Ahmet NAS
Asıl Sorun Milliyetçilik(2)
Bir önceki yazımda, özetle, milliyetçiliğin ulus-devletçilik ile birlikte batıdan doğuya doğru geldiğini, Osmanlı devletinin de bundan nasibini aldığını, ama asıl yıkıcı etkisinin cumhuriyetle birlikte görüldüğünü ifade etmeye çalışmıştım.
Evet Cumhuriyetle birlikte, din anayasadan kaldırılmış ve sonra da kemalist milliyetçilik anayasaya dahil edilmiştir. Dinin yerine milliyetçilik ikame edilmiştir. Bu yüzden, türk milliyetçiliği, bir din gibi uygulama alanı bulmuş ve sonraları her Allah’ın günü insanlara, ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım …’ şeklinde ibadet ettirilmiştir.
Bunun yanında, ümmetin ittihadına önemli katkılar sağlayan hilafet kurumunun kaldırılması, kürt sorununun başlamasında önemli bir rol üstlenmiştir. Hilafet, bütün kavimleri himayesine alan kuşatıcı bir özelliğe sahiti. Hilafetten ayrılan bütün kavimler gibi, kürtler de hilafetin kaldırılması ile hamisiz kalmıştır. Diğer kavimler, kendi ulus-devletlerini kurarak bir ölçüde teselli bulmuşlardır.
Dinin kamusal alanda sınırlandırılması ile kemalist milliyetçiliğin kamusal alana girmesi eşzamanlıdır. Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi, 1960’lı yıllara kadar, Cumhuriyet rejimi, din ile mücadele ettiği için, bu süre zarfında Türk milliyetçiliği, müslüman zihin dünyasında daha az yer bulmuştu. Bu yıllarda Bediüzzaman’ın dışında milliyetçiliği bir problem olarak gören çok fazla kimse yoktur.
Bediüzzaman’ın milliyetçilik için kullandığı şu ifadeleri unutan çok sayıda mü’min var: ‘Asabiyeti cahiliye gaflet, dalâlet, riya ve zulmetten mürekkeb bir macundur.’ ‘Milliyetçiler, milliyeti mabud ittihaz ediyorlar.’
1960’lı yıllardan sonra, kemalist milliyetçilik, kılık değiştirerek ‘muhafazakar milliyetçilik’ postuna büründüğünden dolayı, dine ve dindara daha ılımlı yaklaşmış, adeta ‘tarziye’ vererek geri çekilmiş ve ancak ‘durumu muhafaza etme’ye çalışmıştır. ama öte yandan dine ve dindara da milliyetçi ideolojiyi şırınga etmiştir. 1980’lere geldiğimizde, bu milliyetçilik tarzı, artık kurumsallaşmış ve ‘Türk-islam sentezi’ formunda piyasaya sunulmuştur.
Müslüman zihni, kemalist ilke ve inkılaplarla sersemleştiğinden ve dini zaafiyetten dolayı, halen bu aşılanmanın tesiriyle, kendisine gelememiştir.
Bu güne geldiğimizde, Kürt sorununun çözümü için, devletten(derin devletten) farklı düşünen az sayıda dindar entelektüel bulunmaktadır. Kemalist milliyetçilik, hem Türk zihin yapısını hem de Kürt zihin yapısını bozduğundan dolayı, her iki canibte de kemalizmin kaçınılmaz etkisi halen sürmektedir.
Bir taraftan Türk kemalizmi, diğer taraftan Kürt kemalizmi, bir taraftan Türk milliyetçiliği, öte yandan Kürt milliyetçiliği. Birisini diğerine tercih etmek, malul bir zihin yapısına işaret etmektedir. Birincisi ifrat, ikincisi tefrit hükmündedir. İfrat, tefrite sebep olduğundan dolayı, daha kabahatlidir(Bediüzzaman). Türk milliyetçiliği ifrat, kürt milliyetçiliği tefrittir. Bu yüzden, Türk milliyetçiliği, kürt milliyetçiliğini tahrik ve teşvik ettiğinden dolayı daha kabahatlidir.
Bir taraftan yorulmuş türk milliyetçiliği, diğer taraftan kamusal alanda meşruiyet arayışındaki kürt milliyetçiliği. İkisi de milliyetçiliğin farklı yüzleri.
Bu düşüncelerle gittiğim İznik’teki Mazlumderin geçtiğimiz haftalarda düzenlediği kürt forumunda birincisinin neredeyse tükenmekte olduğu, ancak buna mukabil, ikincisinin sesinin yükselmeye başladığını müşahede ettim. En azından dindar entellektüellerin bir kısmında, türk milliyetçiliğinin azalmasının emarelerini görmek, sevindirici idi.
Mazlumder’in geçtiğimiz haftalarda düzenlediği Kürt forumunda, dile getirilen görüşler, 20 yıl önceki forumda dile getirilen görüşlerden farklı idi. O günden bu güne, kürt zihin yapısı, tamamen değişmişti. 1992 yılında ‘ortaya çıkan eğilim, türklerin ve kürtlerin bir arada yaşama istekleri şeklinde’ ifadesini bulmuştu. Ancak bu toplantıda, kürtlerin ayrılma hakları başta olmak üzere, federasyon, eyalet, adem-i merkeziyet gibi, 20 yıl öncesine göre ‘aşırı’ sayılabilecek fikirler serdedildi.
Türk kamuoyunda önce ‘güneydoğu sorunu’ olan sorunun, ‘kürt sorunu’ olarak kabulü daha netleşmemişken, kürt zihin yapısı sorunu,‘kürdistan’ sorununa dönüştürmüştü bile. İlk konuşmacı olan Abdullah Deniz’in, sorunu ‘kürt sorunu’ olarak değil de ‘kürdistan sorunu’ olarak isimlendirmesi, kendisinden sonraki, birçok tebliğci ve yorumcuyu da etkilemişti ve isimlendirme sorununda belirleyici olmuştu.
‘Kürdistan’ kelimesi kullanıldığında, bazılarının tüylerinin diken diken olduğunun farkındayım. Ama ne yazık ki, kürdistan kelimesi, kaçınılmaz bir şekilde artık literatürümüzde yerini almalı. Türklerin yaşadığı yere ‘Türkistan’, arapların yaşadığı yere ‘Arabistan’, kazakların yaşadığı yere de ‘Kazakistan’ deniyorsa, kürtlerin yaşadığı yerlere de ‘güneydoğu anadolu bölgesi’ ya da ‘Kuzey Irak’ demenin abesliği de ortadadır. Abdullah Deniz’in tespit ettiği gibi, bu ‘kürdistan’ tabirinden korktuğu için, resmi tarihimiz, ‘Kürdistan Teali Cemiyeti’ ismini nisbeten daha az korkutucu olan ‘Kürt Teali Cemiyeti’ne çevirmişti.
Biz ne kadar ‘Kuzey Irak’ desek de, Irak’ın kuzeyinde bir ‘kürdistan’ vardır. Bu kelimeden rahatsız olan Türk milliyetçi algısını anlamaya çalışıyorum. Ve bu kelimenin bir ‘kürt devleti’ni ima ettiğinden dolayı rahatsızlık duyulduğunu kabul ediyorum.
Ancak, İran’da, Irak’ta, Suriye’de, Türkiye’de ve başka yerlerde kürtler yaşıyor ve bu yaşadıkları bölge, bir kürt bölgesi, yani kürdistandır. Bu kelimeden rahatsızlık duymak, ancak milliyetçi, devletçi, kutsal devletçi hassasiyetlerle açıklanabilir. Bir müslümanın, bir mü’minin bu kelimeden rahatsız olmasının, imani, islami, iz’ani bir temeli yoktur.
Forumda, Yavuz Selim-İdris-i Bitlisi ittifakının bir türk-kürt ittifakı olması, her ikisinin de ittihad-ı islam peşinde koşması gibi mutedil vurgular yapan Abdullah Deniz’in, Bitlisi’yi kürtlerin Nizam-ül Mülkü olarak görmesi çok önemli bir konu değildi.
Öte yandan, milliyetçi bakıştan sıyrılmayınca, bu günü okumak için, tarih yanlış okunmakta ve ‘hayali bir tarih’ üretilmektedir. Bu anlamda, Türk milliyetçiliği ile kürt milliyetçiliği arasında pek fark kalmamaktadır. Mesela İdris-i Bitlisi, bir kürt milliyetçisi tarafından ‘Kürtleri satan adam’ olarak okunmakta ve bir bütün olarak Osmanlı Devleti, kürtlerin düşmanı olarak lanse edilmektedir.
Oysa ki, Yavuz Sultan Selim’den Ondokuzuncu yüzyılın başlarına kadar bir ‘kürt sorunu’ndan söz etmek mümkün değildir. Tek istisnası, 1623 yılındaki 4.Muradın yaptığı, Seyyid Haşim ve çevresindekilerinin tamamını katletmesidir. Ancak bunu bir Türk-Kürt kavgası olarak okumak yanlıştır. Ne 4.Murat, bunu Türkler adına yaptı, ne de Seyyid Haşimin mücadelesi bir kürtçülük mücadelesiydi. Bu çatışmaları, bir kürt-türk kavgası olarak okumak, tarihe ön yargı ile bakmak ve tarihi yargılamaktır.
Milliyetçilikle malul bir zihin, tarihi ya bir ‘Türk tarihi’ olarak okuyor. Ya da bir ‘Kürt tarihi’ olarak okuyor. Oysa tarih, bizim kendisine yapıştırdığımız etiketlerden habersiz bir şekilde akıp gitmektedir.
Forum tebliğcilerinden İbrahim sediyani, tarihteki kürt şahsiyetlerden söz ederken, araplardan sonra ilk müslüman kavim olan kürtlerden, ilk kürt sahabelerden, Selahattin Eyyubi’den, onun ilk ‘kürt hilali’ni icadından söz ettikten sonra, kürt sorununun kerbela ile başladığını söyledi. Ancak bu çaba,bir tür ‘resmi kürt tarihi’ oluşturma çabasıdır.Zira, bir tarih bilinci oluşturmaya çalışmaktadır.
Tarih bilinci oluşturmak, milliyetçiliğin unsurlarından/safhalarındandır. Türk resmi tarihini ne kadar eleştiriyorsak, Kürt resmi tarihinin oluşturulmasını da aynı derecede eleştirmemiz gerekir.
Türk resmi tarihi, bütün bir tarihi ‘türk’ gözüyle okuduğundan, sadece Osmanlı padişahlarını değil, tarihteki bütün önemli şahsiyetleri türk olarak görme yanlışlığına düşmüştü. Hatta türk milliyetçisi bir siyasi şahsiyet, Hz. Peygamber(asm)in de türk kökenli olduğunu söyeyerek maskara olmuştu. Selahaddin-i Eyyubi’yi bile türk olarak gören tarihçiler var maalesef.
Şimdi yükselen bir değer olarak kürt milliyetçiliği, türk milliyetçiliği tecrübesini tekrarlıyor ve bütün bir tarihi ‘kürt’ gözüyle görmeye çalışıyor. Forumda da dile getirdiğim gibi, tarihi olaylardan söz edince, belgeye dayalı olarak konuşmak gerekiyor. Ve tarihe, tarih kriterleri ile bakmak gerekir. Türk gözüyle, kürt gözüyle bakılacak bir tarih, önyargıdan masun kalamaz. Sedyani’nin tebliğindeki kaynakları henüz göremedik. Forumdan sonra da bu tebliği yayınlamasına rağmen, ne bir dip not ne de herhangi bir kaynağa rastlanmamaktadır.
Ancak Sedyani’nin dile getirdiği bir husus vardır ki, bu Türkiye Cumhuriyetinin bir ayıbıdır ve düzeltilmelidir. Cumhuriyet döneminde, 28 bin adet kürt ismi değiştirilmiştir. Bunlardan 11 bini köy isimleridir. Osmanlı Devleti, bu coğrafyayı merkezi sisteme bağlamak için, ne bu coğrafyayı yok saymış ne de adını değiştirmişti.
Bu gün kürt milliyetçi algısında, Türk milliyetçi algıların yansımasını bulmak mümkündür. Tarih yeniden tekerrür etmektedir. Türk kemalizmi, bu sefer kürt kemalizmi biçiminde yeniden sahneye konmaktadır. Kürt aklını, düşünce yapısını, bu tehlikeye karşı uyarmak isterim.
Abdullah Ekinci’ye göre, Urfa’daki bir mahkemede savunmanın ana dilde yapılabileceğine ve mahkemede bir tercüman bulunması gerektiğine ilişkin vesikalar bulunmaktadır ki, 80 yıllık Türkiye Cumhuriyetinin henüz yeni yeni ulaşmaya çalıştığı bir statüdür bu.
Forumda tebliğcilerden, Müfit Yüksel ise, kürt nufusunun, kürtlerin islamiyeti kabulünden sonra genişlediğinden söz etmektedir. Ona göre, daha önce, ermenilerin yeri olarak bilinen pek çok bölge, kürtlerin müslümanlaşmasından sonra, kürt bölgesi olarak anılmaya başlamıştır. Abbasi söyleminde ‘Ard-ül Ekrad’ olarak, Divan-ü Lügat-ü Türk’te, ‘Arz-ül Ekrad olarak anılan yerler, genel olarak kürtlerin yaşadığı topraklardır.
Osmanlı devleti ile Safeviler arasındaki savaşlarda, arada ezilen hep kürtler olmuştu. Yüksel’e göre, kürtler, bu savaşlarda Osmanlıları tercih etmişler, İdris-i Bitlisi ile hem kürtler arasında birlik oluşturulmuş, hem de Osmanlı Devleti, doğuda büyük bir güce sırtını yaslamıştır. Burada İdris-i Bitlisiye ‘ilk korucu’ demek, çok çirkin bir yakıştırmadır. Bu da yine tarihi milliyetçi bir gözle okuma yanlışlığının bir sonucudur.
Müfit Yüksel’e göre de ‘Mühimme defterlerinde, Yavuz Sultan Selim ile Tanzimat dönemi arasında kalan dönemde, kürt bölgelerinde genel olarak bir sorun bulunmamaktadır. Tanzimat sürecinde, Osmanlı, batıya benzeme sendromu yaşamıştır. Osmanlı Devletinin son döneminde, Sultan Vahdettinin yönlendirmesiyle, Kürdistan Teali Cemiyeti’ kurulmuştur. Cumhuriyetin kuruluşu, kürtlerin Türklere desteği ile mümkün olmuştur. Sıvas Kongresi ile ilgili olarak çekilen fotografta, Mustafa Kemal’in sağındaki ve solundaki kişi kürttür.’
Forum tebliğcilerinden Fatma Bostan Ünsal’a göre, dünyada 70 etnik çatışma ve 270 civarında etnik yapı var. Ünsal, bu çatışmalarda elitlerin, yöneticilerin rolünden bahseder.
‘Buna göre yöneticiler, kendi iktidarlarının devamı için, etnik çatışmaları körüklerler. Hindularla yarışamayan pakistanlılar, kendilerine yeni bir devlet oluşturdu. Burada müslümanlar, ille de iktidara gelmek için ayrı bir ülke haline geldi. Milyonlarca insana acı çektirildi. Bengladeş ile Pakistan ayrılığında da benzer bir durum var. 1 milyondan fazla insana acı çektirildi. B. Enderson, ulusun, kapitalizm için bir pazar alanı olduğunu tespit eder.’
Farklı etnik yapılar, kimine göre, bir çatışma sebebidir. (J. S. Mill’e göre, ‘farklı etnik yapılarda olan toplum, demokratik olamaz.’) Kimine göre de demokrasi alanıdır. İkisinin de dünyada örnekleri mevcuttur.
Çelişkilerle dolu topraklarda yaşıyoruz.‘1926 yılında, Türkiye, Musul’da bir referandum ister. Ancak aynı Türkiye, bu gün, Musul’da referandum istememektedir. Ve bu yüzden Musul’da siyasi belirsizlik hala devam etmektedir. ‘
‘Türkiye’de alevilerle kürt nufusunun toplamı 35 milyonu bulmaktadır. Böyle bir coğrafyada, ‘Ne mutlu türküm diyene!’ demek, ayıptır ve aşağılayıcı bir şeydir.’
Mehmet Bekaroğlu’nun forumda dile getirdiği, ‘müslümanların, iktidar olması ile kürt sorunu çözülmüş olmuyor.’ İfadesi, islamcılık adına önemli bir özeleştiri idi. ‘Bu kadar yıl geçmesine rağmen, bu sorunun çözülemeyişinin temeli islamcılıktır. Modern bir şeydir islamcılık. İslamcıların kafasında sorun var, bu yüzden kürt sorununu tartışamadı. İslamcıların millet kavramı, kemalistlerden çok farklı değil. Muhayyel bir millet tanımı var, bu yüzden sorun çözülemiyor.’
‘Kürtler, Türkiye Cumhuriyetinden ayrılma hakkına sahiptir. Ama bu, şiddet kullanılmadan olmalı. Eğer sorunu çözecek ise, ayrılmayı kolaylaştırmak lazım. İslam kardeşliği, bu sorunu çözecek bir kavram değildir. Böyle bir hukuki kavram yok.’
Bekaroğlu’nun ifadesi, elbette ki, kendisini bağlar. Ama, bir kısım islamcıların geldiği noktayı göstermesi açısından önemlidir. Diğer kısım islamcıların ise, açlık grevlerini yapanlar için, ‘…gebersinler…’ ifadelerini kullandığını biliyoruz.
Bekaroğlu’na göre, ‘Pozantı’da bağrılta bağrılta, çocuklara tecavüz edilmesine rağmen, islami medya’da bunun çok gündemde tutulmaması dikkat çekicidir. Ve sırf bu yüzden dağa çıkan insanları varlığına dair bilgiler mevcuttur. Gazetelerde, kendilerine ‘alim’ dediğimiz kimselerin bir çoğunun buna ses çıkarmaması da önemli.’ Kendilerine dindar, islamcı, dini bütün vs. her ne denirse densin, ses çıkarmayan medyanın kulakları çınlasın!
Bekaroğlu’nun, ‘sorunu uzaklaştırmak, çözüme katkı sunmuyor.Kürt sorununu, çok eskilere götürmek, doğru değil’ ifadesini bir milliyetçilik eleştirisi olarak okumak mümkün. Zira, kürt sorunu, modern bir sorundur ve ulus-devlet ile birlikte kökleşmiştir. Bunu 300 yıl öncesine, 500 yıl öncesine götürmek, milliyetçi bir yaklaşımdır.
Nubahar dergisinden Muhittin Kaya’nın, ‘kavramları soyutlaştırmak, çözüm değildir. İslam kardeşliği gibi… Şiddetle bu sorunun çözülebileceğine olan inancın devam etmesi, sorunu devam ettiriyor. Her düşünce, kendi örgütlenme hakkını kullanabilecekse, kürt sorunu da çözüm yoluna girer.’ ifadesinin ilk cümlesi önemlidir. Zira,sorun, hukuki bir sorundur. Eğer ille de islami bir bir ifade biçimi ile söyleyeceksek, sorun bir islam kardeşliği sorunu değil, fıkhi bir sorundur.
Nasılki, bir ortaklıkta, ortakların payları, hakları ve görevleri tayin edilir ve bu, bir ortaklık sözleşmesi ile deklere edilip imzalanır. Böyle bir ortaklıkta, taraflardan biri, ‘ben müslümanım, müslüman, müslümanın din kardeşidir, siz bana güveneceksiniz, bu yüzden, herhangi bir ortaklık sözleşmesi imzalamaya gerek yok’ diyemez. İslam kardeşliği ifadesi, böyle bir sözleşmede kaale alınmaz.
İslam fıkhında, bir sözleşmenin kurucu unsurları, ‘icab ve kabul’dür. Sözleşmenin taraflarının bir müslüman olması ile bir yahudi olmasının bir kıymeti yoktur. Taraflardan biri, ‘icab’ta bulunur ve diğeri de ‘kabul’ ederse sözleşme kurulmuş olur.
Burada da, Türkiye toplumunda, Türk unsurunun dışındaki en büyük unsur olan kürtlerle türklerin, bir anayasal sözleşme ile hak ve yükümlülükleri teminat altına alınmalıdır. Bu doğrultuda yeni yazılan anayasanın, bir sosyal sözleşme hükmünde olması gerekir.
Sorunun çözümü için, forumda özellikle kürt entellektüellerince dile getirilen görüşlerin önemli bir bölümü milliyetçi unsurlar taşımaktadır. Daha önce de dediğim gibi, kemalist türk milliyetçiliğine karşı yeni formüller geliştirirken, kemalist kürt milliyetçilik tuzağına düşülmemelidir.
Dini hassasiyetleri olanların, islamcıların, ve kendilerini her ne şekilde olursa olsun dini bir motifle ifade edenlerin, öncelikle yapması gereken, üzerindeki kemalist milliyetçi tortuları temizlemektir. Dindarlar, her yerde, her zaman herkesin hakkını savunamadığı sürece, dinin onlardan beklediği arınmayı sağlamış olamazlar.
Derin devletin geçmişte yaptıkları gün gün ortaya çıkarken, kürt sorununa karşı, kulaklarını kapatan dindarlar, islamcılar, artık kulaklarını kapatmak bir yana, kulaklarını ve gözlerini dört bir şekilde açmak zorundadırlar. Sürekli insanlar ölürken, öldürülürken, bir mü’min kulaklarını tıkayamaz ve rahat bir şekilde uyuyamaz.
Devletin kutsallığını kabullenerek bir yere varamayız. Dindarların, devletin başına dindar kadrolar geçmesinden dolayı, bunları ‘ul-ül emr’ diye yüceltmesi ve bu paradigma ile hareket etmesi ile ve devleti kutsaması ile bu soruna çözüm bulunamıyor, bulunamayacaktır.
Kürtlerin, ayrı bir devlet kurma hakkı vardır. Ancak, bu hakkın gerçekten istenip istenmediği belirsizdir. Dağdakilerin, legal siyasi oluşumların ve diğer sivil halkın böyle bir talebinin olup olmadığı araştırılmalıdır. Benim kanaatim, bu saydığım her üç grubun da kafasının karışık olduğu ve net olmadığıdır. Bunun için, bölgesel bir referandum başta olmak üzere, çeşitli formüller bulunmalıdır. Türkiye nufusunun kaç kişiden ibaret olduğuna dair, Türkiye İstatistik Kurumu, belirli periyotlarla sayım yapabiliyorsa, bir kürt nufusunu tespit de hiç de zor değildir. Böyle bir tespit, bütün tarafları rahatlatan bir sonuç ortaya çıkaracaktır. Kürtlere böyle bir hakklarının var olduğunun hatırlatılması, onları duygusal olarak rahatlatacaktır. Böyle bir dugyusal rahatlama, bu hakkın ille de kullanılacağı anlamına gelmez.
Kürtlerin ayrı bir devlet kurma hakkının olduğunu kabul etmeme rağmen, böyle bir hakkın kullanılmasını ve ayrı bir devletin kurulmasını doğru bulmuyorum. Zira, mevcut bir ulus-devletin milliyetçilğinin sıkıntılarını acı bir şekilde tecrübe ederken, yeni bir ulus-devlet formülünü yeniden denemenin anlamı yoktur. Kürtlerin ayrı bir devlet kurmasının, bazılarında psikolojik ve duygusal bir tatmin oluşturacağı muhakkaktır. Ancak bu duygusal tatmin, ulus-devletin mevcut zararlarını göz ardı ederek, kendisini idame ettiremez. Mevcut bir pasaportum, dünyada beni ayrıcalıklı kılmıyor ki, yenisi bana zevk versin.
Ayrı bir devlet yerine, başta eyalet sistemi olmak üzere, il özel idarelerinin yetkilerinin arttırılarak, nufusa göre, kürtlerin çoğunlukta bulunan yerlerde yerinden yönetimin farklı renklerinin uygulanması gibi yöntemlerin tamamı hür ve serbest zeminlerde ve parlamentoda tartışılmalıdır. Bu tartışma, güncel siyasette en azından başkanlık sistemi kadar önemli ve zorunludur. Bu tartışmalar sonucunda, herkesi tatmin edecek ortak formüller bulunup, uygulanacak yol haritaları belirlenmeli ve zaman kaybetmeden uygulanmalıdır.
İllegal örgütlenmelerin, şiddetin bir çözüm olmayacağını bilmesi ve silahları bırakması kadar, devletin meşru silahlı güçlerinin, bir çözüm bulununcaya kadar, çatışması önlenmelidir. Silahların gölgesinde hiçbir özgürlük konusu, tartışılamaz ve karara bağlanamaz. Çatışmasızlık ortamı, silahların konuşması yerine, söyleyeceği bir şey olan herkesi, tartışma ortamına çekeceğinden dolayı, herkesin, eteğindekini döküp, çözüme katkı sunmasına vesile olacaktır.
Birçok kan davası, taraflardan birçok insanın ölümüne rağmen, aracılar vasıtasıyla, görüşerek, konuşarak, çözülmüştür. Hiç kimse, kibrini ve gururunu toplumsal menfaatlerin önüne geçirmemelidir. Devletin kibri ve gururu da bu minvalde değerlendirilmelidir.
Bediüzzaman’ın Kur’andan aldığı bir düstur olan, ‘birisinin hatasıyla, başkası mesul olamaz.’ prensibi, problemin çözümü için sürekli hafızalarda canlı tutulmalıdır.
İttihad-ı islamı savunanların, önce dahilde ittihadı sağlaması gerekir. Kendi içinde bir kürt sorununu çözemeyen ehl-i islam ve bizim mahallenin liderlerinin, yapacakları ittihad-ı islam vurgusu, artık kaale alınmayacaktır.
Hatta şöyle bir ifade kullanırsak, hiç ‘muhataralı’ olmayacaktır: İttihad-ı islam, kürt sorununun çözümüne vabestedir. Fena ve fani bir adam bir ara, ‘Avrupa birliğinin yolu diyarbakırdan geçer.’ demişti.
Ben de şöyle derim ki, İttihad-ı islamın yolu, ittihad-ı türki ve kürdiden geçer. Şu milletin de saadet ve selameti, türklerin kürtlerle ittifakına vabestedir.
Özetle, asıl sorun, ne ekonomi kaynaklıdır ne de coğrafi bölge kaynaklıdır. Asıl sorun, milliyetçiliktir.
Not: Merhum Mustafa Sungur ağabeyin vefatı münasebetiyle kendisine rahmet kederli ailesine de sabırlar diliyorum. Ekilen nur tohumları, merhumun cenazesinde kendisini binlerle ve milyonlarla ifade etmiştir. Üstadın ve bu günlere kadar nurları taşıyanların ruhları şad olsun!
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.