Habibi Nacar YILMAZ
Batıdaki talebelerim evlenmesin!
İnsan yediklerine, içtiklerine nasıl dikkat ediyorsa, okuduklarına, dinlediklerine de dikkat etmelidir. Çünkü biri bedenimizin sağlığı ile ilgili ise biri de ruh ve akıl sağlığımız için o kadar mühimdir. Bu ayrıca bize sayılı gün olarak verilen ömür dakikalarımızı israf açısından da önemlidir. Çoğu zaman farkına varmadan dakikalarımızı, belki de saatlerimizi harcadığımız bir şeyden geriye hiçbir şeyin kalmadığını görmek, ne hazindir. Burada iktisat ilmi devreye girmeli ve az sermaye ile en fazla kazancı nasıl elde edilebileceğinin hesabı yapılmalıdır. Fikir, zihin, istidat kabiliyet, zaman, nefis hatta nefes gibi kıymetlerin heder edilmemesi hem de bunun bir karakter haline getirilmesi, titiz bir muhasebe ve murakabe usulünün tatbiki ile mümkündür. Bu muhasebe ve murakebe yapılmadığı takdirde, ebedi bir ömrü kazanmak için bize bir defalığına verilen ömür sermayesini ateşe verip yaktığımızın farkında bile varmayız. Kulağımızı olur olmaz söz ve esere kabarttığımız zaman gönlümüzdeki 'dikkat'in harekete geçip bir süzgeç görevi görmesi, zamanımızda daha da önem arz ediyor. Zira ortalıkta çok silik söz geziyor. Mihenge vurmadan, hele araştırmadan, iyice tahkik etmeden inanmamak, hele gönlümüzün bir tarafına yerleştirmemek icap ediyor
Türkiye'de hakkında, aleyhinde yazı yazılan, söz söylenen nadir insanlardan biri de Said Nursi'dir. Ne hazindir ki söylenen sözlere hiç araştırmadan inanılmış hatta bu yazı dizilerinde bile dillendirilmiştir. Tanıdığım birinin bir gazetede yazdığı altmış cümlelik bir yazının, otuz cümlesinin yanlış olduğunu ve eksik bilgilere dayandığını görünce ne kadar üzüldüğümü anlatamam. O yazıdan sonra onu bir daha göremedim ve eksiklerini söylemediğim için hala üzgünüm. Bu konuda yazı yazanların bir kısmı bazen belli bir yere gelmiş aydınlardan olunca, insan biraz daha üzülüyor. İşte bu yazımda öyle bir yazı vesilesiyle yaptığım bir telefon konuşmasını anlatacağım sizlere.
Ayını hatırlamıyorum ama 1997 yılıydı. Sabah olduğunu hatırladığım bir gazetede sonradan kültür bakanı da olan Ahmet Tan'ın bir yazısı çıkmıştı. Yazı baştan sonra Said Nursi konusunu işliyordu. Yazarımızın köşesinde yazıldığına göre Said Nursi "doğudaki talebelerine evlenin, batıdaki talebelerine evlenmeyin" demişti. Bunun gerekçesi olarak da güya doğuda çoğalan talebeleriyle doğuda bir Kürt devleti kurmak olduğu söyleniyordu. Bunun gibi bir sürü iddialar sıralanıyor ve bunların kaynağı da belirtilmiyordu. Ahmet Tan'ın bu yazısını okuyunca çok üzüldüm ve hemen telefona sarıldım. Şanslı olacağımdan olacak ki kısa zamanda Ahmet Tan'a ulaştım. Bugünkü yazısını okuduğumu ve bazı itirazlarımın olduğunu söyledim. Büyük bir olgunlukla dinledi.
"Said Nursi hangi talebesine, nerede bu sözü söylemiş, ben de merak ediyorum" dedim. "Zira yıllardır onun eserlerini okuyor doğudaki ve batıdaki en yakın talebeler ile görüşüyorum, böyle bir şey ne okudum ne de duydum. Bana bunun bir sözlü ya da yazılı belgesini gösterebilir misiniz" diye sordum. Bana "Ben bunu bir profesör arkadaşımdan duydum" demesin mi? İş vahimdi. Kocaman bir profesör böyle bir bilgiyi nereden elde etmişti. Böyle bir yalanı, yoksa kendi mi uydurmuştu. Aydın dediğimiz insanlardan bunu görmek hazindi. Bir hazinlik de bunu duyan bakan adayımızın hiç tahkik etmeden köşesinde yer vermesiydi. Değerli yazara "Siz her duyduğunuza inanır mısınız ya da her duyduğunuzu, araştırmadan yazmanız doğru mu?" diye sordum. "Yazdığınızın bir belgesi sözlü de olsa bir duyduğunu iddia edeni var mıydı?" Telefonda bile çok mahcup olduğunu anlamıştım. Yazdığının yanlış olduğunu kabul etme faziletini göstermişti fakat bu yanlışı nasıl düzeltecekti?
Altı yüz bin sattığını iddia eden gazetede bu yanlış bilgi o kadar kişiye gitmiş ve yazar da bu kadar vebale ortak olmuştu. Çünkü bu zamanda yalan ve yanlış bir kalmıyor, radyo televizyon ya da gazete yoluyla bir anda milyonlara ulaşıyor ve beşerin bile adını bulamadığı günahlara birden neden oluyordu. Ahmet Bey'e "bu yanlışı düzeltmek için yarınki yazınızı bu konuya ayırıp ve doğrusunu yazabilir misiniz" dedim. Çünkü doğrusu öyle değildi, öyle bir söz söylenmemişti. Hiç unutamayacağım şu cevabı verdi: "Hocam bu gazete altı yüz bin satıyor ama okuyan kişi o kadar değil. Gazeteyi tava, tencere için arıyorlar fakat okumuyorlar" dedi. Ahmet Beyle pazarlığa başladık, ben "en az yarısı okur" deyince itiraz etti. Sonunda on beş bine kadar indi. O kadar satan bir gazetenin gerçek okuyucusunun o kadar olması ne hazindi. Bir de o kadar sattığını ilan eden bir gazetede yazan bir yazarın on beş bin kişi için yazdığına inanması daha da üzüntü vericiydi.
Ahmet Tan, o yazısını düzelttiği bir yazı yazmadı, kendi kanaatini düzelttiğini, yanlış bilgi aldığı hocayı ikaz edip etmediğini bilmiyoruz ama bu ülkenin aydın geçinen insanlarının düştükleri bu içler acısı durum, maalesef devam ediyor.
Benzer yanlışı Trabzon'da bir yerel gazetede görmüştüm. Yazıyı bir dostum okumuş ve benimle paylaşıp cevap vermemi istemişti. Said Nursi hakkında yalan yanlış iddialarda bulunuyordu. Yazara uzun bir kovalamacadan sonra ancak yine telefona ulaşabilmiştik. İddialarını delilleriyle çürütünce o da bilgileri okuduğu kaynakları bana söylemişti. Onun dediği kaynakları bir vesileyle ben de incelemiştim. Hemen hepsinin ortak özelliği, bozuk bir plağın dönüp aynı şeyleri tekrarlaması gibi hep birbirini kaynak gösterip aslı astarı olmayan şeyleri tekrar etmeleri idi. Said Nursi'nin bir eserini okumamışlar, yazdığı makaleleri, gazete yazılarını okumamışlardı. Risalelerden bağlamından kopararak alınan cümleler ve bir takım insanların yorumları ile hüküm veriyorlardı. Dayandıkları ilk kaynak yanlış olunca, ona bağlı olarak yazılan her biri de yalan ve yanlış oluyordu.
Fakat Üstadın ikinci Dünya Savaşı yıllarında Kastamonu'da yazdığı ve Kastamonu Lahikasında da da yer verdiği ehli sünnet âlimlerinin de kanaati olan "Fetret gibi karanlıkta kalan, Hazreti İsa'ya mensup Hristiyanların mazlumları, çektikleri felaketler onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir" cümlesini yazı bütünlüğünden de koparıp alarak, sanki bu yazının 1. Dünya Savaşı'nda bizimle savaşan Hristiyanlar için söylenmiş gibi gösterilmesi, bu yalanların en korkuncu ve acibidir.
Bulunduğumuz yöreden çıkması ve doğrusunu defalarca izah etmemize rağmen sürdürülmesi izahı zor patolojik bir vakadır. Bu tip yalanları söyleyen ve çarpıtmaları yapanların cezalarını, daha mahkeme-i kübra'ya kalmadan bir zamanlar sıkıca sarıldıkları 'müstakim ve geniş cadde'den koparak görmeleri, halk arasında ise istihza ile karşılanmaları ayrıca bir ibret olarak karşımızda durmaktadır.
Evet dostlar, ortaya koyduğu Kur'an'i düstur ve reçetelerle asrı kucaklayan bir Üstadı anlatma ve tanıtmada kafi derecede gayret gösterebiliyor muyuz acaba?
Yazarın görüntülü sohbetleri: https://www.youtube.com/channel/UClcxDfhJE-MJhh_KbhrKqfQ
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.