Bayram sayıklaması

Bayramın son günü. İnsanlar büyük bir coşkuyla doldurmuş çarşı pazarı. Maşeri bir kalabalık. Binlerce insan akın ediyor sokaklara. Esnaf  sevinçli. Asıl bayramı yapan bir parça onlar.  Akraba ziyareti güzel ama akrabaları binlerce müntesibi olan büyük bir aşiret ise bu ziyaretler zamanla işkenceye dönüşüyor. Bayramlardan oldum olası hazzetmedi. Çünkü bayram demek, sosyalite demek, sosyalleşmek demek, fildişi kuleyi bir süreliğine bırakmak demek. Onun da hayatı boyunca beceremediği şeyler bunlar. Yalnızlık, uzlet, inziva… Bu haleti bozan tek şey dışarıdaki koca dünyayı minnacık özel dünyasına taşıyan akıllı cep telefonu. Henüz üç yıldır kullanıyor bu telefonu ama sanki doğduğu günden bu yana kullanıyormuş gibi bağımlı hissediyor kendini.

Bayram edebiyatı en az oruç edebiyatı kadar insanı esneten cinsten. “Nerde o eski bayramlar!” Bayat ve berbat bir nostalji. Bir şey binlerce, yüzbinlerce defa tekrar edilince akliliği ortadan kalkıyor, mekanik bir hale dönüşüyor zamanla. İbadetleri düşünerek yapamamasının nedeni bundan başkası değil. İsteksizce yazmak, daha doğru bir tabirle yazmak için yazmak dünyanın en acı hallerinden biri. Yazmayı yaşam biçimi haline getirmiş bir yazara yapılabilecek en büyük suikast, Tanpınar’ın ifadesiyle sûkut suikasti. “Kendisi için yazmak” söylemi, kendini aldatmak ve kandırmak demek. Çünkü kağıda dökülen her kelime veya cümle günün birinde ikinci bir gözün gelip kendisini okumasını bekler. Hatta can atar bunun için. Bundan dolayı hiçbir yazar sadece kendisi için yazmaz, bazılarının yazdıklarını okuyabileceği ihtimalini hesaba katarak yazar. Görünmek varolmaktan önce gelir.

Katıldığı bütün çevrelerde ayrı bir dedikodu. Şehir ve hatta ülke dedikodudan geçilmiyor. Şehirleri ve ülkeleri inşa ve ibka eden bu dedikodular. Dedikodusuz bir hayat imkansız gibi. Siyasi dedikodu, ilmi dedikodu, dini dedikodu, felsefi dedikodu, edebi dedikodu, akraba dedikodusu, aile dedikodusu, mahalle dedikodusu, sokak dedikodusu, cemaat dedikodusu… Bu iptila ile müptela olmayan bir muhit yok. Dedikoduya en fazla kapalı dini mekanlar bile ardına kadar dedikodunun istilasına maruz. Acaba hayatın vazgeçilmez kopmaz bir parçası mı bu iptila? Belki de bunun için vaktiyle ilk göz ağrısı olan Ruhumun Masal-ı Şehr-i Urfa’da şöyle demişti:

…Yaşadığımız şu tatsız ve yavan hayatın içinden dedikodu denilen o sevimli şeyi çıkarın, geriye anlamsız ve aptal bir yığın soğuk ve katı gerçekler dışında ne kalır? Hayata renk ve anlam katan dedikodular. Dünya bir dedikodular mahşeri. Devletler dedikodular üzerine kurulmuş, politika, medya, ideolojiler ve kısmen dinler bir dedikodudan ibaret değil mi? Bütün mitlerin ve efsanelerin menşei bu sevimli bela. Aynı zamanda dinlerin de en fazla kınadığı şey. Ama dinler arasındaki teolojik tartışmaların büyük çoğunluğu dedikodu seviyesinde. İnsanlar üstün irade tarafından -bir anlamda- dedikodu etsinler diye gönderilmiş bu dünyaya. Dedikodusunu en güzel yapan kazanıyor. Hayat onsuz olmuyor çünkü… (s.124)

Kalabalıkların rahat ve asude yaşayışına bakınca birçok insanın ilahi imtihandan muaf olduğunu hissine kapılıyordu. Öyle rahat ve endişesiz bir yaşam tarzları vardı ki imtihan onları bağlamıyordu sanki. Uzaktan bakınca her şey bir tesadüf gibi geliyordu ama yakından bakınca tesadüf eseri hiçbir şey yoktu. Trafik kurallarının, arabaların, esnafın, alışverişin, düzensiz belediyeciliğin, mezarlıklardaki yasin okumaların, maşeri kalabalığın, telefonuna gelen bayram tebriklerinin, dilenciliğin, eş-dost-akraba ziyaretlerinin hepsinin bir anlamı vardı. Anlamsız olan tek şey, onun ara sıra istimal ettiği anlamsız bakış açısıydı. Bütün anlamları anlamdan soyutlayan zehir buydu belki.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.