Akif’ten, Bediüzzaman’dan Erdoğan’a...

Akif’ten, Bediüzzaman’dan Erdoğan’a...

Taşgetiren, inanç değerlerimizin olduğunu belirterek Mehmed Akif ve Bediüzzaman örneği verdi

Risale Haber-Haber Merkezi

Yazar Ahmet Taşgetiren, fitne ateşini söndürecek inanç değerlerimizin olduğunu belirterek Mehmed Akif ve Bediüzzaman örneği verdi.
Aksiyon dergisindeki "Akif’ten, Bediüzzaman’dan Erdoğan’a..." başlıklı yazısında, ırkçılığun zararlarına da değinen Taşgetiren, Bediüzzaman'ın Akif'in sözlerine benzer olarak, “Türk Kürtsüz yaşamaz, kim ki yaşar der, delidir, Kürd’ün Türk ise hem sağ kolu hem sağ elidir” dediğini yazdı.

İşte Taşgetiren'in yazısı:

Akif’ten, Bediüzzaman’dan Erdoğan’a...

Geçtiğimiz günlerde Başbakan Erdoğan, Türk - Arap İş Forumunda konuşurken, Mehmet Akif’ten şu mısraları okumuştu:
“Türk Arapsız yaşamaz, kim ki ‘yaşar’ der delidir!
Arabın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.”

Başbakan’ın sözleri medyanın bir kesiminde yadırgandı. Yapılan kimi yorumlarda, bu sözler, AK Parti hükümetinin “Arap yanlısı” bir çizgi izlediğine delil sayıldı.
Ne demekti “Türk Arapsız yaşamaz”, ne demekti “Arabın sağ gözü, sağ eli” olmak?

Şiir, neredeyse tüm cumhuriyet dönemi boyunca empoze edilen “Arap karşıtı” psikolojik zemin üzerine düşmüş ve içten içe bir tepkiselliğe çarpmıştı.
Şiirin tamamını bilmeyenler ve Mehmet Akif’in bu mısraları, taa 1913 yılında, hangi duyguyla ve hangi acıyla yazdığına kafa yormayanlar için bu sorular - tepkiler anlamlı olabilir, Başbakan’ın bu mısraları hatırlaması da yadırganabilirdi.
Ama, ne Mehmet Akif’in mısralarının, ne Başbakan’ın bu mısraları 2010 yılında, Araplar huzurunda tekrarlamasının “Arapçılık”la alakası yoktu.

Mehmet Akif, bu mısralarla, 19’uncu yüzyılın sonlarından itibaren, İslam toplumlarının kavmiyetçilik zehri ile paramparça edilmesine isyan ediyor, Başbakan da, 2010 yılında bu coğrafyada yaşayan toplumların birbirine yakınlaşmasının zaruretine işaret etmek amacıyla bu mısraları Akif’ten ödünç alıyordu.

Mehmet Akif, kavmî aidiyet olarak Arnavut’tu.
Ve o tarihlerde Arnavutlar, ilk Müslüman kavim olarak, Osmanlı’dan koparılmışlardı.
Osmanlı’nın böyle böyle çözülüyor olması karşısında Akif’in içi yanıyordu.

Arnavutları başka Müslüman kavimlerin, yine kavmiyetçilik zehri ile takip edeceği endişesi gelip yüreğine oturmuştu. İşte o zeminde daha sonra memleketimizin İstiklal Marşı’nı yazacak olan bu insanın içinden şu mısralar dökülmüştü:

Ne Araplık, ne de Türklük kalacak aç gözünü!
Dinle Peygamber-i zîşânın ilahî sözünü.
Türk Arapsız yaşamaz. Kim ki “yaşar” der delidir!
Arabın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.
Veriniz başbaşa, zira sonu hüsran-ı mübin
Ne Hılâfet kalıyor ortada, billahi ne din!
“Medeniyyet!” size çoktan beridir diş biliyor,
Evvelâ parçalamak, sonra da yutmak diliyor.
Arnavutlar size ibret olacakken, hâlâ,
Ne bu şûrîde [karışık] siyaset, ne bu fâsid dâvâ?
Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım çoğunuz...
Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz!
Bunu benden duyunuz, ben ki evet Arnavudum..
Başka bir şey diyemem... İşte perişan yurdum!...

Akif böyle koyuyor son mısraları:

“Bunu benden duyunuz, ben ki evet Arnavudum..
Başka bir şey diyemem... İşte perişan yurdum!...”

Yani “Arnavudum ama, Arnavut kavmiyetçiliğinin Osmanlı’yı ve Arnavutluğu ne hale getirdiğini görüyorum, diyor. Bizi görün ibret alın, demek istiyor.
......
Aradan 97 yıl geçmiş. Osmanlı gitmiş. İslam coğrafyası hâlâ perişan. Dünyanın en sancılı, hatta en mazlum coğrafyası.
Hâlâ bu coğrafyada kavmiyetçilik zehri toplumlara içiriliyor ve bölünmeler sürecinin devam etmesi arzulanıyor.
Türkiye’ye bakın...
Bu coğrafyanın çocuklarına, Türklerine, Kürtlerine bakın...

Bundan bir asır önce, bu coğrafyanın çocuklarını saymak istediğimizde Arnavutları da sayardık, Arapları da... Ne oldu? Darmadağın edildik... Her birimiz bir yerlere savrulduk. Ve aradan 100 yıl geçtikten sonra birbirimizi aramaya başladık. Aramaya başladık ama kendi kendimize koymuyorlar ve fitne ateşini körüklemeye çalışıyorlar. Hem de, bu coğrafyanın kalbi mahiyetindeki Türkiye topraklarında....

Şimdi yeni bir Akif’in çıkıp “Türk Kürtsüz yaşamaz, kim ki yaşar der, delidir, Kürd’ün Türk ise hem sağ kolu hem sağ elidir” demesi lazım.
Bu sözü, on yıllar önce Bediüzzaman hazretleri de söylemiş bir Kürt olarak...
Ama anlamak da gerekiyor çığlıkları.
İşte bakın, Şeyh Sait’in kendisini ayaklanmayı desteklemeye davet eden mektubuna, nasihat ve ikazlarla dolu şu ibretlik ret cevabını veriyor:

“Türk milleti asırlardan beri İslâmiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve çok şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslüman’ız, onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşle çarpıştıramayız. Bu şer’an caiz değildir. Kılıç, haricî düşmana karşı çekilir. Dâhilde kılıç kullanılmaz. Bu zamanda yegâne kurtuluş çaremiz, Kur’an ve iman hakikatleriyle, tenvir ve irşad etmektir. En büyük düşmanımız olan cehli izale etmektir. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Zira akim kalır. Birkaç cani yüzünden binlerce masum kadın ve erkekler telef olabilir.”

Bediüzzaman, Kürtlerin problemleri bulunduğunu görmezden gelmiyor, onlara yönelik çok önemli değerlendirmeleri de var, ama “Kılıçla sonuç almak” ve bunu “Türklere karşı yapmak”, bunu kabul etmiyor.

Bediüzzaman, bir Kürt olmasına rağmen, inanç ve hayat planında şöyle çarpıcı bir kıyası da önümüze koyuyor:
“…Ben Van’da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyet’e çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” Dedi: “Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.” Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülâmel (etki-tepki) ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık, hatta dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum.” Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur…”

Bir Arnavut olarak Akif öyle diyor, bir Kürt olarak Bediüzzaman böyle diyor. İşte “Türk Arapsız yaşamaz” ifadesi böyle bir dünya görüşü zemininde ortaya çıkıyor.
....
Hepimiz, bu ülkenin, hatta bu coğrafyanın tüm insanları olarak...100 yıldan beri kaybettik, kaybettik, kaybettik.
Türkiye şu sıralar, bu coğrafyada yeni bir dil geliştirmeye çalışıyor. Bu barış, kardeşlik, dostluk dili.
Ama kendi içimizde sıkıntılar var.
Neredeyse zaman zaman birbirimizin dilini hiç anlamıyormuş gibi haller oluyor.
Oysa bin yıldır aynı inanç, tarih ve kültür potasında yoğrulmuşuz. Kız almış, kız vermiş akraba olmuşuz.
Fitne ateşini söndürecek inanç değerlerimiz var.
Gözlerimizi gönüllerimizi, başka dünyaların fitne çağrılarına değil, kendi gönüllerimize yöneltebilirsek, yeniden bir sevgi medeniyeti inşa edebiliriz.