Artık 'işin esasına girmek'gerekiyor

Artık 'işin esasına girmek'gerekiyor

Anayasa Mahkemesi'nin kararı, iptal davasını açanlarla destekçilerini memnun etmedi. Sâdece CHP çevrelerinin değil, Yargıtay Başkanı ve YARSAV'ın dile getirdiği tepkiler bunu açıkça ortaya koyuyor.

Levent Köker'in yazısı

Bu memnuniyetsizliğin temelinde AYM ile HSYK'nın yapısıyla ilgili değişiklik öngören maddelerin tümüyle iptal edilmemeleri yatıyor. Gerçekten de, iptal kararının neden maddelerin tümünü değil de sadece bu kurumlara seçilecek üyelerin nitelikleri ve seçim usulü ile ilgili düzenlemeleri kapsadığı, anlaşılabilir gibi değil. AYM'ye göre, örneğin HSYK'ya üye seçiminde birden fazla adaya oy verilmesi hukuk devletine uygun, sadece bir adaya oy verilmesi usulü ise hukuk devletine aykırı ve dolayısıyla teklif dahi edilemez bir değişiklik. Gerçekten "ilginç" bir muhakeme tarzı. Yalnız, aynı "ilginç" muhakeme tarzı, iptal davasının gerekçesinde de var: AYM ve HSYK, öngörüldüğü gibi değişirse, yargı tümüyle yürütmenin kontrolü altına girecek, böylece kuvvetler ayrılığı, dolayısıyla yargı bağımsızlığı ve hukuk devleti ortadan kalkacaktır. Peki, kurulu düzen de böyle değil mi? HSYK'nın şimdiki yapısı yargı bağımsızlığına çok mu uygun? Kişisel olarak, özellikle yargı/yargıç bağımsızlığı bakımından Adalet Bakanı'nın Kurul'da olmaması gerektiği görüşüne katılmak kaydıyla soralım:

Kurulun üye sayısının artırılması, adlî ve idarî yargı mensuplarının bu kurulda temsil edilme imkânı bulması, yargı bağımsızlığı ve dolayısıyla hukuk devleti bakımından daha olumlu bir adım sayılmaz mı?

Tartışılan maddelerin tümüyle iptalini isteyenlerin gerekçelerine ve AYM kararına yansıyan muhakeme tarzındaki "ilginç"lik, tümüyle başka bir boyutta da olsa, anayasa değişikliklerinin TBMM'deki "asıl sâhibi" olan AK Parti mensuplarının AYM kararına karşı gösterdikleri tepkilerde de gözlenebilmektedir. AYM kararı, pek çok AK Parti mensubu tarafından, Mahkeme'nin TBMM'nin yasama yetkisine müdahalesi olarak nitelendirilmiştir. Bu konuda en açık ifâdelerden biri, kararın parlâmento iradesini hiçe saymak anlamına geldiği yolunda net bir beyanda bulunan TBMM Başkanı Şahin'e âittir. Bu değerlendirmeye katılmamak mümkün değildir. AYM, başörtüsü ile ilgili anayasa değişikliklerini iptal ederken yaptığı gibi, bir kez daha TBMM'nin yasama yetkisinin kendi vesayeti altında olduğunu hatırlatmıştır. Burada, 2008'dekinden daha da vahim bir durum vardır. Zirâ şimdi AYM, henüz yasalaşma süreci tamamlanmamış bir metin üzerinde değişiklik yapan ve dolayısıyla halkın, kendi vekilleri tarafından yapılan bir düzenleme hakkında, yetkinin asıl sâhibi olarak karar verme imkânını ortadan kaldırmıştır. Bu durumda, AYM, Türkiye'de uzunca bir süredir örneklerini gördüğümüz gibi, sâdece TBMM'nin yasama (anayasa yapma/değiştirme) yetkisini değil, bizatihi halkın anayasa yapma yetkisini de kendi vesayeti altına almış olmaktadır. Dolayısıyla, AYM kararı karşısında TBMM'nin, özellikle de işin sâhib-i aslîsi olarak AK Parti grubunun gösterdiği tepkinin "iptal kararı doğru değil ama paketin bütünlüğünü bozmuyor" pragmatizmi içinde kalması da "ilginç" bir muhakeme tarzı.

TBMM'nin anayasa yapma yetkisini de içeren genellikteki yasama yetkisini kendi vesayeti altına alan AYM kararları karşısındaki durumuna, şimdi referanduma sunulmuş bir metni değiştirmek suretiyle "aslî olarak" halka âit olan kurucu iktidar yetkisini de vesâyet altına alan bu son karar eklenmiştir. Türkiye, vesayetçiliği tasfiye etmek suretiyle daha ileri standartlara sâhip bir demokratik rejim yönünde ilerlemek mecburiyetindeyken, bu yönde atılabilecek adımların artık sadece TBMM evresinde değil, halkoyuna müracaat hâlinde bile AYM'nin vesayet denetimine tâbi olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda, mevcut anayasa değişikliklerinin "yetersiz de olsa" bir ileri adım olduğu iddiası da temelsiz kalmaktadır. Şöyle ki: AYM'nin değişiklikle öngörülen yapısının, mevcut vesayetçi tavrının giderilmesi yönünde gerekli ve yeterli düzenlemeleri içerdiği söylenemez. AYM, statükonun bekçiliği yerine temel hak ve hürriyetleri yasama ve yürütme organlarından gelebilecek ihlâllere karşı koruyan bir hukuk devleti kurumu olarak ve sadece böyle bir kurum olarak yapılandırılmalıdır. Bunun önşartlarından başlıcası, Mahkeme'nin oluşumunda TBMM'nin değişiklik paketinde öngörülen 17'de 3'ten çok daha yüksek bir oranda (en az 17'de 8) söz sâhibi olmasıdır. Oysa değişiklik paketi, TBMM yerine 1982 Anayasası'na göre bir vesayet makamı olarak düzenlenmiş bulunan Cumhurbaşkanlığı'nın yetkilerini artırmaktadır. Aynı durum HSYK için de söz konusudur. HSYK'nın yeniden yapılandırılmasında, ilk derece hâkim ve savcılarının temsili gibi son derece olumlu değişikliğe ek olarak, Cumhurbaşkanı yerine TBMM'nin üye seçmesine yer verilebilir ve hiç değilse "Özbudun Taslağı"nda var olan ve Adalet Bakanı'nın kuruldaki mevcudiyetini ortadan kaldıran düzenleme tercih edilebilirdi.

 AYM'nin bu kararıyla elde ettiği söylenebilecek olan ve halkın anayasa yapma yetkisini de denetimi altına alma sonucunu doğurması nedeniyle artık, terim yerindeyse, "mutlak vesayetçi" denebilecek olan konumu, Türkiye'nin gelecekte yeni bir anayasaya kavuşması bakımından hiç de elverişli bir durum değildir. Böyle bir elverişsizlik karşısında, Türkiye'nin Avrupa standartlarında demokratik bir anayasa düzenine doğru ilerlemesi, ancak Anayasa Mahkemesi'ni, bu Mahkeme'ye müracaat etme yetkisine sâhip olanları da içine alan ve böylece iptal davası açılmasını engelleyerek devre dışı bırakacak olan kapsayıcı bir toplumsal-siyasî mutabakat ile mümkün olacaktır. Bu da, şu âna kadar siyasî iktidar mücadelesinde "ilginç" muhakeme tarzlarının ortaya dökülmesine neden olan ve anayasa mes'elesini iktidar mücadelesinde basit bir araç derekesine düşüren yaklaşımların tasfiyesini gerektirmektedir. Böyle bir tasfiyenin önşartı ise vesayetçilik konusunda "işin esasına girmek" gerektiğini kabul etmektir.

Bilindiği gibi, Cumhuriyet'in demokratikleşmesini engelleyen vesayetçi kurumsal yapıların Türkiye'de târihî ve güncel nedenlerle, "Cumhuriyet'in muhafazası" için gerekli olduğu yönünde bir yaklaşım bugün de kamusal tartışmalarda iknâ kâbiliyetini sürdürmektedir. Burada işin esası, sâdece halkın kendi kendini yönetemeyecek kadar "geri" olduğu türünden, 1920 ve '30'larda ortaya atılmış olan görüşten ibâret değildir. 21. yüzyıl Türkiye'sinde "işin esası", farklı etnik kimliklerin tanınması "politikası"nın içeriği ile İslâm-devlet ilişkisinin nasıl düzenlenmesi gerektiğine dâir "lâiklik" sorunu tarafından belirlenmektedir. Özellikle bu son boyutta, geçmişten gelen "İslâm mâni-i terakki midir?" tartışmalarına benzer bir biçimde, "İslâm mani-i demokrasi midir?" türü bir tartışmanın ve dolayısıyla İslâm'ın siyasî-kamusal görünürlüğünün nasıl anlamlandırılacağı tartışmasının büyük önemi bulunmaktadır. Anayasal-kurumsal düzenlemeler hangi biçimleri alırsan alsın, "işin esasına girmek"ten kaçınan bir anayasal ve siyasî tartışma süreci, vesayetçiliğin tasfiyesine ve demokratikleşmeye hizmet etmekte de zorlanacaktır. Buradan devamla, gelecek yazıda işin esasına gireceğimi belirterek bitireyim.
Zaman