Anayasa Mahkemesi nereye koşuyor?
Max Weber'in tanımıyla, "meşru fizikî zor kullanma tekelini elinde bulunduran aygıt" olarak devlet, tarihten günümüze en büyük siyasal organizasyondur.
Prof. Dr. Mustafa Ökmen'in yazısı
Bu büyük ve kompleks yapı bugün bütün dünyada aşağı yukarı birbirine benzer şekilde yasama, yürütme ve yargı erkleri olarak örgütlenmiş ve de bu şekilde işlemektedir.
Bu çerçevede en temel ve genel kabul ise, bu erklerin birbirine karışmaması, bir diğerinin yerine geçmemesi ve onu işlevsiz kılmamasıdır ki bunu teknik olarak "kuvvetler ayrılığı" olarak ifade ediyoruz. Bu bağlamdaki temel çerçeve Anayasa tarafından çizilirken, bu fonksiyonun mekanizması ise yasaların Anayasa'ya uygunluğunun denetimi mantığından hareketle Anayasa Mahkemesi tarafından yerine getirilmektedir. Türkiye özelinde Anayasa Mahkemesi (AYM) adını alan bu yüksek yargı fonksiyonu, dünyanın faklı ülkelerinde farklı isimlerle ancak benzer bir mantaliteyle örgütlenmiş ve çalışmaktadır.
Türkiye'de çok partili siyasal hayata geçiş sonrasında yürürlüğe giren ilk anayasa olarak 1961 Anayasası, yukarıda vurgulanan çerçevede bir yüksek yargı kuruluşu olarak Anayasa Mahkemesi'ni ihdas etmiş ve ilgili düzenlemeleri yapmıştır. 1961 Anayasası ile sağlanan 'hukuk devleti", 'yargı bağımsızlığı' ilkeleri ile güvence altına alınan Anayasa Mahkemesi'nin temel görevleri anayasa ile belirlenmiş, daha sonrasında 1982 Anayasası'nca da biraz daha daraltılarak korunmuştur. Buna göre AYM'nin görevleri tek tek belirlenmiş ve bu çerçevede yasaların ve anayasa değişikliklerinin Anayasa'ya uygunluğunun denetimi de diğer görevlerin yanında önemli bir görev olarak bu kuruma verilmiştir. Bu bağlamda AYM, "Anayasa değişikliklerinin usul, yasaların, yasa hükmünde kararnamelerin ve TBMM İçtüzüğü'nün hem usul hem de esas bakımından Anayasa'ya uygunluğunu denetler."
Türkiye açısından yeni bir tecrübe sayılabilecek AYM, 1961 Anayasası gibi darbe sonrası olağanüstü bir dönemde tesis edilmesi, 1971 ve 1973 muhtıraları gibi demokrasiye müdahale atmosferini, diğer bir ifade ile karanlık tünellerden geçişleri yaşaması ve son olarak 1982 Anayasası gibi anti-demokratik ve darbe ürünü bir anayasa ile yeniden çerçevelendirilmesi gibi olumsuz etkiler sarmalında bugüne gelmiştir. Aslında bunu Anayasa Mahkemesi'nin nereden koştuğu sorusunun cevabı olarak ifade etmek de mümkündür. 1982 Anayasası'nın son derece otokratik ve anti-demokratik maddeleri ve yasama karşısında sorumlu ve sorumsuz kanadıyla yürütmeyi güçlendiren düzenlemeleri birlikte göz önünde bulundurulduğunda, darbe sonrası reflekslerle hazırlanmış bu anayasa çerçevesinde, özellikle yasama-yürütme ve yargı ilişkileri bağlamında AYM'nin nereden koştuğu daha iyi anlaşılabilir.
Anayasalar, toplumların üzerinde konsensüs sağladığı varsayılan hukuki metinlerdir ve bir ruha sahiptirler. Bu anlamda 1982 Anayasası olağanüstü şartlarda bir referandumla kabul edilmiştir ve bundan öte demokratik olmayan içerikteki birçok maddesiyle hiç de olumlu bir ruha sahip değildir. Bu nedenle yıllardır sağdan, soldan farklı toplum kesimlerince hep eleştirilmiş ve değişen toplumun taleplerine cevap veremediği için farklı hükümetler döneminde birçok maddesi değiştirilmek zorunda kalınmıştır. Aslında bugün referanduma sunulan değişiklik paketinin içeriğinin büyük bir kısmı yıllardır bu çerçevede eleştirilere neden olmaktadır. HSYK, Yüksek Askeri Şûra kararları, cumhurbaşkanının tek başına imzaladığı işlemler ve memurlara verilen uyarma-kınama cezalarının, hukukun en evrensel temel kurallarından birisi olan ve Anayasa'nın 125. maddesinde de ifade edilen "İdarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolu açıktır." kuralının istisnasına dönüştürülmesi bu konudaki en somut örnektir. Yine temel hak ve özgürlüklerle ilgili sınırlamalar ve anayasal kurumların örgütlenme ve işleyişine ilişkin düzenlemeler de yıllardır antidemokratik bulunarak farklı toplum kesimlerince eleştirilmektedir. Bugün gelinen noktada, bütün bu haklı eleştiriler ve farklı toplum kesimlerinden yükselen talepler maalesef bir tarafa bırakılmış ve on yıllardır devam eden klasik kutuplaşma sendromu çerçevesinde herkes gardını almış bulunmaktadır. Günlük siyasi tartışmaların çok ötesinde, "vesayet mi demokrasi mi sorusunun cevabını arama çabası" olması gereken bu anayasa değişikliği paketi konusunda, toplum adına konuşan-tartışan taraflar maalesef sağlıklı ve demokratik sınav vermekten çok uzakta bulunmaktadır.
Topluma sunulmaya çalışılan bu kafa karışıklığını aslında çok görmemek gerekiyor belki de. Çünkü bu konudaki en büyük kafa karışıklığı galiba yargı erki ve özellikle de yüksek yargıda bulunuyor. 1982 Anayasası'nın birçok konuda demokratik olmayan düzenlemeleri son tahlilde yüksek yargıyı da demokratik olmayan bir anayasal çerçeve bağlamında düzenlemiş bulunuyor. Bu anlamda yüksek yargının hukukun üstünlüğü ilkesiyle bağdaşmayan son dönemdeki icraatları, 1982 Anayasası'nın oluşturduğu demokratik olmayan ve vesayetçi ruhun tezahürleri olarak okunabilir. Bir terör davasıyla idari davayı birleştirerek tahliye kararı vermek ve üstelik bunu ses kayıtlarına yansımış bir plan çerçevesinde yapmak, nöbetçi hâkim olduğu günlerde apar topar tahliyelere girişmek vb. hukuk pratikleri ancak böyle bir hukuk anlayışı ile mümkündür ve en çok da yargıyı yıpratmaktadır.
1982 RUHU YENİDEN DİRİLMESİN
Benzer pratikler bugün Türkiye'nin geleceği açısından önemli bir karar aşamasında bulunan AYM için de maalesef yakın tarihimizde vuku bulmuştur. 367 garabeti vb. kararlar maalesef yüksek yargı kuruluşu olarak AYM'nin, zaman zaman değişen Türkiye ve dünya şartlarından çok uzak bir şekilde 1982 ruhuyla hareket ettiğini göstermektedir. Bu kararla büyük oranda kendini tartışmalı hale getiren AYM, bugün sigara yasağı gibi topluma mal olmuş bir konunun bile muhatabı yapılabilmektedir. Anayasa değişikliği paketi konusunda bu ülkenin geleceğiyle ilgili çok önemli bir karar aşamasında bulunan AYM, yine 1982 ruhuyla hareket etmeye zorlanmaktadır. Anayasa gereği yalnızca şekil bakımından yapması gereken incelemeyi esastan incelemeye dönüştürme çabaları, referanduma gidip yasalaşmayan bir metni yani henüz kanunlaşmamış bir Meclis kararını iptal ettirme gibi zorlama yorumları başka türlü açıklamak, en azından hukukla açıklamak mümkün değildir. Buradaki bir başka çelişki de AYM'nin kendisiyle ilgili kuruluş ve işleyişi düzenleyen anayasa maddeleri konusunda bir karar verecek olmasıdır.
Bu çerçevede AYM'nin yalnızca hukuk çerçevesinde bir karar vermesi beklenmelidir. Aksine siyasi nitelikte yorumlanabilecek bir karar bugünkü küresel sistemde iki binli yılların Türkiye'sini belirsizliğe ve kaosa itecektir. Bugün değişen toplum, demokrasi kültürüyle, katılım talepleriyle ve çağdaş dünyanın standartlarıyla çok farklı bir noktada bulunmaktadır. Büyük oranda anayasa değişikliği paketinin kendisine sunulacağı konusuna angaje olmuş bir toplumun bu beklentilerinin aksine, sana güvenmiyorum mesajı içeren bir karar vermek AYM'nin toplum kesimleri nezdindeki meşruiyetini tartışmalı hale getirecektir. Ben şahsen AYM'nin, 1982 ruhuyla hareket etmeyeceği, bürokratik vesayet kalıplarından sıyrılarak hukuki bir karar vereceği kanaatini taşıyorum. Yukarıda nereden koştuğunu irdelediğimiz AYM, bakalım nereye koşacak? Bekleyelim, görelim.
Zaman