Akgündüz’den Said Nursi şeceresine gelen itirazlara cevap

Akgündüz’den Said Nursi şeceresine gelen itirazlara cevap

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Bediüzzaman Hazretlerinin şecerisne yönelik yapılan eleştirilere cevap verdi

Risale Haber-Haber Merkezi

Bediüzzaman’in Şeceresine yapılan itirazlara cevaplar ve şecerenin hazırlanış hikayesi

20 Aralık 2012 Perşembe günü Bediüzzaman’ın soy ağacını yani mübârek nesebinin şeceresini açıkladıktan sonra, hem bayram havası yaşandı ve hem de aşırı Kürtçülerin ve ırkçı Türkçülerin başına Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın ifadesiyle kıyamet koptu.

1-Şecereyi Tasdik Edenler

Evvela, Bunun en son doğruluk şehâdeti, 20 Aralık 2012 tarihinde Hüsnü Bayram Ağabeyin dilinden dökülmüştür:

1958 yılında Ahmed Fevzi Ağabey Üstad’ı Isparta’da Ziyarete geliyor. Odada üç kişi mevcut: Üstad, Hüsnü Bayram Ağabey ve Ahmed Feyzi. Üstad bu ikisine bakarak:

Kardeşim senin Maidetül-Kur’an kitabında yazdığın hakikatlar (mehdiyyet ve seyyidlik) ile alakalı bütün tesbit ve istihraçların doğrudur. Bu hakikat âleme istikbalde ilân edilecek; ancak ben yetişemeyeceğim, Hüsnü! İnşaallah sen görürsün.

Hüsnü Bayram ağabeyin buna şahit olması resmen yüzüne yansımıştı. Toplantının ardından eve gittiğinde Üstadın bu sözlerinin tahakkuk etmesine sarsılarak ağladığını da daha sonra anlatmıştır. (1)

Sâniyen, 27 Mart 2013 tarihinde bizim açıkladığımız belgeler üzerine şahsımıza bazı ırkçı kesimler tarafından yapılan hücumları duyup üzülen ve Üstadı hayatında ziyaret eden Mevlüt Gönen Ağabey, Osmanlı Araştırmaları Vakfına kadar gelerek, Abdülmecid Efendi’den naklen aynen şunları anlattı:

Bizim şeceremiz sahidir ve hiçbir şüphe yoktur; baba tarafından Hasanîyiz ve anne tarafından Hüseynîyiz. Ancak Seydâ (Üstadı kasdediyor) bunu açıklamamızı yasakladı; zira bu asırda herkes seyyidim diyor ve bir de nazarlar Nurlara çevrilmelidir; şahsımıza değil.

Sâlisen, başta Hulusi Yahyagil, Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Salih Özcan ve kısaca Bediüzzaman’ın bütün talebeleri hiçbir istisna bulunmadan bu açıklamaları tasdik eylediler. Sağ olanlar teşekkürlerini ifade ettiler. Diyarbakır’da görülen sâdık bir rüyada Resulüllah’ın ifade ettiği gibi;

Molla Said bendendir. Akgündüz Hoca bilinen bir hakikatı âleme ilan eyledi.

sadâsı bütün Nur Cemaati tarafından tasdik ve tebrik edildi.

2-Başlarına Kıyamet Kopan Irkçı Tenkitçiler ve İddiaları

Bunları üç grupta toplamak mümkündür.

Birinci grup, ırkçı Türkçülerdir ki, eskiden Türkiye Gazetesinde maalesef başyazarlık yapan ve şu anda Sözcü Gazetesinde Ergenekoncuların sözcüsü olan bir yazar bundan rahatsız oldu. Bunu gayet normal karşıladık. Zira bunlar ve benzerleri 100 yıldır Bediüzzaman’ı Kürtçü ve bölücü ilan ederek güneşi balçıkla sıvamak isteyenlerdi.

İkinci grup ise ırkçı Kürtçülerdir ve sahte bir mehdidir ki, Bediüzzaman’ı ırkçılıklarına vesile yaptıklarından hakikatin ortaya çıkması oyunlarını bozdu. Bunların başını Diyarbakır’da Osman Baydemir’e methiyeler yazacak kadar ileri giden ve PKK’li anarşistlerin terör hareketlerini şanlı mücadele diye tavsif edebilen bahtsız bir Hoca Efendi ve onu takip eden bazı bedbahtlardır. Hepsi de Diyarbakırlı bir Mollanın yazdıklarını esas alarak, şecerenin sahte olduğundan tutunuz da Akgündüz’ün şeceresi vasıflandırmasına ve hatta Akgündüz’ün Türkçülüğüne kadar işi götürmüşlerdir. Bunlara cevap vermeye değmez; ancak saf dostlara bazı hakikatleri hatırlatmakta fayda mülahaza ediyoruz. Sahte Mehdi’ye ise cevap vermeye dahi tenezzül etmiyoruz.

Bunlara asıl cevabı Abdülkadir Badıllı Ağabey vermiştir. Onun affına sığınarak bazı tesbitlerini burada aktarmak istiyorum:

“Yazdığın yazılara bir göz gezdirdim.Yazılar 1. sahifesinden 51. sahifeye kadar kısmını, çok fuzuli, bad-ı heva, hayali bir hücum ve bir çeşit şarlatanlıklarla memlu gördüm. Ayet ve hadislerin murad ve maksud manaları çok başka iken, sen kendi kafana göre gayr-ı murad manalara sarfetmişsin. Yani çok itimad ettiğin mollalığının te’villeriyle bazılarını küfürle, dalaletle ittiham etmişsin. Aynı zamanda Hz.Üstadın pozisyonunu mükallidane takınarak yaptığın hitaplarda muhatapları cehil ile, ayıb ile fesad ile ittiham etmişsin. Bu davranışın nurun mesleğinin ruhuna, ondaki ihlas, tesanüd, ittihad ve uhuvvetin zıddına,tersine olmuştur.

Senin bu yazılarından anlaşılıyorki, bala-pervazane mollalığınla beraber Risale-i Nurun dakik manalarından çok uzaksın. Bu vaziyeti sana sağlayan şey ise sendeki kendini fazla beğenmekliğindir. Bütün bunlar ise, yatmış olan hevesbar bir fitnenin kapısını açmak, onu ikaz etmektir. Ayrıca senin fare fare telaşlı çırpınman, bir hak namına değil, bir hakkı müdafaa değil tam tersine Kürd ırkının taassubu namına olmuştur. Çünki orta yerde bahsini yaptığın şey yoktur.

Bu meselede senin yapacağın bir tek şey vardır. O da senin yazının 51.sahifeden  sonraki sahifelerde yaptığın gibi Ahmet Akgündüz hoca Hz Üstadın  şeceresini şöyle şöyle hatalarla, yanlışlıklarla tanzim etmiştir diyerek ispatlı bir şekilde hata ve sehivleri ortaya koymaktır. Evet, sadece bunu yapmalı idin, yazmalıydın. Senin Risale-i Nurların dekaikine adem-i vukufiyetini gösteren bir iki örnek gösteriyorum.

Birincisi: Hazret-i Üstad müceddidliğini ve mehdiliğini reddetmediği halde, sen ise kendi kafana göre diyorsun ki, Hz.Üstad üç şeyi birlikte reddetmiştir. Seyyidlik, müceddidlik ve mehdiliği… Oysaki, Hz.Üstad müceddidliği açıkça kabul etmiş. Mehdiliğin üç merhalesinden biri olan imana hizmet, takviye-i akide gibi mehdiliğin şu en birinci merhalesini kendisinin ve talebelerinin ve Risale-i Nurların  ifa ettiğini defalarca söylemiş ve yazdırmıştır. Müceddidlik hususundaki ifadelerinden Sikke-i Tasdik-i Gaybi –Envar Neşriyat Sahife 10 da “…Onun için nurlara o ismi vermek (mehdilik) münasib  görülmüyor. Belki  müceddittir, onun pişdarıdır, denilebilir” demektedir.

Seyyidliğini ise –bana göre– elinde maddi delil olmadığı için ve o zat-ı azim delilsiz davaları öne sürmediği için zahir vaziyete göre hükmeylemiştir. Öbür yanda rivayet yoluyla gelen üç-dört  çok ciddi ve mühim zatların naklettikleri seyyidliği hakkındaki haberler, sadece bir indi te’vile bina edilmez. 

Kendine fazla güvenen ……. isimli zat, kalkıyor, Hazret-i Üstadın hem seyyidliğini, hem müceddidliğini –milli asabiyet namına– ceffel-kalem inkar ediyor.

Netice: Senin bala-pervazane üsluplu kitapçığın neşre girerse, şimdiye kadar Nur cemaati içindeki mevkiin tarumar olup başını yiyen bir vesile olur. Çünki mukabil yazılar yazılacaktır. Sana kardeşçe tavsiyem odur ki; yazınızın 51. sahifesinden sonrakini kısmen neşredebilirsiniz. Kimseyi dine, Kur’ana ve hadise zıd olmakla ittiham etmeyin. Eğer edersen, “Men dakka dukka” kaziyesi mucibince aynı şeylerden müttehem olursun. Sonuçtada Nur’un uhuvvet ve samimiyet mesleği ayak altına alınmış olur. Tenkid yapma demiyorum, ama tenkidi müdâvele-i efkâr içinde, birilerini  ittiham etmeden ve hak namına âlimâne ve mülayimane olmalıdır. Başka bir diyeceğim yoktur.

Bu sözlerden sonra bizim de bir diyeceğimiz yoktur. Gelelim itirazlara:

-Evvela Osmanlı Devleti, Sivas ve Kayseri çizgisinden itibaren Doğu’da kalan Şark Vilâyetleri ve Arap ülkelerindeki siyâdet evrakını Batı bölgeleri gibi tutmamıştır ve yerli Nakib’ül-Eşraflara bırakmıştır. Sadece bazı istisnâ şecereler bulunmaktadır ki, Somuncu Baba’nın ve Seyyid Fehim Arvâsî’nin şecereleri bu grupta yer alan şecerelerdendir. Ancak bütün Nakib’ül-Eşrafları yine Osmanlı Devleti tayin etmiş ve mahallî arşivlerde bunlar muhafaza edilmiştir. Bu sebeple Bediüzzaman’ın mühürlü ve tuğralı şeceresini Osmanlı Arşivinde aramak beyhudedir; ancak onun şeceresindeki bilgileri teyid eden belgeleri aramak mümkündür ki, bunu elimizden geldiği kadar yaptığımız ve bulduğumuz kanaatindeyim.

-Bediüzzaman’ın doğduğu köy o zamanlarda Musul Eyâletine bağlıdır ve bu durum çokça değişikliğe uğramıştır. Bu sebeple onun şeceresini Musul Bölgesinde aramak en makul olanıdır; zira Hıyal Köyü zaten Musul’a bağlı Sincar Kazasındadır.

-Biz böyle bir şecereyi kendimiz üretmedik. Bu belge gelmeden evvel biz Bediüzzaman’ın hem Hasanî ve hem de Hüseynî olduğuna inanıyorduk ve ağabeylerden duymuş ve okumuş idik. Bu şecere Adnan Budak vasıtasıyla Dr. Mahmud Said eliyle bize ulaştı. Diyarbakır’lı Molla’nın iddia ettiği gibi önce ona gitmedi; bilakis rica üzerine bizden izin alarak ilk Dr. Said’in el yazmalarını gördü. Biz de bunları senelerce evvel okuduk; fakat orijinal belgeyi görmeden açıklamadık. Sonradan orijinal belge geldi. Dokuz varaklık kısmını bahsedilen Molla’nın ricası üzerine ona da verdik. Son varak sonradan geldiği için ona verilmedi. Bu meselede parayla yaptırıldı yahut uyduruldu diyenlerin cevabını Allah’a havale ediyorum. Saf dostlara da Dr. Said sağdır ona sorunuz diyorum. Yalanın ve iftiranın ne demek olduğunu, Dr. Akgündüz de en az onlar kadar idrak eylemektedir.

-Daha önce de açıkladığımız gibi, bu şecerenin nasıl hazırlandığını biz de bilmiyor ve hatta kimin hazırladığını da bilmiyor idik. Ancak bahsedilen mühürler, gerçekten Hiyâliyyîn Aşiretinin reislerine ait olduğunu bizzat reisleriyle görüşerek tahkik eyledik. Hatta bunlardan iki reis ile görüşmemizi fotoğraf ile tesbit eyledik. Önemli olan mühürlerin hangi tarihli yahut ne zaman hazırlandığı değil, hazırlanan şecerenin orijinalliğidir. Eski yahut yeni tasdik mühürlerinin bulunuşu, bahsedilen makamların bu belgeleri tasdik manasını taşımaktadır.

-Bu şecereyi hazırlayan Üstad’ın babası tarafından mensup olduğu Sâdât-ı Hıyâliyyîn aşiretinin reisi Hamed el-Hıyâlî’dir. Bu zat Sâdât-ı Hıyâliyyîn’ın Bu-Hüseyin El-Bekr dalına müntesiptir. (2) Hazırlamış olduğu şecereyi tasdik eden Nakib’ül-EşrâfAbdülfettahed Bedreddin, 1935 tarihinde Musul Nakib’ül-Eşrâfıdır. Daha önce TrablusşamNakib’ül-Eşrâflığını da yapan bu zat, Sâdât-ı Hıyâliyyîn’inÂl-i Za’bî kolundandır ve Ali Bekkâr ez-Za’bî’nin torunudur. (3) Şecerede ayrıca Verşan Hâlid el-Hadîdî, (4) Hüseyin es-Sumayda’î ve benzeri şahsiyetlerin de mühür ve tasdiki bulunmaktadır.

-Nakib’ül-Eşraf yazısının bulunduğu Mühürde nakib’ül-eşrafın isminin bulunması lazım diyen arşivci arkadaşımız herhalde çok az nakibül-eşraf mührü görmüşlerdir. Nakib’ül-eşrafın ismi mühürde olacak diye bir kaide de kanun da bulunmamaktadır; ama çoğunlukla isim bulunmaktadır. Yüzlerce şecereyi elinden geçiren Akgündüz’ün arşivinde bunun delilleri çoktur. Üzerinde durulmaya değen bir iddia da değildir. Kaldı ki, keşke Abdülmecid ağabeyin bahsettiği ve ellerinde bulunduğuna inandığımız sahih şecere elimizde bulunsaydı diyoruz.

-Kaldı ki, 25 Mart 2013 tarihinde bu şecerenin kimin tarafından ve nasıl hazırlandığına dair bilgi ve belgeler de elimize ulaşmış bulunmaktadır. Bu tarihe kadar biz de bilmiyorduk.

-En önemli noktalardan bir de Hiyâliyyîn Şeceresini teyid eden yeni iki şecere elimize geçmiş bulunmaktadır. Bunları da yeri gelince yayınlayacağız. Bunların her ikisi de imzalı ve mühürlüdür.

Üçüncü grup ise, saf bazı arkadaşlardır ki, az da olsa Kürtçülük virüsünden etkilenmeye müsait olan şahsiyetlerdir. Bunların içinde ilahiyat hocalarının da bulunması bizi üzmüştür. Bunlardan sevdiğimiz bir âlim, Kardeşlik projesinin gündemde olduğu bir zamanda bunu açıklamanız projeye zarar vermiştir diyebilmiştir. Bu söz zımnen kahraman ve dindar Kürt kardeşlerimize de hakaret sayılabilir. Zira asırlarca Seyyid ve Şeriflere kucak açan bu millet, Bediüzzaman’ın evlâd-ı Resul olması ile iftihâr ederler. Kaldı ki, Kur’anın açıkça muhabbet talep ettiği bir nesle Bediüzzaman’ın intisabını açıklamak neden Kürt kardeşlerimizin İslam kardeşliğine olan imanlarına zarar versin? Nitekim bizim müşahedemiz, tam tersine bu izahların Şark Vilayetlerinde sürur ile karşılandığı şeklindedir.

2-SÂDÂT-I HIYÂLİYYÎN’E AİT BİR BAŞKA ŞECERE

belge.20130331133342.jpg

belge1.20130331133425.jpg

belge2.20130331133438.jpg

belge3.20130331133449.jpg

Elimizde Sâdât-ı Hiyâliyyîn’e ait başka bir şecere daha vardır ve bu aynı sülaleden Seyyid Yunus bin Seyyid Yahya Ağa el-Hiyâlî’ye aittir ve Bediüzzaman ile Şeyh Ebu Salih Şemsüddin Muhammed el-Ekhal El-Hiyâlî (El-Kehhâl) (651-739/1338, Sincar Kazası-Hıyâl) (5) denilen zatta birleşmektedir. Büyük bir Âlim olan bu zat, evvela Şam ve Haleb’in büyük Âlimlerinden ilim tahsil etmiş, sonra Mekke başta olmak üzere bazı ilim merkezlerini gezmiş ve kendisinden İbn-i Teymiye gibi Âlimler ders okumuş ve neticede Sincar’ın bir köyü olan memleketi Hıyâl’e geri dönerek orada vefat etmiştir. (6) Oğullarından biri yani Şeyh Hasan El-Ekhal (775/1373) Seyyid Yunus bin Seyyid Yahya Ağa el-Hiyâlî’nin dedesi ve Şeyh Muhammed Nureddin Ali de Bediüzzaman’ın dedesidir.

3-Şecereyi Kim Hazırladı ve Nasıl Hazırlandı?

Bu şecereyi elimize geçen yeni bilgi ve belgelere göre şu anda birçok akrabası Mardin ve Türkiye’nin farklı şehirlerinde oturan Benî Hilal Kabilesi Mahlemiyye Aşiretinden Abdülkerim hazırlamıştır. 1970’li yıllarda vefat etmiştir. Bunun nesli şöyledir:

Abdülkerim → Molla İbrahim → Molla Abdullah → Molla Muhammed → Molla İbrahim → Beytül-Meleviye (Mollalar Evi = Benî Hilal Kabilesi = Mahlemiye Aşireti).

Şimdi bu zatı dinleyelim:

Ben Irak vatandaşıyım. Benim ailemin önemli bir kısmı şu anda Midyat’a bağlı Şenköy’de yaşamaktadırlar. Bunlar şu anda da Beytül-Meleviye (Mollalar Evi) diye meşhurdurlar. Ben 1910’da Mardin’de dünyaya geldim.  Babam Molla İbrahim köyümüzün imamı idi. Bediüzzman 1894 yılında Mardin’e geldiği zaman onunla buluşan âlimler arasında yer alıyordu. Kardeşlerim Abdurrahman ve Ali, Bediüzzaman’ın kumandası altında Ermeni ve Ruslara karşı Kafkas cephesinde 1916 yılında Bitlis savunması için I. Dünya savaşına katılmışlardı. Bu hadiselerden sonra evvela Suriye’ye ve sonra da Irak’a göç ettim. Uzun süre Melik Faysal’ın korumasında görev aldım. 1935-1937 arası Musul’a bağlı Sincar kazasında Irak Polis teşkilatında çalıştım. Babamı tanıdıkları için Sâdât-ı Hiyâliyyîn bana kefil oldular ve özellikle Seyyid Hamed el-Hiyâlî (Şecerede imzası bulunan  zat) bana çok destek oldu ve beni bütün Irak’taki seyyid ailelerine ve makamlara tavsiye eyledi. Aşağıda isimlerini zikredeceğim seyyidlerin ileri gelenleriyle görüşme ve müzâkere imkânları ortaya çıktı.

Bu seyahatlerde Büyük Ağabeyim Mustafa benimle beraber geziyor ve görüşmelerde Bediüzzaman’ı anlatıyordu, Külliyâtı tanıtıyordu. Onun başına gelenleri naklediyordu ve en son 1949 tarihindeki Afyon Mahkemesinin beraat kararından bahsetti. Gün geçtikçe Türkiye’ye gidip Bediüzzaman ile görüşme aşk ve şevkim artıyordu. 1951 yılında Türkiye’yi ziyaret ettim ancak Bediüzzaman’ı görme şerefine nail olamadım. Ancak artık Irak’a Bediüzzaman’ın Risâle-i Nur Külliyâtı ile birlikte dönüyordum ve hayatım tamamen değişmişti. Yaşadığım sürece Bediüzzaman’a talebe olmaya karar verdim.

En büyük emelim ve gayem Bediüzzaman’ın şeceresini hazırlamaktı. Bunun için önemli saikler mevcut idi:

1-Bediüzzaman hususi sohbetlerinde talebelerine hem Hasanî ve hem de Hüseynî olduğunu ifade eylemişti. Ancak hem Nurları nazara vermek ve hem de enaniyetten kaçınmak sebebiyle bunu açıkça kaleme almıyor ve izhar eylemiyordu. Mahkemedeki sözleri de bunun deliliydi.

2-Bediüzzaman Hz. İmam-i Ali’den zühd dersini aldığını ve Hz. Ali’nin Risâle-i Nur’un üstadı olduğun u açıklıyordu.

3-Risâle-i Nur’un tarikat değil hakikat yolu olduğunu ve Nurların hem Hz. Ali’nın kerâmetiyle ve hem de Gavs-ı Geylânî’nin manevî işaretleriyle müjdelendiğini hatırlatıyordu.

4-Hz. Ali’nin iman hakikatleri konusunda üstadı olduğunu hatırlatan Bediüzzaman, onun tek üstadı olduğunu ve onunla kendisini bağlayanın ise İmam Zeynelâbidîn bulunduğunu ifade ediyordu.

5-Bediüzzaman’ın Abdülkadir Geylani muhabbeti istisnâî bir muhabbet idi ve buna dair Risâle-i Nur’da yüzlerce işaretler bulunmaktaydı. Abdülkadir-i Geylanî onun hem üstadı, hem manevî tabibi ve hem de mürşidi idi.

İşte bu sebeplerle, âl-i beytten olduğunu müşâhede ettiğim Bediüzzamanın neseb-i mübârekini tesbit ve tevsîk için işe başladım. Bediüzzaman’ın şeceresini tesbit eylemek için evvela Allah’a niyazda bulundum. Alan araştırmasından başladım; bütün tarihî kaynaklara ve şecerelere müracaart ettim. Hiyâliyyîn, Hadîdiyyîn ve Sumaydi’ ailelerinin ellerindeki şecerelere ulaştım. Neseb ile alakalı bütün kitapları topladım ve makaleleri değerlendirdim. Irak’ın bütün bölgelerini gezdim ve Türkiye’yi dört defa ziyaret eyledim. Ürdün, Suriye, Lübnan, Mısır (841/1437’de vefat eden Şeyh Alaaddin Ali’nin Camisinde namaz kıldım), Kudüs, Mekke ve Medine’yi dolaştım.

Bütün bu seyahatlerimde her bölgedeki neseb âlimleri ve seyyidlerle görüştüm. Bunlardan özellikle şunları zikredebilirim:

-Şecerede mührü bulunan zatın torunu ve bu mühür kendisine intikal eden Seyyid Hamed (→ Seyyid Hammâdî → Seyyid Hamed → Seyyid Nasr el-Hiyâlî)

-Seyyid Sâlih el-Hiyâlî (Ellerindeki 200 yıllık şecereyi okudum).

-Seyyid Halef el-Hiyâlî (Ellerindeki 200 yıllık şecereyi okudum).

-Seyyid Davud Ağa el-Hiyâlî

-Seyyid Arsan (Abdülkadir Geylan’nin oğlu Seyyid Abdürrezzak’ın torunlarından).

-Seyyid Reşid el-Hiyâlî (Bu zat Seyyid Hasan El-Ekhal’in torunlarından el-Hiyâlî seyyidlerinin reislerinden).

-Seyyid Bû Cum’a ((Bu zat Seyyid Hasan Bedredddin’in torunlarından el-Hiyâlî seyyidlerinin reislerinden).

-Seyyid Muhammed Emin el-Hiyâlî.

-Seyyid Ali bin Süleyman.

-Seyyid Verşan Hâlid el-Hadîdî (Yayınladığımız Şecere üzerinde mührü var).

-Seyyid Hüseyin Sumaydi’î (Irak ve Harran’daki seyyidlerin reislerinden).

-Seyyid Ali Murtazâ (→ Seyyid Abdülfettah → Seyyid Muhammed → Seyyid Bedredddin el-Hiyâlî – 1840 yılında Lübnan Trablus’da dünyaya gelmiş. Osmanlı Devleti onu Nakib’ül-Eşraf olarak tayin eylemiş).

-Seyyid Muhammed Salih bin Ahmed Hatib (Şam’da 1975 yılında buluştum).

-Seyyid Muhammed Süheyl el-Hatib (Ãl-i Hatib seyyidlerinin şeceresini elinde bulunduran zat, Şam’da 1975’da buluştum).

-Şeyh Seyyid Muhammed bin Abdülkadir (Şam’da buluştum).

-Şerif Ahmed (→ Şerif Hıdır → Şerif Abdülkadir → Şerif Ahmed → Şerif Fethullah Efendi (Nakib’ül-Eşrâf) → Şerif Hıdır → Şerif Muhammed → Şerif Mustafa → Şerif Şerif Süleyman → Şerif Mustafa → Şerif Zeynüddin → Şerif Muhammed Derviş (Hiyâlî dervişlerinin reisi) → Şefif Hüsâmeddin → Şerif İkinci Nureddin → Şerif Yahya → Şerif Birinci Nureddin (Şeyh Abdülaziz Geylani’nin neslinden gelen üçüncü Nakib’ül-Eşraf) → Nakib Veliyyüddin → Nakib Zeyneddin (Kendisine 1534 tarihinde Kanuni Sultan Süleyman berat vermiş).

Bunlarla da yetinmedim ve henüz neşredilmemiş yüzlerce şecereyi inceledim ve okudum. Ayrıca neşredilen ve edilmeyen yazma kitaplara, arşiv belgelerine; Kadiriye Kütüphanesindeki bütün kaynaklara hususan hüccet-i şer’iyelere; Osmanlı Salnamelerine; Kadiriye Kütüphanesi ve Arşivinde bulunan bütün vakfiyelere; Geylani ailelerinin ellerindeki belgelere ulaştım. Konuyla ilgisi olan âlimler ve şeyhlerden istifade ettim; hususan Abdülkadir-i Geylanî’nin oğlu Abdülaziz’in torunu olan Seyyid Muhammed el-Hiyâlî’den çok istifade ettim ki, zaten dedesi 1915 yılında Bağdad Nakib’ül-Eşrafıdır ve Kadiriye Tarikatının şeyhidir.

Bağdad’da üç nakib’ül-Eşraf ile buluştum. Hepsi de Seyyid Abdülaziz’in torunlarıydı:

-Nakib’ül-Eşraf Mahmud Hüsâmeddin (→ Nakib Seyyid Abdurrhaman, Kraliyet döneminde ilk Irak Başbakanı → Seyyid Ali → Seyyid Süleyman → Seyyid Mustafa Geylani, 1927’de Nakib’ül-Eşraf).

-Nakib’ül-Eşraf Seyyid Ahmed Asım (→ Seyyid Abdurrahman, 1937’de Nakib’ül-Eşraf).

-Nakib’ül-Eşraf Seyyid İbrahim Seyfeddin (→ Seyyd Mustafa → Seyyid Süleyman, 1953’de Bağdad Nakib’ül-Eşrafı).

Bütün bu araştırmalarımdan sonra şu neticeye ulaştım ki, Bediüzzman Said-i Kürdî, baba tarafından Sâdât-ı Hiyâliyyîn’den ve Hasanî ve anne tarafından ise Sâdât-ı Hadîdiyyîn’den ve Hüseynîdir.

Annesi Nuriye Hânım Hakkari’deki bulunan Fakeyf Aşiretinden olup aslen Sipkan Köyündendir. (→ Tâhir →Abdülkerim, Bitlis’de medfûn → Abdullah, Bitlis’de medfûn → Muhammed → Mennâ’ → Süleyman → Abdurrahman → Abdullah → Muhammed → Hasan → Abdülcebbâr → Ahmed → Hıdır → Hüseyin, Korsınc’da medfûn → Ahmed → Ali Asğar, Sermit’te medfûn → Şemseddin Muhammed Accân el-Hadîd, Muhammed el-Kebîr, Anbar’da medfûn , Sâdât-ı Hadîdiyyenin ve Sumaydi’anın asıl reisi.

Babası Sufi Mirza (Murtazâ) → Ali → Hıdır → Mirza Hâlid → Mirza Reşan, Mirza Peygamber neslinden demektir, Hakkari’deki İsparit aşiretinden → Abdullah → Abdülvehhâb → Abdurrahman, Sermit’de medfûn → Abdullah, Harran’a gelmiş ve burada Bekkâre Sâdâtından bir kızla evlenmiştir; sonra da Hakkari yoluyla Bitlis’e hicret etmiştir. Korsınc’da medfûndur ve Muhâcir Abdullah diye bilinir → Abdürezzak, Mısır’dan Hama’ya bağlı Ma’arratün-Nu’man’a gelmiş ve Abdürrezzak’ın torunlarından ve amcasının oğlu olan Davudiye seyyidlerinden Davud ile beraber uzun süre kalmıştır. Burada Şeyh Sadaka diye bilinen Şeyh Ahmed’in kızıyla evlenmiştir. (Şeyh Ahmed’in nesli → Mansûr → Süleyman → Davud → Seyfeddin Süleyman → Şeyh Abdülvehhâb → Abdülkadir Geylanî tarzında devam etmektedir) → Şeyh Şemseddin Muhammed → Şeyh Alâaddin Ali → Şeyh Şemseddin Muhammed → Muhyiddin Abdülkadir → Şeyh Nureddin Ali → Şeyh Muhammed Şemseddin (El-Ekhal), Hiyal’da medfûn → Şeyh muhammed Hüsâmeddin Şarşık → Şeyh Muhammed Şemseddin (El-Hettâk el-Hiyâlî) → Şeyh Ebubekir Ebdülaziz, Hiyâl’de medfûn → Şeyh Abdülkadir Geylani.

Risâle-i Nuru tanıyıp okuduktan sonra beş sene Hıyâl’deki mezarını ziyaret edip bütün Risâle-i Nur Külliyâtını mezarın başında okudum. Hıyâl Köyüne Yezidîler hücum edince,  buradaki seyyidler ve şerifler, IX. Hicri asırdan itibaren hicret etmek mecburiyetinde kalmışlardır. Bunların önemli bir kısmı Irak’daki Ninova, Kerkük, Salahaddin, Anbar, Bağdad ve benzeri Irak şehirlerine dağıldılar; Suriye’de Haleb, Hama, Şam ve benzeri şehirlere ve Türkiye’de is Mardin, Bitlis, Diyarbekir ve Urfa’ya ulaştılar. Ayrıca aynı gruptan Mısır ve Malezya’da da mevcuttur. (7)

Bütün bunlardan sonra bizim söyleyeceğimiz bir söz kalmamıştır. Kaldı ki, elimizde olan Sâdât-ı Hiyâliyyîn’e ait bir başka şecereyi de inşaallah neşredeceğiz.

DİPNOTLAR:

 1-Abdurrahman İraz, Soy Ağacı Süreci, https://www.risalehaber.com/soy-agaci-sureci-14198yy.htm 8.1.2013. Bu toplantıya bizzat katılan Abdullah Yeğin, Hüsnü Bayram, Mehmed Fırıncı ve sonradan beyanlarıyla katkıda bulunan Sa’îd Özdemir Ağabeyler aynı hakikatıteyid eylemişlerdir.
2-Gazi İnâd Eş-Şemerî, Aşâ’irBilâd’ür-Râfidîn el-Mu’telifvel-Muhtelif.
3-https://familytree.egypt.com/showalbum.php?albumID=711. 17.11.2012.
4-Bu aşiretin şu andaki reisi VerşanHâlid el-Hadîdî ile Dohuk’ta bizzat görüştük ve kendisi inanılmaz derecede yüzü ve özellikle burnu ile Üstada benziyordu. https://alhadedeen.com/vb/showthread.php?t =1891 17.11.2012.
5-Bu zata ait bir vakfiye için bkz. Şerefüddin el-Geylânî, Tarih’un-Nukabâ, sh. 217 vd.
6-Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Muhammed bin Yahya et-Tâdifî, KitâbuKalâ’id’il-Cevâhir fî Menâkıb-ış-Şeyh Abdülkadir, Kahire: Dâr’-Kütüb’il-Arabiyyetil-Kübrâ, 1331 H.,sh. 53 vd.;Şerefüddin el-Geylânî, Tarih’un-Nukabâ, sh. 69.
7-Bu bilgilerin bizzat bu zatın kaleminden geçen orijinal şekli elimizde bulunmaktadır. İsteyen müracaat edebilir.