Habibi Nacar YILMAZ
"Aklen Hulusi, Vicdanen Hüsrev Olmak"
Barla Lahikası'nı Ispartalı Himmet Koçoğlu'nun "Isparta Kahramanları" adlı kitabı eşliğinde okuyorum. Çünkü o mübârek saff-ı evvel insanların hayat ve hizmet hikayeleri, bu kitapta güzelce anlatılmış. Bunları bilmek, okumak da insana ayrı bir heyecan ve tatlı bir tahassür (elde edilememesine üzülmek) veriyor. Hazret-i üstad, yeni telif edilen, hususen Sözler ve Mektubat bahislerini talebelerine gönderiyor. Bunu, "yazdıklarının hak olup olmadıklarını tespit" amacıyla değil de onların bu bahisleri nasıl anladıklarını öğrenmek, bir de bu yazdıkları umuma faydalı olup olmayacağını bilmek amacıyla yapıyor. Çünkü kendisi cemiyetle iç içe değil ve zaten kimseyle görüşecek bir vaziyeti de yok. Bir köyde olmasına rağmen, daimi bir gözlem ve kontrol altında tutuluyor.
Aslında 13. Mektuptaki ifadesi ile Üstad bu tecridi, "Zihnimi sâfî bırakıp gıll ü gıştan azâde olarak, Kur'an-ı Hakîm'in feyzini olduğu gibi almaya vesile olarak" da görüyor. Düşünün İstanbul'da, ziyaretçilerin çok olduğu yerde, ehl-i dünya ile devamlı karışma, irtibatlı olma durumunda olsaydı, risalelerin yazımına her an açık bir ruh halinde olabilir miydi? Demek, beşerin tecrit toprağının arkasında ve altında, muazzam bir hizmetin tohumları neşv-ü nemâya hazırlanacakmış. Görünüşü müşevveş fakat mânası ve arkası rahmet çiçekleriyle dolu, öyle haller var ki bizim aceleci, şaşı, kısa ve bulanık nazarımızla tam sezilemiyor, görülemiyor veya anlaşılamıyor.
Üstadın mâruz kaldığı hallerin çoğu, bu cinsten. İşte onun için, "Ben kaderin mahkûmuyum" demiyor mu zaten? Belki mahkûm veya mağdur olarak götürüldüğü beldelerde, gönüllerde yer etmesi; hapishanelerde bir mücrim değil de bir üniversiteye giriş keyfiyeti alması, her şeye hâkim ve zulümden berî kaderin onun hakkındaki tecellisidir.
Altı yüz yıllık çınar bir devleti ayakta tutan mektep, medrese ve tekke üçlüsü, birbirinden uzaklaştırılmış ve İslâm âlemi yeni bir soluk ve dertlerine çare olabilecek bir tecdit beklemekteydi. Din ve fen, peder ve evlat konumunda iken, sanki birbiriyle çatışır gösterilmekte; daha da önemlisi, fen ve felsefe doğrudan dinsizliğe, imansızlığa alet edilmek isteniyordu. İşte, tam da böyle bir siyahî dönemde üstad, "çürüsün, kaybolsun, irtibatsız kalsın" diye, Barla'da ikâmete mecbur edilmekteydi. Fakat kader de ağını farklı örmekteydi. Issız dağlar ve meyvedâr bağlarda, bazen tek başına yazdığı bazen de zor bulabildiği Barla imamı Şamlı Hafız Tevfik'e, kendine zulmedenlere hitaben yazdırdığı mektuplarında "Kur'an-ı Hakîmin kuvvetiyle sizin dinsizleriniz dahil olduğu halde, bütün Avrupa'ya meydan okuyorum. Bütün neşrettiğim envar-ı imaniye ile onların fünun-u müspete ve tabiat dedikleri muhkem kal'alarını zirüzeber etmişim. Onların en büyük dinsiz feylesoflarını hayvandan aşağı düşürmüşüm" diyerek, dalâlet ehline ve onların dayandığı dinsiz felsefeye meydan okuyordu.
Üstadın güvendiği kaynak, elbette Kur'an'dı ve Kur'an'ın nurlarıydı. Sözler'in, Mektubat'ın tamamı, Lem'alar'ın neredeyse yarısı, Barla mahsulüydü. Yazılan hakikatler, önce yakın talebelerine gönderiliyor, sonra neşredilme yolları aranıyordu. Hatta bir mektubunda bazı risalelerin neşri için, borç para bulurum, diye de bir arzusunu talebelerine iletmişti. İşte, üstadı ve talebelerini Isparta'ya oradan da ilk mahkeme olan Eskişehir'e sevkinin nedeni de bu az da olsa neşir hizmetiydi. Hâkim idare, bazı Kur'an tefsirlerinden değil de nurlardan rahatsız olmaktaydı. Çünkü bu hakikatler, yeni dönemin dayandığı lâdini felsefenin kökünü kurutuyordu. Üstad, işte Barla'da iken, telif ettiği risaleleri talebelerine gönderirken, talebelerden gelen mektupları da onların hissiyatlarına hürmeten, kayıt altına alınmasını istiyordu.
Bunlardan biri de daha yeni telif edilmiş ve kendine ulaştırılmış, Kur'an'ın mucize oluşunun ispatını yapan 25. Sözü okuyan ve bu söz ile ilgili düşünce ve hissiyatını dile getirdiği ve başına üstadın "Şu fıkra, aklen Hûlusi, kalben Sabri, vicdanen Hüsrev hükmünde olan Refet Bey'in mektubudur" yazdığı bir sayfalık mektuptur. Çok okuyup geçmişiz. Fakat bu okuyuşta dikkatimi çekti. Aklen Hûlusi olmak ne demek? Refet Bey, niçin aklen Hulusi de kalben Sabri ya da vicdanen Hüsrev? Bunun cevabını, ancak o dönemi ve o mübârek zevatı çok iyi tanıyan, daha ikna edici ve rahat verebilir herhalde. Fakat bu âcizin, buradan çıkardığı ders, üstadın talebelerini, hissiyatlarıyla da tanıyıp takip ettiğini, onların fikirlerine de değer verip birbirleriyle münasebetlerine, kardeşlik hukuklarına da değer verdiğinin bir numunesi olsa gerek. Mesela, başka birine Hafız Ali sisteminde, Feyzi âbiye Kastamonu Husrevi gibi hitaplarda bulunmasının sebebi de nesebî kardeşlikten öte bir kardeşlik hukukunun tahakkuku, hizmet ve mesaide birlikteliğin temini içindir, diye düşünüyorum.
Fakat Refet Bey'in mektubunun devamında üstadın "Bahtiyar Kardeşim Hüsrev" diye başlayan bir paragraf mektubu daha var ki hepsinden önemli bir hakikati ve bizi de çok ilgilendiren bazı hususları açıklıyor. Ehemmiyetine binaen, Sözler Yayınevi'nin neşrettiği Barla Lahikasının ilk sayfasında da yer verilen ve kısa olan bu mektubun her bir satırı önemli olduğundan, aynen aktarıyorum.
"Şu risale (Lahika mektupları), bir meclis-i nuranidir ki Kur'an'ın şu münevver şakirdleri, içinde birbiriyle mânen müzakere ve müdavele-i efkâr ediyorlar. Yüksek bir medrese salonudur ki Kur'an'ın şakirtleri onda her biri aldığı dersi arkadaşlarına söylüyor. Ve Kur'an'ı Mu'cizü'l Beyanın hazine-i kudsiyesinin sandukçaları olan risalelerin satıcı ve dellallarına muhteşem ve müzeyyen bir dükkân ve bir menzildir. Her biri, aldığı kıymetdâr mücevheratı birbirine ve müşterilerine orada gösteriyorlar. İnşallah sen de o menzili çok güzel süslendirmişsin."
Şimdi burada geçen, şakirdlerin birbiriyle müzakere ve fikir alışverişi yapmaları ne kadar mühim? Ve belki de bugün, daha fazla yapılması gereken bir eksiğimiz değil mi? Ayrıca Lahika mektuplarını ve diğer mektupları, talebelerin aldığı derslerin onlarda bıraktığı intibaları, her bir talebenin serbestçe söyleyebildiği bir medrese salonuna benzetilmesi, örnek almamız gereken önemli bir husus olsa gerek.
Evet dostlar, nurlar mücevherât dükkanı durumunda. Bulduğumuz bu mücevherleri satmak, onların dellâlı olmak veya olabilmek, "farz-ı ayn" bir vazife. Heyecanını duymadığımız hiçbir şeyin ve vazifenin lâbisi ve satıcısı olamayız. Lahikalar ise, bu heyecanın en önemli tetikçisi ve yol yordam göstericisi. Aman, ihmale gelmez.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.