Habibi Nacar YILMAZ
Atila Doğan'ın 'Bir Müslüman Evrim ve Sosyal Darwinizm'e Nasıl Bakmalı?' kitabı üzerine-3
Atilla Hocamızın bu kitabı çok derin tahliller ve geniş tarama sonucu hazırlamış, demiştik. Kitabın ibretlik alıntılarla dolu olduğunu söyleyebilirim. Yönünü Batıya doğru çeviren, hâliyle dinin referans olmaktan çıkmasını isteyenlerden Abdullah Cevdet, misafirperverlik için söylediği "Misafirperverlik, hiç şüphesiz bedeviyet (göçebe) devrenin zorunlu faziletlerindendi.....Avrupa bedeviyetten uzaklaştığı için, o bedevi fazileti çoktan unuttu."
Hayat mücadelesinde üstün gelmek için, her yolu mübah gören bu anlayış, misafirlik gibi munis bir paylaşımı dahi normal görebilir mi? Bu tipler, evrim düşüncesi üzerine ve biraz da Hıristiyanlığın putperestlik kokan anlayışına karşı geliştirilen tek varlık olarak tabiatı gören "monizm" dinini orta atmışlar. Yani varsa da yoksa da zerre (atom) demişler. Sonunda da değişen, bozulan, dağılan, hiçbir şuur ve canlılık özelliği de olmayan zerrenin uluhiyetine hükmetmişler. Yani atomun hareketi, zerrenin akışı, itmesi çekmesi, her şeyin yapıcısı, tanzimcisi kabul edilmiş.
Atom bir temel madde olarak, her zaman bir yolculuk halinde. Topraktan ya da havadan başlayan bu yolculuk, bitki ve hayvanlarda devam etmiş; devamında insanda, insanın her azasında üstadane ve mahirâne sürmektedir. Bir bakıma atom, her girdiği yerin çalışma şartları ve usullerine göre vaziyet almakta, bütün kâinatla irtibatlı ve kâinatın özeti konumundaki canlılarda hiç şaşırmadan, karıştırmadan, dikkatli bir şekilde adımını atmaktadır. Bu yolculuğunu şaşırmadan yapabilmesi için, bütün kâinatı tanıması, bilmesi, yanında yöresinde bulunan diğer atomlara hem mahkûm, hem de hâkim olması gerekmektedir. Yani bir Allah dememek için, bütün zerreler adedince ilâha mecbur olmak, nasıl bir ruh hâlidir? Anlamak ve anlatmak zor gerçekten.
Böyle bir aymazla uzun görüşmelerimiz olmuştu. Sonunda "Arkadaşım beni zorlama. Ben sizi tanıyorum. Allah dersem, orada bırakmıyorsunuz ki. Allah'ın bir peygamberi, peygamberin getirdiği, getirdiğinin de bir icabı var, deyip beni ibadete çekmek istiyorsunuz. O oyunlara gelmem." demişti. Buyur nereden bakarsan bak!
Hani inkârcılar için cehennemi şefkatlerine sığıştıramayan hadsiz paylaşımlar görüyoruz ya. Ya arkadaş, adam cennete inanmıyor, "Bir kelp gibi yaşayıp öleceğim, böceklere yem olacağım." diyor. Cenneti vaad edeni tanımıyor. Hatta olsa da cehennemi tercih ederim, diyor. Böyle bir insan için, inanmadığı cennet naraları atmak, neyin nesi? Adamın iyilikleri varmış, olabilir. Onun da mükâfatını zaten ilgi, alaka, şan şöhret, alkış olarak dünyada görüyor. Onun istediği de buydu zaten. Bunu da görmemişse de yine adl-i İlahice inancına layık şekilde görecek. Hatta bunlar için, yokluğa göre varlar ülkesinden cehennem hapsi bile mükâfat sayılmaz mı?
Avrupa'da çıkan ve bir kurtarıcı gibi sarıldıkları, sosyal hayatta tatbik edip "sosyal darwinizm" dedikleri bu düşünceden etkilenen Abdullah Cevdet gibiler, onlardan ilhâmen hatta biraz daha ileri gidip "Din avamın (halkın) ilmidir, ilim havassın (bilim adamlarının) dinidir." cümlesini bile kurmuşlar. Bunların ilim diye anlatmak istedikleri ise, aslında üstad Said Nursi'nin mütemadiyen yani her cümlesiyle Allah'ı gösteren fizik, kimya, biyoloji gibi fen bilimleriydi. Demek bakış açısı, işin mahiyetini ne kadar değiştiriyor? Niyet bir nevi elması kömüre, kömürü elmasa çeviriyor.
İşte bu anlayış, tekâmül dedikleri, Said Nursi'nin zerrenin hareketi dediği atomun mükemmel seyrine; tesadüf, kendi kendinelik ismini takıp bu anlayışın mutlak doğru bir din olduğunu yaymaya çalışmış; tabiidir, doğaldır, kanun gereğidir gibi izahlarla asrı zehirlemiştir.
Bu, edebiyatta da daha çok Tevfik Fikret'te özellikle "Tarih-i Kadim" şiirinde kendini göstermiş; dünyada özel şekilde misafir edilen insanın ulvî mahiyetinin bir okuması ve saadet düsturu Kur'an, ona göre (haşa) köhne bir kitap, iman ise bütün kavgaların sebebi sayılmıştır.
Tevfik Fikret'in mezkur şiirinde geçen:
"Ne cehennemlerinde bir kaynama var,
Ne büyük acını gören göz,
İnanasım gelmiyor, bunların hiçbirine" mısraları ise, aklın göze inmesinin, vicdanın ebed sesine kapanmasının ilânı gibi.
Mehmet Akif'in "İki yüz lira verirsen zangoçluk eder." dediği T. Fikret aynı şiirin:
"Hiçbir yaradandan umman bunu,
Yaratan yok eder ama perişan etmez" mısralarında ise, yok olmayı perişan olmaya tercih ettiğini; beşerin kendi başına bela ettiği perişanlığı ise, inanmadığı Allah'tan bildiğini ilân ediyordu.
Uzun olan bu şiire kaynaklık eden "Madde ve Kuvvet" kitabının ana felsefesini, aynı dönemin yazarı ve bir zaman materyalizmi de benimseyen Ahmet Mithat Efendi ise bakın nasıl anlatıyor: "Yaratıcıyı ve onun rububiyetini madde ile onun bazı özelliklerine kadar indirmişler. Cevher ve araz diye bizim eski filozofların öteden beri araştırdıkları seyi onlar şimdi, madde ve kuvvet diye adlarını değiştirerek güya yeni buldukları bir hakikatmiş gibi tetkike almışlar. Bula bula iki mahluka (madde ve özelliklerine) halıkiyet isnadı hükmünü bulabilmişler. Madde ve özelliklerine ezeliyet vermişler. Ahmaklığın bu derecesine hikmet demekten haya etmek lazım değil mi?"
Ahmet Mithat, "Ben Neyim? Hikmet-i Maddiyeye Müdafaa" adıyla yazdığı eserinde bu fikirlerle dalgasını da geçiyor. Onları özetle verelim: "Onların nazarında ben bir miktar et, yağ, kemik ve sudan ibaretmişim. Görmek, işitmek, koklamak ise, bu et ve kemiğin melekesiymiş. Göz bir madde, görmek de kuvvetiymiş. Akıl ve ruhumuz var, diyorsunuz; onlar da melekedir diyorlar. Ben ölünce, onlar da toprağa karışırmış. Ben, benim benliğimi inkâr eden şerir ile boğaz boğaza gelmeyince, kanaat hasıl edemeyeceğim. Evet ben de okudum. Fikyeleri, Darwinleri, Decartları, Şopenhaverleri, Büchnerleri bile okudum. İnkâr olunan benliğimi bulmak için dosta düşmana da sordum."
"Bu herifler eserden müessire (yaratılandan yaratana) intikal (anlama) melekesini hükümden düşürmeye çalışıyorlar. İşi mugalata-i fenniyeye (fen bilimleri yanlıştan alet etmeye) kadar da vardırıyorlar. Fenni kullandıkları için cevap da zorlaşıyor."
Ne isabetli teşhisler değil mi? Malesef bu hastalık aynen devam ediyor. Halbuki onların inkârlarına alet ettikleri fen bilimleri, daha önce işaret ettiğimiz gibi, her kelime ve cümlesi ile bir sanat galerisi olan tabiatı ve içindekileri anlatıyor. Ahmet Mithat'ın mugalata-i fenniye dediği ise, fenni izahlarla bu harika ve mucizelerin anlaşıldığını, âdileştiğini zannetmeleri ve sanatın arkasında akla görünen sanatkârı görememeleriydi.
İnsanın uykusundan, hafızasına; sevgisinden, nefretine; dimağından, konuşma kabiliyetine kadar madde ilgilisi olmayan özelliklerinin ruhu gösterdiğini uzun örneklerle açıklayan Ahmet Mithat, söz konusu eserini "Hem artık Rabbimiz demeye maddiyuna karşı salahiyet kazandık. Kendi vücudumuzu, kendi varlığımızı ispat eyledik ya! Varlığım halıkımın varlığına şahittir." cümlesi ile bitiriyor. Gerçekten, hangi tekâmülle ruhun konuşma, sevme, nefret gibi özellikleri kazandığını anlatabilirsiniz? Bunlar maddî şeylerle, onların dönüşüm ve değişimiyle izah edilebilir mi?
Evet dostlar, yoktan yaratılan ruh ve ruha takılan ve yine yoktan yaratılan akıl, vicdan, hafıza, duymak, konuşmak gibi sadece insana mahsus melekeleri tekâmül, değişim, dönüşüm ile izah etmek mümkün mü? Beş yüz maymun ile üç yüz koyunu bir araya getirsek, bir ampül takabilir ya da beş yüz sene eğitsek bir çivi çıkabilirler mi? Zira bunu deneyen evrimci biri, bir maymuna elli senede bir "ah" bile dedirtemediğini itiraf etti. Bu kitabı tanıtan bu yazılarımız dördüncü yazıyla bitecek inşallah.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.