Azınlıklar bile Müslüman kültürle yetişir

Azınlıklar bile Müslüman kültürle yetişir

Türkiye'de doğup yaşamış birisi , neye inanırsa inansın kültürel Müslüman olma özelliğini yitirmez.

Hasan Bülent Kahraman'ın yazısı:

Kültürle Müslüman olmak

Müslümanlık bir inanç işi ve dinsel bütün inançlar gibi büyük ölçüde ailede başlayan bir eğitimle oluşuyor. Türkiye'de doğan ve yaşayan bir çocuğun çok özel bazı durumlar dışında Müslüman olmayarak şahsiyetini bulması pek düşünülecek bir şey değil. Bazı entelektüellerin sahip oldukları aşırı "septik" tavır nedeniyle bırakın Müslümanlığı çocuklarına dinle ilgili herhangi bir bilgi vermediklerini biliyorum. Ya da bazı insanların kendi kişiliklerini oluşturduktan sonra dinsel inanışları konusunda kendi kararlarını verdikleri de malum. İnsanlar dinle ilişkilerini "deizm, ateizm, agnostisizm" şeklinde tanımlayabilir. Kimsenin bir diyeceği de olamaz.

Bununla birlikte benim neredeyse değişmeyen temel görüşüm, Türkiye'de doğup yaşamış birisinin ne yaparsa yapsın, neye inanırsa inansın kültürel Müslüman olma özelliğini yitirmeyeceğidir. (Bu "azınlıklar" için de geçerli bir durumdur.) Başka türlü nasıl olabilir? İyi kötü Müslüman bir aileye doğmuş, aileden birisini namaz kılarken görmüş, bayramları yaşamış, el öpmüş, kandil simidi yemiş, günde beş defa ezan sesini duymuş, camilere girip çıkmış, cenaze kaldırmış, mevlit duymuş, Kuran dinlemiş birisinin kendini bütünüyle Müslümanlığın dışında tanımlaması, kişisel planda olsa da kültürel formasyon olarak kabul edilebilecek bir şey değil.

Bu "büyük" gerçeğe rağmen Türkiye'de gündelik hayata bakınca Müslümanlıkla ilgili kültürün niye bu kadar cılız, yavan, yüzeysel olduğunu insan hayrete düşerek kendi kendisine soruyor. Şimdi Sabah da aynı soruyu çeşitli kişilere sorarak bir yanıt bulmaya çalışıyor. Benim görüşlerim de 7 Eylül 2008 tarihli Pazar Sabah'ta yayınlandı. Fakat orada Evrim Altuğ'un sorularını yanıtladıktan sonra üstünde düşününce aklıma başka bir nokta daha geldi. Şimdi onu belirtmek istiyorum.

Bize sorulan sorular da, verdiğimiz yanıtlar da İslam estetiği üstündendi. "Bir İslam estetiği var mı, varsa özellikleri nelerdir" sorusunun yanıtını insanlar Şarkiyatçılığın ortaya çıkışından yani 19. yüzyıldan bu yana araştırıyor. Tanpınar bu alimlerin en önemlilerinden birisi olan Massignon'dan çok etkilenmişti. Daha sonra bu çizginin en önemli adlarından birisi Oleg Grabar oldu. Grabar birçok Türk öğrenci de yetiştirdi.

Massignon konuya daha düşünsel bir yaklaşım gösteriyor ve İslam mistisizmi üstünde duruyordu. Fakat Grabar'dan yani Amerikan akademyasının konuyu incelemeye başlamasından sonra İslam kültürü (ve sanatı) doğrudan doğruya bir mimarlık ve görsel sanatlar meselesi haline geldi. İlk Müslüman toplumlardan bugüne kadar özellikle mimarlığın ve objelerin biçimlendirdiği bir kültürel algılama sorgulandı. Selçuklu-Osmanlı çizgisi de buna dahil edildi.

Buna söyleyecek bir şey yok. Ne var ki, ben bunun bizi ve tartıştığımız konuyu yeterince ilgilendirdiği kanısında değilim. Daha açık söylersem bir İslam kültürü (ve sanatı) ile ilgili değiliz. Bizi ilgilendiren Müslüman kültürü (ve sanatı). İkisi arasında çok önemli bir fark var. İslam kültürü deyince daha evrensel bir oluşumun genetik kodlarını sorguluyoruz. Halbuki Müslüman kültürü dediğimizde çok daha yerel bir anlayışın içinde kalıyoruz. İşte bütün o kandil, mevlit, Kuran, cami, mahya, bayramlaşma bunun bir parçası.

O zaman tartışma dönüşüyor. Çünkü eğer bugün iç içe olduğumuz Müslüman kültürün veya kültürel Müslümanlığın yetersizliğinden yakınıyorsak bu doğal; çünkü Müslüman kültürü veya kültürel Müslümanlık hayatın diğer alanlarındaki duyuştan ve tepkiden bağımsız değil. Eğer ortada bir estetik/sizlik sorunu varsa bu Türkiye'nin yaşadığı genel bir sorundur ve nedenleri İslam'la değil doğrudan doğruya bizimle, kendimizle ilgilidir.

Kültürümüz genel olarak ne kadarsa kültürel Müslümanlığımız da ancak o kadardır!

Sabah