeliyor, belki de zehirliyordu.

Ahiret işlerini erteleyenler manen felakete doğru ilerlemekte, ebedi bir saadetten habersiz dünya ile mutmain olmalarına sebebiyet vermektedir. Kâinatın maliki, bütün mahlûkatın Halık’ı Allah’ı isim ve sıfatları ile tanıyamamak, varlık ağacına ve dünya hayatına doğru açıyla bakamamak, dünyevileşme illetini tevlid etmektedir. Rahman’ı isim ve sıfatları ile tanıma olmadan, yani doğru bir Allah tasavvuruna ulaşmadan Şa’n-ı Ulûhiyete layık bir kulluk müşkilleşmekte, Onun razı olduğu İslami bir medeniyetin inşası da gecikmektedir.

[1] Şualar, 100
[2]
Acluni, Keşf’ül Hafa, II/132
[3] “Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. (İnkâra) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını hakkıyla görendir. (Enfal 9; 39)
[4]
Kıyamet 75; 20-21
[5] Yunus 10; 7
[6] Lem'alar, 331

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
11 Yorum