Avrupa'da Müslüman Olmak
Avrupa'da yaşayan birisine "Avrupa'da müslüman olmak kolay mı/zor mu?" sorusunu yöneltirseniz, büyük ihtimalle
Akif Yazıcı’nın yazısı:
Avrupa'da Müslüman Olmak
Evinizde geçirdiğiniz saatler, çok mesele değildir. Asıl iş, sabah evden çıkarken başlar. Namaz saatlerine iyice bakıp, hangi vakti nereye denk getireceğinizin planını yaparsınız. Eğer rutin olarak gittiğiniz ve belirli çözümler üretmiş olduğunuz iş, okul vs. yerlere gitmiyorsanız, menzilinizdeki veya yol üzerindeki camileri/mescidleri internetten bulup çıkarırsınız. Telefonunuz akıllı ise, adreslerini navigasyon uygulamanıza kaydeder ve namaz saatlerinden sonra açık olmaları için dualar edersiniz. Her ihtimale karşı yanınıza kolay taşınır seccadenizi ve telefonunuzun aklı ermiyorsa pusulanızı alırsınız. Abdest konusunda ise, çoğu kez az sıvı tüketimi ve tevekkülden başka elinizden birşey gelmeyecektir. Yolculuğunuzun uzunluğuna göre yanınıza yolluk almanız gerekebilir. Zira normalde geniş olan helal dairesinin, insan eliyle ne kadar daralabileceğine şahit olmuşsunuzdur. Eğer mizacınız vejetaryen bir hayata müsait değilse, oturduğunuz yerden kilometrelerce uzakta bir köye gidip, küçükbaş bir hayvan kesip getirmeniz icab edebilir. Market alışverişinizi yaparken cebinizde taşıdığınız kaçınılması gereken E-kodu listesini ise bir süre sonra ezberlemeniz işten değildir.
Çok zor mu geldi kulağınıza? İtiraf etmeliyim ki, bunda biraz benim de payım var. Zira yanlış bir şey söylememişsem de, biraz dramatize ettiğim doğrudur. Akıllı telefonlar çıktı çıkalı kıble tayin etmek ve mescid (en azından adresini) bulmak, o kadar da zor değil. Mescid bulamadınız diyelim, kuytu bir köşede namazınızı kılmanız çoğu kez mümkün. Avrupa'da azımsanmayacak (Avrupalılar da azımsamıyor zaten!) dereceye ulaşmış olan müslüman nüfusu sebebiyle, yeterince büyük şehirlerde genellikle cami bulunabiliyor. Üstelik benim gibi ciddi bir Türk nüfusunun arasına düştüyseniz, marketi, kasabı bir kenara koyun, kebap, çiğ köfte ve baklava bile bulursunuz. Bulamadıysanız da, Arap veya Hint mutfağıyla idare edersiniz!
Bu da çok kolay mı oldu? Eh, en azından belirli yerlerde zaten öyle olduğu iddia edilebilir. Ama zaten en baştan beri yaptığımız hata, "müslüman olma"yı namaz ve helal ete indirgemek oldu. Avrupa'da yaşayan birisine "Avrupa'da müslüman olmak kolay mı/zor mu?" sorusunu yöneltirseniz, büyük ihtimalle bu minval üzere bir cevap işiteceksiniz. Halbuki kabul edelim ya da etmeyelim, Avrupa'da da, Türkiye'de de, Kuzey kutbunda da, Harem-i Şerif'te de, bunlar müslüman olmanın en kolay yönleridir. Daha zor olan asıl mesele, “cihad-ı ekber” dediğimiz nefisle mücadele ve müslümanca yaşamadır. Bu meselede de Türkiye’yi biraz gözünüz önüne getirirseniz, Avrupa konusunda da bir fikriniz olur. Zira Avrupa'daki müslümanlar, çoğunlukla bizim içimizden gitme olduklarından, bizim küçük bir örneklem grubumuz gibi duruyorlar. Aralarında ehl-i tarik de var, beynamaz da.
Bir ay kadar evvel, İhsan Süreyya Sırma Hoca, bir çok şehrin yanısıra, Belçika'da yaşadığımız şehre de uğrayıp bir konferans verdi. Konferansın başlığı, bu yazının başlığı ile aynı idi. Konferansında özetle, üzerimizdeki kıyafetten tutun, ticaret ahlâkına kadar hayatımızdaki en ufak detayda bile özenilecek insanlar olmamız gerektiğini vurguladı. Cemil Şahinöz'ün Pazartesi günü RisaleHaber'de yayınlanan yazısını okuyunca, zihnim hemen bu konferansa gitti; zira verilen mesaj temelde aynı: "Avrupa'daki müslümanlar müslümanca yaşamalı ki, Avrupa İslâm'ı doğru tanısın."
Bu fikre itiraz etmek niyetinde değilim, fakat gerçekçi olmak gerekirse, Avrupa'da geçirdiğim kısacık süre, bana en azından kısa vadede bu konuda ümit vermedi. Yanlış anlaşılma olmasın, Avrupa'da İslâm hizmeti çok geniş biçimde yapılmakta ve İslâm, en hızlı yayılan din konumuna gelmiş durumdadır. Fakat bu, Avrupa'ya çalışmaya/yaşamaya gelenlerin yaşayışlarından ziyade, Avrupa'ya hizmet etmeye gelenlerin gayretleriyle olmakta. Buna da çok şaşırmamak lazım belki de, zira daha önce de dediğim gibi Avrupa müslümanları, müslüman memleketlerin ortalamasını az çok yansıtıyor. Yakından bildiğimiz için sadece Türkiye'yi bir dakika düşünürsek, ne demek istediğim anlaşılır. Türkiye'de hidayete erenlerin (gayrimüslim olsun, müslim fakat ehl-i dünya olsun) sizce ne kadarı etrafında gördüğü hayatların ortalamasından etkileniyor da bu karara varıyor, ne kadarı ise özel olarak İslâm'a hizmeti kendine gaye edinenlerce irşad ediliyor?
Bu bakımdan, müslüman memleketlerden buralara sırf hizmet için gelen insanlar, hala büyük ehemmiyet taşıyorlar. Bu insanlar, aslında Avrupalıdan ziyade büyük ölçüde kendi insanlarını irşad ediyorlar. Ben bunu küllî bir “cihad-ı ekber”e benzetiyorum. Zira müslümanın tebliğ vazifesi, öncelikle kendi nefsinedir. Bediüzzaman’ın Risale-I Nur’u nefsine hitaben te’lifi, buna mühim bir örnektir. Dolayısıyla bir tabaka haricten bakıldığında da, iman hizmetiyle uğraşanlar, ehl-i dünya yerine çoğunlukla hizmet dairesindekileri muhatap alırlar. Bu muhatabiyet, tabaka tabaka dışarıya doğru (ehl-i hizmet, ehl-i iman, ehl-i dünya, gayrimüslim) azalır. Her bir tabaka, küllî bir ferd olarak görülürse, her bir tabakadaki muhatabiyet, bir nevi küllî “cihad-ı ekber” olarak görülebilir. Yani, insanın ilk vazifesi nefsini ıslah etmektir. Sonra, ehl-i hizmet cemaatimizin ilk vazifesi, kendi mensuplarını ıslah etmektir. Daha sonra ehl-i İslâm’ın vazifesi, yine ehl-i İslâm’ı ıslah etmektir. Ehl-i dünya ve gayri müslimler ancak tebeîdir, fakat ıslah olmuş bir ehl-i İslâm cemaati, yaşayışlarıyla pasif bir tebliği zaten ifa edecektir.
Avrupa’da ehemmiyeti ziyadeleşen bir mesele de, müslüman memleketlerde çoğu kez ancak afakî olarak algılanabilen ittihad-ı İslâm meselesidir. Çoğunlukla siyâsî bir konu olarak algılanan bu mesele, burada günlük hayata direk olarak yansıyan bir meseledir. Camiler, marketler, lokantalar ve benzeri mekanlar, sahiplerinin/müşterilerinin dinlerinden ziyade milliyetleriyle anılmaktadır. Birbirlerine hiç gitmemezlik yapılmasa da, çeşitli milliyetlerin (Belçika özelinde ağırlıklı olarak Türkler ve Faslılar) ihtilâtı kısıtlı kalmış durumdadır. Bu durum, yerli halkın da bu iki toplumu bir tek İslâm milletinden ziyade, birbirleriyle ilişkisi olmayan farklı etnik gruplar olarak algılamasını netice veriyor. Bu durumu körükleyen spesifik bir problemi bu noktada zikretmekte fayda var. Genellikle Faslılar arasında daha yaygın olan “dâr-ul harb” yaklaşımı, kendisini müslüman ve hatta dindar olarak gören insanların bile, faizi bir kenara bırakın, düpedüz hırsızlık yapabilmesine kapı açıyor. Bu da bir yandan yerli halkın algısında iki milletin ayrımını körüklerken (Türklerin lehine olsa da, bu durumu olumlu görmek zor.), diğer yandan da Avrupalıların genel olarak müslümana bakış açılarını ciddi biçimde zedeliyor. Aynı zamanda Türklerin de Faslılara olan yaklaşımı da bundan olumsuz etkilendiğinden, ittihad daha da zorlaşıyor. Benzer problemler, birden fazla İslam milliyetinin bulunduğu (genelde Akdeniz'e kıyısı olan) Avrupa ülkelerinde de söz konusu.
Özetle, Avrupa müslümanları, küllî bir ferd olan ehl-i İslâmın bir uzvu olarak irşad ve tebliğe azamî derecede muhtaçtır. Onlardan, yaşayışlarıyla İslam’ı Avrupalılara tebliğ etmelerini beklemek, kısa vadede fazla iyimserlik olur kanaatindeyim. Bence (her yerdeki) müslümanların öncelikli hedefi, başkasını irşaddan önce nefsini ıslah olmalıdır. Buna gayret, zaten diğerini netice verecektir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.