Allah, insanlara hayrı acele istemeleri sebebiyle verdiği gibi şerri de hemen verseydi

Allah, insanlara hayrı acele istemeleri sebebiyle verdiği gibi şerri de hemen verseydi

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Yunus Suresi 11-14. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor

11 . Eğer Allah, insanlara hayrı acele istemeleri (sebebiyle verdiği) gibi şerri de hemen verseydi, elbette onların ecellerine (çabucak) hükmedilirdi. Artık bize kavuşmayı ummayanları, azgınlıkları içinde bırakırız da bocalayıp dururlar.(1)

12 . Ve insana (ağır bir) zarar dokunduğu zaman, yanı üzerine (yatar) iken veya otururken yâhut ayakta iken bize yalvarır. Fakat biz ondan zararını giderince, sanki kendisine dokunan bir zarardan dolayı bize duâ etmemiş gibi (eski hâline) devâm eder. İşte isrâf edenlere, yapmakta oldukları şeyler böyle süslü gösterildi.

13 . Celâlim hakkı için, sizden önceki nesilleri, kendilerine peygamberleri mu‘cizelerle geldikleri hâlde zulmettikleri ve îmân edecek de olmadıklarından helâk ettik!İşte günahkârlar topluluğunu böyle cezâlandırırız.

14 . Sonra onların ardından, bakalım nasıl amel edeceksiniz diye sizi yeryüzünde halîfeler kıldık!(2)

1- Bu âyet-i kerîme, Mekke müşriklerinden Nadr b. Hâris’in: “Ey Allah’ım! Eğer senin katından gelen hak (Kur’ân) bu ise, üzerimize gökten taş yağdır” demesi üzerine nâzil olmuştur. (Celâleyn Şerhi, c. 3, 339)

“Nasıl ki küçük kabâhatleri işleyenlerin nâhiyelerde (küçük yerlerde) cezâları verilir. Büyük kabâhatliler de büyük mahkemelere gönderilir. Öyle de, ehl-i îmânın ve has dostların hükmen küçük hatâları, onları çabuk temizlemek için, cezâları kısmen dünyada ve hem sür‘atle verilir. Ehl-i dalâletin (kâfirlerin) cinâyetleri o kadar büyüktür ki, cezâları kısacık hayât-ı dünyeviyeye (dünya hayâtına) sığışmadığından, muktezâ-yı adâlet (adâletin gereği) olarak, âlem-i bekādaki mahkeme-i kübrâya (ebedî âlemdeki büyük mahkemeye) havâle edildiği için, ekseriyetle burada cezâya çarpılmıyorlar.” (Lem‘alar, 10. Lem‘a, 50)

2- “Bir Vâhid-i Ehad (sıfat ve zâtında bir olan Allah), şu kâinât sarayında taklîd edilmez sikkeleriyle, O’na mahsus hâtemleriyle (mühürleriyle), O’na münhasır turralarıyla, O’na has fermanlarıyla bütün mevcûdâta (varlıklara) damga-i vahdet (birlik mührü) koyuyor ve tevhîdin âyâtını (birliğin delillerini) nakşediyor. Ve âfâk-ı âlemin aktârında (kâinâtın her tarafında) vahdâniyetin (birliğin) bayrağını dikiyor ve rubûbiyetini (umum kâinâtı terbiye edici olduğunu) i‘lân ediyor. O da ona mukābil, tasdîk ile, îmân ile, tevhîd ile, iz‘ân ile, şehâdet ile, ubûdiyet (kulluk) ile mukābele eder. İşte bu çeşit ibâdât ve tefekkürâtla (ibâdetler ve düşünmelerle) hakîkî insan olur, ahsen-i takvîmde (en güzel yaratılışta) olduğunu gösterir.Îmânın yümnüyle (kuvvetiyle) emânete lâyık, emîn bir halîfe-i arz (yeryüzünün halîfesi) olur.” (Sözler, 23. Söz, 119-120)