Bediüzzaman bir çok kişiyi heyecanlandırır

Bediüzzaman bir çok kişiyi heyecanlandırır

Dicle Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mazhar Bağlı'nın, "Devlet değişirken ‘Mahalle Baskısı" başlıklı yazısı

Dicle Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mazhar Bağlı, Bediüzzaman'ın bir çok kişiyi heyecanlandırdığını yazdı. Mahalle baskısı etrafında gelişen tartışmalara değinen Bağlı'nın, Taraf gazetesindeki yazısı:

Devlet değişirken ‘Mahalle Baskısı’

‘Beyaz cumhuriyetin’ sarışın evlatları şimdiye kadar karşı tarafla olan tüm ilişkilerinde hep devleti yedeğinde bulundurdular. Bugün devlet el değiştirmektedir. Bu el değiştirme operasyonundan sonra ya bu kez karşı taraf devleti yedeğine alıp onlarla muhatap olsa acaba ne olur? Çünkü devlet yedekli dayatmanın nelere kadir olduğunu en iyi onlar bilmektedirler.


Son günlerde daha önce Şerif Mardin hocamız(!) tarafından gündeme getirilen “mahalle baskısı” bu kez bir başka hocamız(!) Binnaz Toprak tarafından gündeme taşındı. Her ikisi de özetle dindar-muhafazakârlar ile bunların asıl niyetini göremeyen bir avuç aymaz liberal görünümlü entellerden vatansever, ulusalcı-Kemalist laiklere yönelik bir baskının gittikçe toplumsal bir projeye dönüştüğünü söylemektedirler. Eğer sosyolojiye değişimin bilimi olarak bakacak olursak ve Türkiye’nin en şöhretli sosyologlarının da ülkedeki değişimin yönüne ilişkin ciddi kaygıları varsa tedirgin olmamak elde değil. Peki değişim gerçekte söylenen yönlere doğru mu kaymakta yoksa başka bir değişim dinamiği mi var burada.

YENİ BİR TOPLUM YARATMAK MI

Türkiye’de siyaset ile az buçuk iştigal eden herkes bilirler ki devlet ile vatandaş arasındaki ilişki uzun bir süreden beri problemlidir. Hukuki bir ifadesiyle aralarında bir “niza” vardır. Niza çıkaran da bizzat devletin kendisidir, çünkü hiçbir koşulda vatandaşla aynı atmosferde bulunmayı kendine yedirmemektedir. Dahası devletin, sahip olduğu otoritesini, ideolojik aygıtlarını, ekonomik gücünü vs. kullanarak vatandaşı kendi yanına çekmek için yürüttüğü çabanın da son derece başarısız olduğu görülmektedir. Gerçekten de devletin kendi ideolojisi etrafında yürüttüğü sosyalizasyon çabası parlak bir maziye sahip değildir.

Bu anlamda siyasal sistemin bakış açısına aykırı yaklaşımlar mümkün olabildiğince pasifize edilmeye çalışılmış ve siyasal-toplumsal kurumların disfonkisyonel yanlarından sayılan statükocu bir anlayış dayatmanın aracı olarak kullanılmıştır.

Bu anlamda Cumhuriyetin temel amacı, yeni toplumsal değerler oluşturmak ve toplumu bunlara uygun davranan özneler haline getirmektir. Cumhuriyetin kuruluş yıldönümlerinde göstermelik bir coşku ve huşu ile söylenen marşlarda da asıl vurgulanan bu değişimin nasıl olduğuna dair olan niyetlerin beyanıdır. Bu amaçla girişilen her çaba, aslında “ekonomik” ve “sosyal” değişimleri de beraberinde getirecekti fakat beklenen olmadı, ekonomik ve sosyal değişmenin yerini “ideolojik” değişim aldı. Bu duruma neden olan da tek parti döneminden kalma devletin temel ilkelerindeki belirsizlik veya mutlak bilinmezlik ilkesidir. Bu belirsizliğin açıkça dışsallaştığı alan ise kimi anayasal kurumların görev ve sorumluluk alanlarının keyfi tanımlanması ve devlet erkini kullanma yetkisi olmadığı halde doğrudan bir “hükümet etme” aracı olarak var olmalarıdır.

İlk dönemlerde kısmen çağdaş dünyaya uyumlu bir zihniyet oluşturma çabası olan Cumhuriyet ideolojisi, İsmet İnönü başkanlığındaki CHP ile doğrudan sekteye uğratılarak söz konusu partinin yönetim kadrosunun “şahsi kaprislerinin” belirleyici olduğu bir politikaya dönüşmüştür. Zaten tek partinin meşru ve temsil yeteneğine sahip olduğunun kabul edilmesi başlı başına totaliter bir yaklaşımdır. Bu yapı aynı dönemde bir toplum mühendisliği projesi olarak da hayata geçirilmeye çalışılmış, “devletçilik” ilkesi bir metafor olarak efsaneleşmiştir. Özellikle ekonomik kalkınma için devletçilik olmazsa olmaz olarak kabul edilmiştir. Her şeyin devlet eliyle yürütülmeye çalışılması vesayetçi anlayışın da temel bir politika olarak devletin derinlerine yerleşmesine neden olmuştur.

Tüm bu operasyonel çabalara rağmen, değişmeye karşı gösterilen her dirence uygulanan baskıların izole edici bir işlev değil aksine zenginleştirici ve derinleştirici bir etkiyle yeni bir sosyolojik sınıfı güçlendirdiğini ve farklı bir merkez kurmayı beraberinde getirdiğini görmekteyiz. Bu var olan merkeze paralel bir konuma gelecek güç ve donanıma sahip olmaya başlayınca da tedirginlik başladı.

DEĞİŞİMİN GÜCÜ VE TAŞIYICISI

Bu değişimin politik alandaki yansıması AK Parti’dir ancak bu dinamizm AK Parti’nin tekelinde sanılmasın, bu damara hitap eden her siyasi oluşum veya şahsiyet bu dinamizmi yakalayabilir. Cumhuriyet mitingleri, onuncu yıl marşları, vatan elden gidiyor nutukları, hamasi konuşmalar hatta Ergenekon terör örgütünün provakasyonları bile bu değişimi yavaşlatamadı. Çünkü karşı taraf uzun bir süreden beridir çevrede bulunmaktaydı ve merkeze dahil edilmesine de asla izin verilmedi. Hem politik olarak hem de bürokratik olarak. Artık kendisine ait bir dünya/merkez kurmak zorundaydı ve kurdu da. Bu merkez önceki merkezi yerinden etmektedir bu bir baskıyla falan oluşmuyor, toplumun iç dinamikleri ve çevredekilerin donanımı ile sarsılmaktadır.

Pozisyon kaybetme veya korumanın bahanesi oldu işte “mahalle baskısı”. Ama bu mahalle o mahalle değildir, bu mahallede o mahallenin kindarlığı ve toplumdan uzak olma durumu söz konusu değildir. Bu mahalle eskiden beri homojen bir mahalle değildi zaten. Bu mahallenin kedileri de vardır, kedi sevenleri de sokakları da vardır caddeleri de, güvercinleri de. Bu mahalle bizim bildiğimiz bir mahalledir, bilinmeyen, bilinmesine de asla izin verilmeyen o mahalleydi. Bu bile bir baskı aracı değil miydi?

Üstelik o mahallenin yapısı seküler olmasına rağmen içerdiği imgeler bakımından da dünyanın en karmaşık teolojisini kıskandıracak kadar çok ritüel ve dokunulmazlıklara sahipti.

Bundan dolayı da değişmeye karşı gösterilen direnç, zamanın değişen koşullarının doğru olarak algılanmasını da imkânsız hale getirdi o mahalle için. Bu kutsallık söyleminde birey ile devlet arasındaki ilişkilerde merkezi bir konuma sahip olan laiklik, demokrasi, hukuk ve sosyal adalet gibi kavramlar ve temel ilkeler de hiçbir zaman bir hak/hukuk garantörü olarak görülmediği için de bu kavramlar hep bir baskı aracı olarak görülmeye devam edildi.

Haydi diyelim ki bu durumu yönetici olmadıkları halde taşıdıkları genler itibariyle ebedi yönetici olduğunu sananlar ve bunların peşinden koşanlar anlamakta zorlanmaktadırlar veya anlamak istemiyorlar, peki bu sosyologlara ne demeli? Bediüzzaman gibi birçok kişiyi heyecanlandıran bir şahsiyeti kendisine “araştırma objesi” olarak seçip kendisini önce konumlandıran sonra da bu konuma binaen yapıyı sabote eden birisinin bu durumu görmemiş olması mümkün mü? Bediüzzaman’ın üzerinden ortaya atılan“mahalle baskısı metaforu” ile halkın kimi özgürlüklerini kısıtlamaya fetva veren ünlülerin bu durumu görmemiş/bilmemiş olmaları elbette mümkün değildir.

Çünkü o, Bediüzzaman’ı sosyolojik bir olgu olarak gören bir gelenekten gelmektedir. Onun kaygılarını hissedecek bir iklimde bulunmamıştır. Bu kaygıları da hissetmiyordur. Oliver Roy kadar bile Türkiye’den haberdar değildir veya haberdar olmak istememektedir. Bir Oryantalist kadar kendi ülkesinin gerçeğini tanımayan birisinin fetvasına itibar edilir mi?

Bir diğer meslektaşımızın da birkaç “şehir efsanesi” üzerine oturttuğu mahalle baskısı iddiasının arkasında da böyle bir amaç ve toplumdan uzak olma gibi bir durum yatmaktadır. Toplumsal değişimin yönünü ve dinamiğini çözmeye değil, daha düne kadar egemen olan gücün psikolojik durumunun nasıl yansıdığına ilişkin tahlillerdir bunlar.

DEVLETİ KAYBETMENİN SONUCU

Oyunu kaybeden çocuğun al misketlerini ver misketlerimi oynamıyorum psikolojisinin dışa vurumu olmasın bu efsaneler? Şimdiye kadar sırtını devlete dayamış veya sırtı devlet tarafından sıvazlanan bir avuç mutlu azınlığın pozisyonlarını kaybetme bağrışmaları olmasın tüm bu anlatılan Mersin/Kayseri balkon hikâyeleri? Alevi gençlerin oruç-ekmek hikâyeleri? İçki-park hikâyeleri?

Toplumu sadece bir araştırma öznesi olarak gören bu gözler, toplumsal değişim dinamiklerini, toplumsal değer yargılarını ve tarihsel tecrübeleri göremeyeceklerdir elbette. Görseler bile okuyamazlar. Çünkü bunlar toplumu, sadece araştırma zamanlarında kendilerinin de ifade ettikleri gibi “lüks otel” odalarının penceresinden görebilmektedirler.

Özetle söylemek gerekirse beyaz cumhuriyetin sarışın evlatları şimdiye kadar karşı tarafla olan tüm ilişkilerinde hep devleti yedeğinde bulundurarak muhatap oldular. Bugün devlet el değiştirmektedir. Bu el değiştirme operasyonundan sonra ya bu kez karşı taraf devleti yedeğine alıp onlarla muhatap olsa acaba ne olur? Çünkü devlet yedekli dayatmanın nelere kadir olduğunu en iyi onlar bilmektedirler. Bu konuda hayli zengin bir birikime sahiptirler.