Başörtüsü yasağına çok öfkeliyim

Başörtüsü yasağına çok öfkeliyim

Nobel’li yazar Günter Grass Taraf’ta açıkladı: Benim dinle hiç alakam yok ama başörtüsünü gericilik sayıp yasaklayanlara çok kızıyorum.

Yasemin Çongar'ın haberi

Günter Grass 7 Aralık 1999’da Stockholm’deki törende, Nobel Edebiyat Ödülü’nü kabul konuşmasına bu duyuruyla başlamıştı: “Devamı var.” Oradan on dokuzuncu yüzyıl edebiyatına getirmişti sözü. Dickens’ın birçok romanının, Tolstoy’un Anna Karenina’sının okuyucuyla ilk kez, dönemin gazetelerinde tefrika edilerek tanıştıklarını, her bölümün sonundaki “devamı var” müjdesiyle, hiç bitmeyecekmiş gibi sürüp gittiklerini anlatmıştı. Aslında, sadece klasiklerin değil, bir bütün olarak edebiyatın verdiği sonsuzluk duygusuydu söz ettiği... Hikâyelerin hiç bitmeyeceğini anlatıyordu bize. İnsanoğlu, yazıyı keşfinden çok önce başlamıştı hikâye anlatmaya ve başladıktan sonra da hiç susmamıştı aslında; devamı hep vardı, hep olacaktı.

Dün Taraf’a geldi Günter Grass. Üç buçuk saat boyunca, Ahmet Altan’la birlikte Grass’la sohbet ettik. Seksen üçe yaklaşan yaşına rağmen, yarı yaşındakilerde az rastlanan bir enerjiyle konuşmasına; hiç acele etmeksizin, ağzından düşürmediği piposundan sakin nefesler alıp her cümlesinde küçük kavisler çizerek, parantezlerde oyalanarak ama yönünü de asla kaybetmeden, onca yılın biriktirdiği hatıralarla bugün kafasını meşgul eden meseleler arasında gidip gelmesine kulak verdik.

Bizim onun yazısını tanımamızdan ve onun Taraf’ın nasıl bir gazete olduğunu işitmiş olmasından öte bir samimiyet vardı sohbetimizde. İlk kez değil de, uzun aradan sonra yeniden buluşan eski arkadaşlar gibiydik. Söz bitmiyordu. Bizim onu yormamayı, zamanını fazla almamayı kendimize hatırlattığımız mahcup suskunluklarımıza bile izin vermiyor; Almanya’dan Türkiye’ye, Japonya’dan Yemen’e uzanan hikâyelerini, yazısında yarattığı “üç zamanlı uzam” misali geçmişi, şimdiyi ve geleceği bir tür “miş-yor-cek” kipinde birleştiren bir akıcılıkla anlatıp sözü bizzat sürüklüyordu.

Edebiyat, insana küçüklüğü kadar sonsuzluğunu da hatırlatır. Grass’la konuşmak da biraz böyleydi. Yaşadıklarını yorgunlukla değil, hâlâ taze bir öfkeyle taşıyan gerçek bir yazar o. Grass’ın enerjisi ve öfkesi bana da bulaştı sanırım; sohbetimizi yazmak için masama oturduğumda, “devamı var” dedim kendi kendime; bir haberden ziyade, hiç bitmeyecek bir hikâyenin bugün tefrika edilecek olan bölümünü yazacağım hissine kapıldım...

“Taksim’de aman bir şey olmasın”

Danzig (bugünkü Gdansk) şehrinde doğan, anayurdunu Polonya sınırları içinde bırakıp, anadili olan Kaşubya lehçesini de romanlarının birkaç istisnai bölümü dışında hafızasına gömdükten sonra, Almanca’nın en büyük edebiyatçılarından ve Almanya’nın en çok tartışılan yazarlarından biri haline gelen Günter Grass’la sohbetimize, Ermeni meselesinden başladık.

Grass’ın on yedi yaşındayken Hitlerjugend üyesi olarak Nazilerin SS birliklerinde savaştığını anlatıp, kendi geçmişiyle, belki biraz gecikerek ama büyük bir samimiyetle yüzleştiği Soğanı Soyarken kitabından yola çıkan bir yazı yazmıştım geçen hafta Taraf’ta. İstanbul’a gelip, “Ben geçmişimin gerçeğine bakabildim; gözlerimi yaşartsa da soğan gibi soyabildim kendimi; siz de kendi tarihinizle, Ermenilerin bu topraklarda yaşadıklarıyla yüzleşebilmelisiniz” diye bizlere seslenmesinden etkilenmiştim.

Grass, uzatmalı İstanbul ziyaretinde kendisine refakat eden Osman Okkan ve İlker Sayın’la birlikte gazetemize gelir gelmez, kendisine kısmen tercüme edilen o yazımdan bahsedip “Ben Ermeni meselesiyle ilgili konuşuyorum çünkü vahşetin yükünden kurtulabilmek ve bir daha tekrarlanmaması gerektiğini haykırabilmek için, tarihle yüzleşmenin şart olduğunu hem Alman toplumundan hem bizzat kendimden biliyorum” dedi.

24 Nisan akşamı Taksim Tramvay Durağı’nda bir grup Türkiyelinin ilk kez 1915’teki Büyük Felaket’i anma hazırlığı yaptıklarını anlattım Grass’a... “Çok önemli bir şey bu,” deyip uyardı hemen, “Aman bir şey olmasın, provokasyon olmasın, iş şiddete dönmesin.” Planlanan toplantının mumlar ve siyah giysiler içinde sessiz bir anma olduğunu söyleyince, “Böylesi en doğrusu” dedi.

“Anneannem de başını örterdi...”

Ahmet Altan’ın bize katılmasıyla, Ermeni soykırımından, Grass’ın “ikisini asla kıyaslamıyorum” dediği Holokost’a uzandı söz. Oradan, faşizmin güncel tezahürlerine, milliyetçiliğin bilumum maskelerine, “ulusal gurur” denen şeyin toplumları nasıl da zehirleyebildiğine vardık.

Ben kâh iki edebiyatçının siyaset ve tarih konuşmasına bunun benim için ne büyük bir ayrıcalık olduğunu hissederek katıldım, kâh Günter Grass’ı ve dolayısıyla da Ahmet Altan’ı siyasetten bir nebze koparıp dilden, yazıdan, romandan konuşmaya çekebilmek için meraklı çocuk soruları sordum. Grass’ın ve Altan’ın bir gözleri Avrupa tarihine, diğer gözleri edebiyatın geleceğine dikilmiş halde, birlikte aynı ufka baktıklarını hissettiğim anlarda ise susup onları dinledim.

Bu konuşmanın ayrıntılarını daha sonra yazmak üzere, şimdilik Günter Grass’ın, sohbetin orta yerinde, “Belki sonsöz olarak şunu söyleyebilirim” diye açtığı ve açar açmaz “sonsöz” olmayacağını sanırım kendisinin de kavradığı bir parantezi aktarmak istiyorum sadece.

“Alman hesabıyla seksen iki, Türk hesabıyla seksen üç yaşındayım” dedi Grass, “ama ihtiyar hissetmiyorum kendimi, çünkü yaşlandıkça mülayimleşen, bilgeleşen insanlardan olamadım ben. Hâlâ öfkeli, hem de çok öfkeliyim.”

“Yazarlar öyledir” dedi Ahmet Altan. Piposundan bir nefes çekip “mesela” diye devam etti Grass, “Bu başörtüsü meselesi çok ama çok öfkelendiriyor beni.”

O ana kadar hiçbirimiz dinden, örtüden, laiklikten, inanç hürriyetinden söz açmamıştık ama Grass’ın lafı buraya getirmesi, içinde dolaşıp durduğumuz ortak hikâyenin bütününe gayet uygun düşüyordu.

“Benim dinle hiçbir alakam yok. Ateistim” dedi Grass, “ve dindarlara gerici gibi bakanlar, başörtüsünü gericiliğin simgesi gibi gösterenler beni öfkelendiriyor. Fransa’da, Almanya’da, Türkiye’de laiklik adına bunu yapanlara kızıyorum. Benim anneannem de başını örterdi; belki de kendince dinsel bir inançtandı bilmiyorum. Ama ne fark eder. Başörtüsü yapay bir sorun; böyle yapay bir sorunla insanların üzerine gitmelerine sinirleniyorum.”

Bunun üzerine Ahmet Altan, “Bu yapay soruna duyduğunuz öfke Türkiye’de çok geniş bir kesimi derinden etkileyecek” dedi ve oradan, sadece azınlıkların değil, çoğunluğun bile “ikinci sınıf vatandaş” muamelesi görebildiği bir düzenin tuhaflığını konuşmaya geçtik.

Taraf