Senai DEMİRCİ

Senai DEMİRCİ

Andre Gide yazıyor da, Said Nursi yazmıyor mu?

Andre Gide, klasikleşmiş Dünya Nimetleri  kitabının adını Kur’ân’dan ödünç alır. “İşte yeryüzünde beslendiğimiz meyveler…” mealindeki ayeti epigraf olarak kitabının başına koyar. Ve her yazarın her kitabı için söylemesi gereken bir temenniyi de ekler başlangıç notunun yanı başına. “[Ey okuyucu] [k]itabım kendisinden çok kendi kendinle ilgilenmeyi öğretsin sana…”

Önceki gün Erzincan’da bir söyleşide bana çaresizlikle sorulan bir soru üzerine hatırladım Andre Gide’in bu notunu. “Risale-i Nurları okumak için bir cemaate girmek şart mı?” diye sordu bir dinleyici. Güzel ve hazır bir cevabı vardı sorunun. Acele etmedim. Şöyle dedim: “Risale-i Nurları okumak sizi zaten bir cemaate dâhil ediyor. Bundan kaçamazsınız.” Şaşırdı dinleyiciler. Bunu beklemiyorlardı. En azından benden beklemiyorlardı. “Ama bu bildiğiniz türden bir ‘cemaat’ değil bu cemaat” diye devam ettim. “Kurulan, tasarlanan, organize edilen bir cemaat değil. İnsanların örgütlediği, birbirlerine hiyerarşik roller verdiği, hiyerarşinin üstündekinin altındakini ‘aforoz’ edebildiği bir cemaat değil… Hiyerarşi yok bu cemaatte. Örgütlerde olduğu gibi atanmış yetkililer yok. Belki birbirini bile tanımıyor cemaatin mensupları. Belki bir köşe başında geçişiyorlar, belki bir minibüste yan yana oturuyorlar ama aynı cemaatin mensubu olduklarını bilmiyorlar. Bu cemaatin üyeleri bir nehirdeki su damlacıkları gibi aynı denize doğru akıyorlar. Şeffaf bir umudun etrafında kümelenmiş kelebekler gibi uçuşuyorlar. Aşina bir duanın avucuna beraberce doluşuyorlar. Aynı heyecanın dallarına tutunmuş çiçekler gibi tebessüm ediyorlar…”

Sonunda sadede geldim: “Elbette ki bir cemaate mensup olmak zorunda değilsiniz Risaleleri okumak için. Risale-i Nur, nihai tahlilde, bir kitap. Ve her kitap gibi herkese açık. Herkesin erişebileceği yakınlıkta. Her kitap gibi kendini açana, kendini açıyor. Protokol istemiyor. Aracı talep etmiyor. Üstelik Risale-i Nur, araya birilerini sokmadan okunabilecek kadar duru, berrak ve anlaşılır.”

“Dahası da var” diye devam edecektim ama sustum. Vakit yoktu. İşte o “dahası da var”ı buraya ayırdım. Andre Gide’in o ilginç notunu okuduğumda, bana da garip gelmişti. Ne büyük fedakârlıktı bu: “[Ey okuyucu] kitabım kendisinden çok kendi kendinle ilgilenmeyi öğretsin sana…”

Şefkatine satır satır şahit olduğum, her hecesinde bedeli ödenmiş teselliler fısıldayan Said Nursi, kendi kitabı için bu cümleyi defalarca ve başka türlü söyler. Herkesin kolayca ulaşabileceği serin bir pınara çağırır dudaklarımızı. Araya bir cemaat koymak şöyle dursun, kendini bile koymaz. Eserlerinin hakikati şeffafça göstermesini önceler. Hakikatin yerine kendi eserinin geçmesinden kaygılananların birincisi olarak tanırım onu. Mana-yı harfi’yi mana-yı ismiye çevirecek bir matlaşmadan nefret eder.

Şu halde, Risale-Nur okumanın amacı “Bediüzzaman Said Nursi propagandası” değil. “Bediüzzaman Said Nursi’nin ne şahane şeyler söylediği” de değil. O şahane sözlerin sorumluluğunu almak. O şahane sözlerle akıl inşa etmek. Şöyle de bir cümle kurdum dinleyenlere: “Benim Üstadım Said Nursi… Ama ben Said Nursici değilim. Said Nursi de Said Nursici değil; Said Nursici olmamı da istemez.”

Derse çağrıldığım her defasında, bir masada sıra sıra dizilmiş kırmızı kitaplarda gezinir gözlerim. Onların hemen yanında bir de Kur’ân-ı Kerim ararım. O kırmızı kitapları besleyen ana-kitabı göremem ortalıkta. Ya uzakta bir yerdedir ya da arka odalardan bir yerden ben isteyince gelir. Kur’ân adına yazılmış eserleri okuyanların, Kur’ân hatırına yazılmış eserleri okumak için canını dişine takanların nasıl olur da ellerinde eskiyen, avuçlarında terleyen bir Mushaf’ı olmaz! En azından 25. Söz’ün her satırında pırıldayan belagate şahit olanların, yeni pırıltılar için gözleri neden Kur’ân’da olmaz! Kur’ân adına yazılan kimi eserlerin zaman içinde şeffaflığını kaybedip matlaşmasından şikâyetçi olan Said Nursi’nin talebeleri, nasıl olur da Said Nursi’nin en çok korktuğu savrulmadan toparlanmaz?

İnsanın saf gerçeklikle yüzleşmesini önceler Üstad. Saf insanın saf gerçeklik karşısındaki titreşimlerini kaydeder. Gülün soluşuna ağlar. Çocukların ölümüne teselli yazar. Bahar dallarından sonsuzluk sevinçleri koparır. Yalnızlığın kederinden ümit çıkarır. Dağ başlarının sessizliğinde göğün şenliğini okur. Yamaçları süsleyen sarıçiçeklerle söyleşir. Duygularını alabildiğince açar varoluşa. Nefeslendiği varlığın ihtişamını duyar ve detaycı bir letafetle, ince bir işçilikle duyurur. Pınarlarını akışını, yaprakların hışırtısını, kuşların cıvıltısını dinler.

Açıkça yazmış olması gerekir mi? Hayır! Açıkça yaşamış olduğunu görüyoruz zaten. Kederle yazılmış, hüzünle örülmüş, ümitle dizilmiş o satırların ardından tebessüm ederek fısıldar Said Nursi: “Kitabım kendisinden çok hakikatle ilgilenmeyi öğretsin sana…” “Kitabım kendisini tanıtmakla değil kendini tanımakla meşgul etsin seni…”

Olur mu?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
8 Yorum