Fevzi KARADEMİR

Fevzi KARADEMİR

Akif’in Sultan Abdulhamid’e isyanı

Son zamanlarda, toplum nezdinde önem kazanmış şahıslara çamur atmak, onları değersizleştirmek moda oldu. Çamur atılan, değersizleştirilmek istenen şahıslardan biri de istiklal şairi Mehmet Akif’tir. Genel ağ ortamında Akif aleyhinde yazılan yazılar, yayınlanan videolar gırla. Bunlar, Akif’in öbür (haşa, kara, kirli) yüzünü keşfedip milletimize sunmanın, böylece milletimizi, özellikle de gençliğimizi dalaletten kurtarmanın şevki içinde. Zira bir mücrimi teşhir etmek, milletin onun arkasından gitmesine mani olmak büyük bir vazife, tebliğ, cihat (!)

Akif, daha önce dindarlığından dolayı mürteci olarak yaftalanıp eleştiriliyordu. Bugünse dindar olduğunu zanneden safdillerce Allah’a isyankâr, Abdülhamid düşmanı, İttihat-Terakkici, Vehhabî, reformist, sahabeyi küçümseyen, hafifmeşrep, Türk milletine korkma diyerek Türk milletini tahkir eden, oğlu, damadı ve arkadaşları pespaye bir kişi olarak teşhir edilmeye çalışılıyor. Eleştirilerinin mahiyetine bakıldığında Akif’i yerden yere vuran insanların önemli bir kısmının dinde hassas, akli muhakemede noksan kişiler olduğu göze çarpıyor. Bu tür kişileri, Bediüzzaman, sadîk-ı ahmak olarak niteliyor. Ona göre sadîk-ı ahmak adüvv-üd dinden daha muzırdır (Muhakemat, 34 ). Çünkü bunlar iyilik yapayım derken kötülük yapanlardır. Dine hizmet edeyim derken zarar verenlerdir.

Bazıları da önemli olmak, konuşulmak için ezberleri bozma edasında. Bunlar meşhur olmak için cami duvarını kirletmeyi mubah görenlerdir. Zira onlar için önemli birilerine dil uzatmak, kabulleri alt üst etmek, meşhur olmak için ucuz bir yol olarak görünüyor.

Kibir küpü kalemler, Akif’in mümince şu tezkiyesini -nefsini (Zira kendini kusursuz gören nefsin temizlenmesi, ancak onu kusurlu, kirli görmekle mümkün. bk. Sözler, 477)- suiistimal ederek, bakın, kendisi bile içinin karalığını, öteki yüzünü itiraf etmiş diyor:

Dış yüzüm böyle ağardıkça ağarmakta, fakat, 
Sormayın iç yüzümün rengini: Yüzler karası! 
Beni kendimden utandırdı, hakîkat şimdi, 
Bana hiç benzemeyen sûretimin manzarası.
 (http://dijitalsafahat.com)

Görünen o ki, zıt kutuplar arasındaki çekişmeler azalınca kin ehli, kendi içinden, kinini yöneltecek bir karşı taraf üretme çabasında.

Nedir Akif’in günahları/cinayetleri

En büyük günahı Sultan Abdulhamid’e sövmek, onu tekfir etmek.

Doğrudur. Akif, Sultan Abdulhamid Han’a çok ağır hakaretler etmiştir. Şu sözler ona aittir:

Âh efendim, o herif yok mu, kızıl kâfirdi;
Çünkü bir şey tanımaz, her ne desen münkirdi.

Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamid, 
Koca Şevketli! Hakîkat bunu etmezdim ümid. 

Ah o Yıldız’daki baykuş ölüvermezse eğer, 
Âkıbet çok kötü...” dîbâce-i ma’lûmuyle, 

Ne edeb der, ne hayâ der, ne fazîlet, ne vakar; 
Geyirir leş gibi, mu’tâdı değil istiğfar. 
Aksırır sonra, fütûr etmeyerek, burnumuza... 
Yutarız, çâre ne, mümkün mü ilişmek domuza?
 

Asım adlı şiirinin satır aralarında geçen bu ifadeler, bizim gibi tuzu kurular için yenilir, yutulur cinsten değildir. Zira bizim için (Türkiye’deki herkes için değil tabii ki) Abdulhamid Han, hasta döşeğinde can çekişen annemizi (vatanımızı/milletimizi) sayısız sırtlana rağmen hayatı pahasına uzun süre muhafaza edip hayatta tutmaya çalışmış, fedakâr, müşfik ve şuurlu bir Sultandır.

Ancak biz bunu her tarafın süt liman olduğu bir dönemde, yumuşak koltuklarımızda söylüyoruz. Oysa Akif’in feryat ettiği dönem böyle miydi?

Harâb iller; serilmiş hânümanlar; başsız ümmetler; 
Yıkılmış köprüler; çökmüş kanallar; yolcusuz yollar; 
Buruşmuş çehreler; tersiz alınlar; işlemez kollar; 
Bükülmüş beller; incelmiş boyunlar; kaynamaz kanlar; 
Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar; 
Tegallübler , esâretler; tehakkümler , mezelletler; 
Riyâlar; türlü iğrenç ibtilâlar; türlü illetler; 
Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar; 
Ekinsiz tarlalar; ot basmış evler; küflü harmanlar; 
Cemâ’atsiz imamlar; kirli yüzler; secdesiz başlar; 
“Gazâ” nâmıyle dindaş öldüren bîçâre dindaşlar; 
Ipıssız âşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar; 
Emek mahrûmu günler, fikr-i ferdâ bilmez akşamlar!..

Geçerken, ağladım geçtim; dururken, ağladım durdum; 
Duyan yok, ses veren yok, bin perîşan yurda başvurdum.

İşte İslam coğrafyasını böyle görüyor Akif. Akif’in şiiri tarandığında daha nice buna benzer yürek acıtıcı manzara ile karşılaşılır.

Sultan Abdülhamid kim? Sorumluluk makamında oturan kişi. Müslümanların Sultanı, en önemlisi Halifesi.

Ya Akif,

Şiir için ‘göz yaşı’ derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!
Ağlarım ağlatamam, hissederim söyleyemem;
Dili yok kalbimin ondan ne kadar bizârım!

diyen hisli şair.

Onun idealindeki yönetim Ömer’ce bir yönetim:

Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu, 
Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu! 
Bir ihtiyar karı bî-kes kalır, Ömer mes’ul! 
Yetîmi, girye-i hüsrân alır, Ömer mes’ul! 
Bir âşiyân-ı sefâlet bakılmayıp göçse: 
Ömer kalır yine altında, hiç değil kimse!
 

O da tıpkı kızdığı Sultan Abdulhamid gibi sırtlanların farkında:

Artık ey millet-i merhûme, sabâh oldu uyan! 
Sana az geldi ezanlar, diye ötsün mü bu çan? 
Ne Araplık, ne de Türklük kalacak, aç gözünü! 
Dinle Peygamber-i Zîşân’ın ilâhî sözünü. 
Türk Arab’sız yaşamaz. Kim ki “Yaşar” der, delidir! 
Arab’ın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir. 
Veriniz başbaşa... Zîrâ sonu hüsrân-ı mübîn: 
Ne Hilâfet kalıyor ortada billâhi, ne din! 
“Medeniyyet!” size çoktan beridir diş biliyor; 
Evvelâ parçalamak, sonra da yutmak diliyor. 
Arnavutlar size ibret olacakken, hâlâ, 
Ne bu şûrîde siyâset, ne bu fâsid da’vâ? 
Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım, çoğunuz... 
Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz! 
Bunu benden duyunuz, ben ki evet, Arnavud’um... 
Başka bir şey diyemem... İşte perîşan yurdum!..

Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! 
Nerde -gösterdiği vahşetle “Bu: Bir Avrupalı!” 
Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi, 
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
 

Ancak düşündükleri çare farklı. Sultan Abdulhamid sırtlanlardan korumak için çareyi milleti çelik kafeste veya kollarında sıkıca muhafaza etmekte görüyor; Akif ise asıl bu çelik kafesin milleti mahvettiğini, milleti sıkan kolların onu nefessiz bırakıp öldüreceğini, çarenin onu özgür bırakmak, çalışmaya kamçılamakta olduğunu söylüyor:

“Devlet batacak!” çığlığı beyninde öter de, 
Millette bekâ hissi ezilmez mi ki? Nerde! 
“Devlet batacak!” İşte bu öldürdü şebâbı; 
Git yokla da bak, var mı kımıldanmaya tâbı? 
Âfâkına yüklense de binlerce mehâlik , 
Batmazdı bu devlet, “Batacaktır!” demeyeydik. 
Batmazdı, hayır batmadı, hem batmayacaktır; 
Tek sen uluyan ye’si gebert, azmi uyandır. 
Kâfî ona can vermeye bir nefha-i îman; 
Davransın ümîdin, bu ne heybet, bu ne hirman? 
Mâzîdeki hicranları susturmaya başla; 
Evlâdına sağlam bir emel mâyesi aşla, 
Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol... 
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.

Doğduk, “Yaşamak yok size!” derlerdi beşikten; 
Dünyâyı mezarlık bilerek indik eşikten! 
Telkîn-i hayât etmedi asla bize bir ses; 
Yurdun ezelî yasçısı baykuş gibi herkes, 
Ye’sin bulanık rûhunu zerk etmeye baktı; 
Mel’un aşı bir nesli uyuşturdu, bıraktı!

Elbette ki Akif’in Abudulhamid’e yönelik ifadeleri ağırdır. Ortada anormal tepkiler vardır. Ancak bizlere düşen bu tepkilerin kendisini dilimize dolamak değil, onun arkasındaki saikleri anlamaya çalışmaktır. Bunun için öncelikle şu sorunun cevaplanması gerekiyor: Akif’in bu tepkileri şahsi ihtiraslardan mı yoksa dava ruhundan mı kaynaklanıyordu?

Akif’in bunu şahsi menfaatleri için yapmadığına fiilleri ve şiirleri şahittir. Zira Akif’in iyi bir söz ustası olduğu bilinen bir gerçektir. Şayet o, sözünü, kalemini menfaatleri için kullansaydı, birçok dalkavuk gibi başta Sultan Abdulhamid olmak üzere hemen her yöneticinin yakınına sokulabilir, yanlarında payedar olabilirdi. Ancak o, gerektiğinde menfaatlerini tepmiş; ümmetin derdi için risk almayı, rahatına yeğlemiştir. Kaldı ki, Akif sadece Sultan Abdulhamid’e değil, İttihad-Terakki ve Cumhuriyet yönetimlerine de gerektiğinde tavır almıştır:

Ağlasın milletin evlâdı da bangır bangır, 
Durma hürriyyeti aldık diye, sen türkü çağır! 
Zulmü alkışlayamam, zâlimi aslâ sevemem; 
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. 
Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ, boğarım... 
– Boğamazsın ki!

– Hiç olmazsa yanımdan koğarım! 
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam; 
Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam. 
Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle. 
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle. 
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum? 
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum. 
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim. 
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim. 
Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım. 
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım. 
Zâlimin hasmıyım amma severim mazlûmu... 
İrticâın şu sizin lehçede ma’nâsı bu mu?
 

Yine fiillerinden ve şiirlerinden hareketle diyebiliriz ki, onun derdi, genelde İslam ümmetinin, özelde Osmanlı devletinin perişaniyetidir. O, millete karşı yavrusunu kurtarmak için alevlerin içine atlayan, ölüm döşeğindeki yavrusuna deva bulmak için diyar diyar gezen, gerektiğinde yavrusu için arslanla pençeleşen müşfik, mustarip yürekli bir baba edasındadır:

Gitme ey yolcu, berâber oturup ağlaşalım: 
Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım: 
Ne yapıp ye’simi kahreyleyeyim, bilmem ki? 
Öyle dehşetli muhîtimde dönen mâtem ki!.. 
Ah! Karşımda vatan nâmına bir kabristan 
Yatıyor şimdi... Nasıl yerlere geçmez insan?

Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perîşandır? 
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurûşandır? 
Hayır, mâtem senin hakkın değil... Mâtem benim hakkım: 
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım! 
Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda; 
Bugün bir hânümansız serserîyim öz diyârımda! 
Ne hüsrandır ki: Şark’ın ben vefâsız, kansız evlâdı, 
Serâpâ Garb’a çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı! 
Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim hercümerc oldu, 
Salâhaddîn-i Eyyûbî’lerin Fâtih’lerin yurdu. 
Ne zillettir ki: Nâkûs inlesin beyni’nde Osman’ın; 
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ’nın! 
Ne hicrandır ki: En şevketli bir mâzî serâb olsun; 
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun! 
Çökük bir kubbe kalsın ma’bedinden Yıldırım Hân’ın; 
Şenâ’atleri çiğnensin muazzam kabri Orhan’ın! 
Ne haybettir ki: Vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş, 
Sürünsün şimdi milyonlarca me’vâsız kalan dindaş! 
Yıkılmış hânümanlar yerde işkenceyle kıvransın; 
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüzbinlerce doğransın! 
Dolaşsın, sonra, İslâm’ın harem-gâhında nâ-mahrem... 
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!

Bütün bunlara rağmen o ağır sözler keşke söylenmeseydi. Özellikle de fıkhî/itikadî manada alındığında ağır ve mesuliyetli bir söz olan kâfir sözü. Ancak dil içi ve dil dışı bağlam esas alındığında, Akif’in bu sözü Allah’ı (cc) inkâr manasında kullanmadığı rahatlıkla söylenebilir. Bu düşüncemiz, zoraki bir tevile değil, bu sözün Türkçedeki kullanım keyfiyetine ve sözü söyleyenin bu inceliği anlayabilecek ilmi ve ahlaki dereceye sahip olduğu kanaatimize dayanıyor.

Konunun anlaşılması için kâfir sözünün sözlüklerdeki anlamlarına bakalım:

Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat:

“(a. i. ve s. küfr ve küfran’dan. C. : kafirun, kefere, küffar): 1. Hakkı tanımayan, bilmeyen, 2. Allah’ın varlığına ve birliğine inanmayan. 3. Küfreden, küfredici. 4. İyilik bilmeyen, nankör.” (Devellioğlu, 1988: 576).

Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü:

“… Bazan sevgili aşığa ettiklerinden dolayı da kâfir olarak nitelenir. Bunda merhametsizlik, Müslümanlara musallat oluş, insanın imanını gidermesi, aşığı aşk şehidi etmesi, hileleri, zünnar saçları vs. hususiyetlerin rolü vardır.” (Pala, 1989: 273).

Büyük Türkçe Sözlük:

Ar. kâfir a. (kâ:fir) 1. din b. Tanrı'nın varlığını ve birliğini inkâr eden kimse. 2. ünl. Sevilen birine takılmak, sitem etmek için kullanılan bir seslenme sözü. 3. mec. Acımasız, zalim kimse.4. hlk. Genellikle Müslüman olmayanlara verilen ad: Kâfirin güçsüz noktaları, köprüleri, kaleleri öğreniliyordu. -N. Araz.” (http://www.tdk.gov.tr).

Misalli Büyük Türkçe Sözlük:

“… 2. Tanımayan, bilmeyen kimse: Kafir- ihsan, kafir-i nimet 3. Yarı sitem yarı sevgi sözü olarak kullanılır: kâfir çocuk.. 4. Uğursuz, kahrolası: Vay mel’un kafir 4. sıf. Divan Edebiyatında siyah renk: Yahya, beni mi buldu hemân kâfir zülfü (Şeyhülislam Yahya).”  (Ayverdi, 2006: 512).

Görüldüğü üzere, Türkçede kâfir sözü, “Allah’ı inkâr eden” manasının dışında “İyilik bilmeyen, nankör, merhametsiz, acımasız, Müslümanlara musallat olan, zalim, uğursuz, kahrolası kimse” gibi anlamlarda da kullanılmaktadır.

Şiirlerinin büyük ekseriyeti ayet ve hadislere dayanan, Kur’an-ı Kerim meali yazmış, Müslümanca yaşayışına yakın arkadaşları şahitlik etmiş bir kişinin, Müslümanların halifesi için kâfir sözünü “Allah’ı inkâr” eden manasında kullanmayacağı açıktır. Dönemin birçok Müslüman aydını gibi Akif de Sultan Abdulhamid’i, açlıktan midesi delinmekte olan hastayı aspirinle besleyen çaresiz bir doktor; işleyen zihinleri durduran, ışıldayan gözleri söndüren, konuşan dilleri susturan, hafiyeleri ile herkese korku salan, kimseyi dinlemeyen, hakikatlere kulak tıkayan (Çünkü bir şey tanımaz, her ne desen münkirdi. ), Müslümanlara musallat olmuş müstebid bir zalim olarak görmekte ve isyanını kâfir sözü başta olmak üzere türlü galiz tabirlerle ortaya koymaktadır.

Her müminin her hali, her fiili mümince olmayabilir. Bir mümin bazen bilerek veya bilmeyerek türlü günahlar işleyebilir, zulmedebilir. Ondan zarar gören bir mümin de onun o mümince olmayan hal ve fiilinden ötürü kâfire ait bir sıfatı ona atfedebilir. İstikameti bulduklarında her ikisi de samimi bir tövbe ve istiğfar ile kurtulabilir.

Akif’i eleştirenler, onun layüsel, layühti olmadığını söylüyorlar. Bu elbette ki doğrudur. Akif de bir kuldur. Hataları olabilir. Ancak bugün birçok yönden takdirle yâd edip saygı duyduğumuz Sultan Abdulhamid de layüsel, layühti değildir ve hiç olamaz. Zira 30 yıldan fazla (31 Ağustos 1876 – 27 Nisan 1909) koca bir imparatorluğa hükmetmiş bir yöneticinin hatadan hali olması düşünülemez. Birçok başarılarına rağmen ona mutlak bir muzafferiyet de atfedemeyiz. Zira öyle olsaydı, onun döneminde Ruslar İstanbul içlerine kadar giremez, kendisi tahttan indirilemez ve müreffeh ülkesinin mutlu hükümdarı olarak ömrü yettiğince tahtında kalırdı. Ama böyle olmamış. Peki, böyle olmaması, kendisinin tahttan indirilmesi, tamamen Akif’in veya Akif gibi düşünen bir kısım vatansever aydının suçu mu?

Sonuç

Bir söz değerlendirilirken o sözü kim söylemiş, ne zaman söylemiş, hangi makamda söylemiş, kime niçin söylemiş, sözün öncesi ve sonrasında ne var gibi ölçütler nazara alınmalıdır.  Eğer alınmazsa ve niyet de üzüm yemek değil, bağcıyı dövmekse o zaman sözün hakiki mesajını değil, anlamak istediğimizi, eleştirimize malzeme oluşturacak olacak manayı anlarız.

Bugün Akif’i acımasızca eleştirenler onun yaşadığı atmosferi teneffüs etmedi. Teneffüs etselerdi nasıl bir tavır sergileyecekleri malum değil. O halde Akif’in, icraatlarından mustarip olduğu yöneticisine yönelik eleştirilerini değerlendirirken itidalli olmalı, belirtilen ölçütleri nazara almalıdır. Aksi halde suizan ve zulmetme ihtimali var.

Ayrıca unutulmamalıdır ki benzer haller Efendimizin (asm) semadaki yıldızlara benzettiği sahabeler arasında da geçmiş ve kendilerince hak bildikleri yolda mücadele eden sahabeler birbirini şehit etmişlerdir. Bize düşen bir tarafı tutup diğer tarafı tezyif ve tekfir etmek, gıybete girmek değil, iftiraktan ders çıkarıp onlara da dua etmektir.

Sözümüzü otuz yıllık yakın arkadaşı Mithat Cemal Kuntay’ın cümleleri ile bağlayalım:

“Bir de benim Akif’im var. Bu Akif, hayatımın otuz üç senesidir. Bu otuz üç senede, o, bir tek defa bayağı olmadı. Onun iç yüzüne baktığım vakit gökyüzüne, denize bakar gibi ferahlanırdım. Sonra onun altmış üç senelik hayatını öğrendim; bu, berrak altmış üç senedir, siyah ve pis tek bir dakikası yoktur.”

“İlk tanıdığımda ona inanmadım. Bir insan bu kadar temiz olamazdı; ’cabotin’di (oyuncu)  ve fena aktör, melek rolünü oynamaktan bir gün yorulacaktı, gayri tabi bir faziletten yorulan yüzünü  bir gün görecektim. Fakat otuz beş sene, bu gün gelmedi.”  (Kuntay, 2007:27, 284).

Not: Bu yazıda Akif’in eleştiri konusu olmuş bir yönü, Abdulhamid Han’a isyanı üzerinde duruldu. Eleştiriye medar diğer yönler kaldı. Zira bir yazının çerçevesi ancak bu kadarına yetti. Nasip olursa eleştiri konusu olmuş diğer yönleri de başka yazılarda ele alınacaktır. Bizim çabamız Akif avukatlığı yapmak değildir. Sadece İslamî bir değere yönelik dayanaksız, kötü niyetli eleştirilere karşı duyduğumuz vicdani rahatsızlığımızı beyan etmektir. Bu arada Akif’i acımasızca eleştiren yazılar burada anılmamıştır. Bunun nedeni, birileri ile anlamsız tartışmalara girişmemektir. İsteyen bunlara genel ağ sayfalarında ulaşabilecektir.

Kaynaklar
Ayverdi, İlhan (2006). Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Yayınları, İstanbul.
Devellioğlu, Ferit (1988). Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi, Ankara.
Kuntay, Mithat Cemal (2001). Mehmet Akif, Timaş Yayınları, İstanbul.
Pala, İskender (1989). Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü (I-II), Akçağ yayınları, Ankara.
Said Nursi, Muhakemat, RNurOkuma4 (Risale-i Nur Külliyatı’nın elektronik sürümü).
Said Nursi, Sözler, RNurOkuma4 (Risale-i Nur Külliyatı’nın elektronik sürümü).

http://dijitalsafahat.com/Detail.aspx?bID=1&pID=41
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&view=bts

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum