Niyazi BEKİ
Bazı Tasavvufî Kavramlar, Risale-i Nur ve Müellifinin tutumu
Vakit/Zaman: İnsanın içinde bulunduğu andır. Bundan maksat, kişinin içinde bulunduğu zamanı en iyi şekilde değerlendirmesinin gereğine işaret etmektir. “es-Sufi ibnu-vaktih” (Sufi zamanının çocuğudur) vecizesi, bu gerçeği ifade etmektedir (Risale-i Kuşeyriye, 55). “Vakit nakit ile satın alınmayacak kadar değerlidir” şeklindeki Arap atasözü ile, “Bu günün işini yarına bırakma” şeklindeki Türk ata sözü de bu hakikati anlatmaktadır. Bir rivayette Hz. Peygamber (s.a.v) “Öyle bir vaktim var ki, orada yüce Rabbimden başkasıyla olamam” (Risale-i Kuşeyriye, 79; Keşfu’l-hafa, 2/226) buyurmuştur.
Bediüzzaman, bulunduğu mutlakiyet, meşrutiyet ve cumhuriyet dönemlerinin her birisinde, zamanın şartlarını göz önünde bulundurarak hizmet etmiştir. Örneğin, İstibdat döneminde fikir hürriyetine; Meşrutiyet döneminde akıl hürriyetine; Cumhuriyet döneminde ise, din-vicdan-iman hürriyetine hizmet etmiştir. O, kendi şahsî kemâlâtını değil, milletin selametini esas maksat yapmıştır.
Makam: Tarikatlarda seyr u süluk ile varılan manevi konak/mertebe anlamındadır. Bu mertebenin Allah’ın bir lütfu olarak görmek gerekir. Bir makamın hakkını vermeden başka bir makama geçmemek gerekir. Mesela: tam bir kanaate sahip olmayanın, tevekkül makamına geçmesi söz konusu değildir. Tevekküle sahip olmayan, teslim makamına yükselemez. Tevbe rahlesinden geçmeyenin, inabe makamına göz dikmesi; takvayı esas almayanın, zahitlik taslaması yanlıştır (R. Kuşeyriye, 56).
“Biz hizmetkârlığı makamata tercih ederiz.” (Emirdağ, 75) (Bir kulubecik)
Kabz-Bast Halleri: “Daraltan ve genişleten Allah’tır.” (Bakara, 2/245) ayetinden alınan bu iki kavram, kişinin ferahlı ve sıkıntılı haldeki psikolojik durumunu bildirmektedir.(a.g.e, 58-59). Ricalar.
Fenâ-Beka: “Fena kun tâ beka yâbed.” (Risale-i Nur)
Seyr-i Afâkî ve Seyr-i Enfusî: “Nasıl ki ehl-i tarikat, syr-i enfusî ve âfâkî ile marifet-i ilahiyede iki yol ile gitmişler ve en kısa ve kolayı ve en kuvvetli ve itmi’nanlı yolunu enfusîde, yani kıalbinde zikr-i hafi-yi kalple bulmuşlar; aynen öyle de yüksek ehl-i hakikat dahi, marifet ve tasavvur değil, belki ondan çok âlî ve kıymetli olan imân ve tasdikte, iki cihetle hareket etmişler.
Biri: Kitab-ı kâinatı mütalâa ile, ‘âyetü’l-Kübrâ’ ve ‘Hizbü’n-nuriye’ ve ‘Hülâsatü’l-hülâsâ’ âfaka bakmıştır.
Diğeri: Ve en kuvvetli ve hakkalyakîn derecesinde vicdânî ve hissi ve bir derece şühudî olan hakikat-ı insaniye haritasını ve enaniyetüi beşeriyr fihristesini ve mahiyet-i nefsiyesini mütâlâa ile imanın, şüphesiz ve vesvesesiz mertebesine çıkmaktır ki: sırr-ı akrebiyete ve veraset-i nübüvvete bakar.” (Em-1, 137)
Bediüzzaman, bu tefekkür-ü imânî hakikatının bir parçası, Otuzuncu Söz’ün ‘ene’ ve ‘enaniyet’ kısmında, Otuzüçüncü Mektup’un ‘Hayat penceresi’nde ve Risale-i Nur’un diğer bazı parçalarında söz konusu olduğunu ifade etmektedir. (a.g.y)
“Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tâğutlardandır.” (Sözler, 544)
VI. Bazı Ahlâkî Kavramlar
Sıdk-Sadakat
Tevazu: “Tevâzu, mahviyet ve terk-i enaniyet, bu zamanda ehl-i hakikata lâzım ve elzemdir. Çünkü, bu asırda en büyük tehlike benlikten ve hodfuruşluktan ileri geldiğinden, ehl-i hak ve hakikat, mahviyetkârâne daima kusurunu görmek ve nefsini ıtham etmek gerekir.” (Emirdağ-I, 58)
İhlâs: “Vazifemiz ihlasla iman ve Kur’anâ hizmet etmektir. Bizi muvaffak etmek ve halka kabul ettirmek ve muarızları kaçırmak vazife-i ilahiyedir.” (Em-II,54) (İki ihlas risalesi hatırlanmalıdır.)
“Hizmet-i imaniyemi maddî ve manevî kemalât ve terekkıyâtıma, azaptan, cehennemden kurtulmama, hatta saadet-i ebediyeme vesile yapmama yahut herhangi bir maksada alet yapmama manevî gayet kuvvetli mânialar beni men ediyor.” (Em-II, 75)
Muhabbet: Kur’an’da, tahkikî imanla bağlantılı olarak söz konu edilen sevginin zirve örneği, Allah dostu unvanı ile ödüllendirilen Hz. İbrahim’in şahsında ebedileştirilmiştir: “Gece Karanlığı bastırınca (İbrahim) bir yıldız gördü. (Ve ona işaret ederek, demek sizin iddianıza göre) Rabbim bu! Dedi. Sonra yıldız batınca; ‘Ben batanları sevmem’ dedi.” (En’âm, 6/75)
Bu ayetin Bediüzzaman’ın hayatında yaptığı tesiri, kendi ifadesinden -özetle- dinleyelim: “Hz. İbrahim’in kâinatın zeval ve ölümünü ilân eden ‘Ben batanları sevmem’ inleyişi beni ağlattırdı. Kalp gözü ağladı ve şöyle ağlayıcı damlalar döktü: Güzel değildir batmakla kaybolan sevgili. Çünkü zevale mahkum hakikî güzel olamaz ve aşk-ı ebedî için yaratılmış kalp ile sevilmez ve sevilmemeli.
Çünkü ben, fâniyim, fâni olanı istemem/ Âcizim, âciz olanı istemem/ Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayrı/başkasını istemem. /İsterim, fakat bir yârı bâkî isterim/ Zerreyim, fakar bir şems-i sermed isterim. /Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim.” (Sözler, 208-18)
Bu ifadelerin içtenlik derecesini şu cümlelerden anlam mümkündür:
“Madem batıp gidenlerden ve zeval bulanlardan ruh elini çekti; Kalp dahi, mecâzî sevgililerden vazgeçti; vicdan fânilerden yüz çevirdi artık sen de biçâre nefsim! İbrahim gibi ‘‘Ben batanları sevmem’ de, kurtul.” (a.g.y.)
“Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur.”
Bediüzzaman’ın tasavvufî manada sevgiyi anlayışını ise, büyük mutasavvıf ve şair olan Mevlânâ Câmi’yi bir şiirinden dolayı alkışlarken ve parantez içerisinde verdiğimiz yorumunu yaparken, kullandığı ifadelerinden anlamak mümkündür:
“Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi, aşk kadehinden sarhoş olmuş Mevlânâ Câmi, kesretten vahdete (çokluktan birliğe) yüzleri çevirmek için bak ne güzel söylemiş:
‘Yalnız biri iste, (başkaları istemeye değmiyor), Biri çağır, (başkaları imdada gelmiyor); Biri talep et, (başkaları layık değiller); Biri gör, (Başkalar her vakit görünmüyorlar); Biri bil, (marifetine yardım etmeyen başka bilmeler faydasızdır); Biri söyle (ona ait olmayan sözler boş ve manasız sayılabilir).’ Evet Câmi, pek doğru söyledin; gerçek matlup(arzulanan), mahbup (sevgili), maksud (istmeye değer), mabud (ibadet edilmeye layık), yalnız O’dur, O’ndan başka ilah yoktur.” (a.g.y)
SONUÇ
Tasavvufta olduğu gibi, Riale-i Nur’da da ahlakî değerler işin omurgasını teşkil etmektedir. Fakat, Risale-i Nur’da, ahlâkî değerler, ilmî delillerle ispatlanmış tahkîkî iman esasları üzerine kurulmuştur.
Risale-i Nur’un kimliğini yakından göre bilmek için, konuyu, Batıda bu günlerde revaçta olan şu üç kavram çerçevesinde kısaca özetlemekte yarar vardır. Bu kavramlardan Believing, dinin ön gördüğü hakikatlere olan imanı ifade etmektedir. Blonging, Bu inancın ait olduğu kaynağı referans vermek için kullanılmaktadır. Behaeving ise, söz konusu imanın emrettiği hususların pratiğine işaret etmektedir.
Buna göre, Blieving (inanç) ekseninde, Risale-i Nur, Hakaik-ı Kur’aniye ve esasat-ı imaniyeye hizmeti ön görmektedir.
Blonging (aidiyet) ekseninde, tarikatı değil, Kur’an’ı referans olarak kabul etmektedir.
Behaeving (eylem/amel) ekseninde ise, Kur’an ve sünnetin ön gördüğü tasavvufi bir hayatı ders vermektedir.
Ahlâk eğitimi konusunda, “Tehallekû bi ahlâkillah/Allah’ın ahlâkı ile ahlaklanın” (bk. Badıllı, R. Nur’un Kudsi Kaynakları, 429) şeklindeki nebevî ahlâk felsefesine işaret eden Risale-i Nur’da, bu prensibi açıklamak üzere şu ifadelere yer verilmiştir: “Ahlak-ı ilahiye ile muttasıf olup, Cenab-ı Hakk’a mütezellilâne teveccüh edip, acz, fakr, kusurunuzu bilip dergâhına abd olunuz” (Sözler, 541) düsturu nerede! Felsefenin “Teşebbüh-ü bi’l-Vâcib, insaniyetin gaye-i kemâlâtıdır, kâidesiyle ‘Vacibu’l-Vücud’a benzemeğe çalışınız’ hodfurûşâne düsturu nere de!” (a.g.y.)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.