Bediüzzaman gibi alimlerden doğru şekilde istifade etmeliyiz

Bediüzzaman gibi alimlerden doğru şekilde istifade etmeliyiz

Anadolu Yazarlar Birliği Genel Başkanı yazar Yusuf Tosun ile kültür, medeniyet ve edebiyat üzerine konuştuk.

Röportaj: Mustafa Oral
RİSALEHABER

Merhaba Yusuf. Hayli zaman oldu görüşmeyeli. İlk karşılaştığımız günü hatırlıyor musun? 18 yıl önce İstanbul’da, Hırka-i Şerif Camiinde karşılaşmıştık. Sonra Kelime ve Aryaevi dergilerini beraber çıkardık. Zaman çok hızlı geçmiş.

Merhaba Mustafa. Evet, bir hayli zaman oldu. Hayat da böyle bir şey herhalde. Zaman hızla akıp geçiyor. Geriye dönüp baktığımızda baki dostluklar insanın içini ısıtıyor ancak. 1990’lı yılların fırtınalı zamanları… Tıpkı son bir kaç yıldır olduğu gibi dünyanın ve Türkiye’nin sancılı bir dönemden geçtiği zamanlardı. Üniversiteden yeni mezun olmuş, işe de yeni başlamışım. Hani o bin yıl süreceği beklenen 28 Şubat’ın öncesi ve sonrası yıllar yani. Karamsar bir hava hâkim her tarafa. Gençliğin vermiş olduğu bir bunalım da söz konusu. Böyle zamanlarda en korunaklı liman edebiyat… Ben de bu yıllarda yoğun bir şekilde doğu ve batı klasiklerini okuyorum. Roman, hikâye, deneme adına ne varsa adeta yutuyorum. Bir taraftan da okumalarımı yazıyla kalıcılaştırmaya çalışıyorum. Ama daha çok kendime… Kitapçılara gidiyor, saatlerce kitap rafları arasında farklı bir dünyaya yolculukta bulunuyorum. Bu arada dergiler de ilgi odağım. Kelime dergisi ile tanışıklığım böyle bir ruh hali ve atmosferde gerçekleşti. Kelime Seçkisini Fatih’te bir kitapçıda düzenli olarak almaya çalışıyordum o zamanlar. Özgün bir tasarımı ve kâğıt kalitesi vardı. İçeriği de hoşuma gitti. Dergi kapağındaki telefonu aradığımda, karşımda içten bir sesle karşılaştım ve akabinde aynı zamanda dergi ofisi olarak kullandığı evinde ziyaretleşmelerimiz devam etti. Kelime zamanla Aryaevi oldu. Daha sonra da hala devam eden kadim bir dostluk oluştu. Daha dün gibi, demek aradan on sekiz yıl geçmiş! Doğru, zaman hızla geçip gidiyor.

Bir kamu kuruluşunda çalışıyorsun. Birçok sivil toplum kuruluşunda da görevin var. İstanbul telaşı da malum. Buna rağmen 11 kitap yazdın. Bunu nasıl başardın?

Dünya kocaman bir tiyatro sahnesi gibi ve aldığın rol doğrultusunda mücadele de devam ediyor. Bu büyük sahnede rolümüz insan… Ama insanın da bin bir hali var. İnşallah biz de sahici bir rolle O’nun istediği insan olma yolundayız. Şehir büyük olunca kazanımları da, kayıpları da fazla oluyor haliyle. Önemli olan iyi bir programlamayla kayıpları da kazanımlara dönüştürebilmekte. Aslında okumak ve yazmak hayattan bağımsız bir hadise değil. Tam tersine hayatın akışı içerisinde cereyan eden olaylar. Daha doğrusu birbirini tetikleyen ve besleyen unsurlar gibi geliyor bana. Çalışmak veya özel-tüzel faaliyetlerde bulunmak okuma-yazmaya mani bir durum değil. Zaman darlığı veya yokluğu kavramlarının tamamen izafi ve bahane olduğuna inananlardanım. En önemlisi; yapma isteği ve bu eylem sürecindeki azimdir bizi başarıya götüren. Bu durum sadece okuma-yazma eyleminde değil, diğer bütün işlerde de böyledir. Yazı da bu mantalite çerçevesinde kendiliğinden gelişti. Dergilerdeki yazıların kalıcılaşması ve dostlarla paylaşım tavsiyeleri neticesinde ise kitaplar meydana geldi.

Evet, okumalar okumaları, yeni yazılar başka yazıları ve nihayetinde kitaplar da kitapları doğurdu. Her kitap bir çocuk gibi geliyor insana ve koşarken soluklanıyorsunuz aslında kitaplarınızla. Çünkü hayatınızın hülasası o kitaplarda…

Yazarlığa nasıl başladın? “Başlamasaydım keşke” dediğin oldu mu hiç? Ustaların kimler? Tam da beni anlatıyor dediğin biri var mı? Bediüzzaman nerende duruyor? “Okumasaydım da olurdu” dediğin kimse var mı?

Aslında yazma gibi bir planlamam yoktu bu hayat keşmekeşliği içerisinde. Lise ve üniversite yıllarındaki bana çok uzun gelen yorucu bir maratonun ardından kaos kokan 90’lı yılların bende oluşturduğu okuma eğilimi ve tefekkür neticesinde yazıya eğilim gösterdim. Mühendislik okumama rağmen, içimdeki edebiyat çocuğunu o yıllarda keşfettim. Okumayı yazmaktan daha çok önemsiyorum. Uzun süre kendime yazdım. Şiirler, öyküler, denemeler… Daha çok ta okuduğum kitapların bende doğurduğu yazılardı bunlar. Bir süre sonra kendime yazdıklarımı dergiler aracılığıyla paylaşımda bulundum. Derken düzenli bir yazma eğilimi oluştu. Bir süre sonra ise hayatın ayrılmaz bir parçası haline geldi. Yazmasaydım ölürdüm(!), falan demiyorum ama bir şeylerin bende eksik olduğu duygusuna kapılacağım kesin. Yazarken mutlu oluyorum ve bir o kadarda kederleniyorum. Yazarken yaşıyorsunuz aslında. Sanıldığının aksine sadece teknik bir konu değildir yazarlık. İçinde sevinç var, hüzün var, aşk var, umut var, keder var… var da var! Okuma ve yazmalardan hep manevi bir tat aldım. Maddi bir beklentim olmadı. Çünkü okuma ve yazmaya sadaka-i cariye gözüyle bakanlardanım.

Yazılarımda bir yazarı taklit yerine özgün olmaya çalıştım. Her yazara bahçemdeki farklı koku ve renkteki çiçek gözüyle baktım. Bir arı gibi hepsinden istifade yönüne gittim. Okumada bir ayırım yapmamaya çalıştım. Faydalı olanı heybeme doldurmaya gayret ettim. Elbette ki etkileşimler sözkonusu. Kiminden az, kiminden çok… Bediüzzaman da bu yönüyle bahçemdeki solmayan, kokusu ve rengini her daim içimde hissettiğim sadece bir yazar değil aynı zamanda asrın müceddidlerindendir. Tıpkı diğer âlim, önder, aydınlar… gibi. Çünkü onlar peygamberlerin varisleridir. Onlardan doğru bir şekilde istifade etmeliyiz, istismar değil!

Kitaplarında neler anlatıyorsun? Neyi paylaşmak istiyorsun bizlerle? Bizimle alıp, veremediğin nedir? Niye bu kadar üzerimize geliyorsun? Biz daha birini okumadan sen yeni kitabını elimize tutuşturuyorsun?

Bu soru bana Ahmet Mithat Efendi’yi anımsattı. Çok velud bir yazar. Hace-i evvel Ahmet Mithad Efendiye “yazı makinesi” diyorlardı. “Kalemi sırmakeş suyu kadar bereketli akan” Ahmet Mithad yazdığı kitapların sayısını kendisi bile bilmiyordu. Öyle ki; ancak yazdığı kitapları üst üste koyarak “boyum kadar kitap yazdım” diyerek kitap sayısını verebilecek derecede her alanda çokça eserler veren ve hala keşfedilmeyi bekleyen büyük bir hazinedir Ahmet Midhat Efendi. Onu da rahmetle anmış olalım bu vesileyle.

Hani; “Her yazar farkında olmadan kendini yazar” mealinde bir söz var ya… Sanırım ben de bu minvalde insanı tanımaya ve yazmaya çalışıyorum. Aslında yazarın ne yazdığından çok okuyucunun ne anladığı daha önemli. Her ne kadar yazar sen olsan da fail okuyucu. Okuyucusu olmayan kitap, seyircisi olmayan tiyatro ne anlam ifade eder? Yazdıklarımız bir yerlere dokunuyor ve hayatta faydalı oluyorsa önemlidir. Sadece çerez niyetine yazmamak lazım. Merhum Akif’in dediği gibi; “… şiir için, edebiyat için, süs, çerez diyenler var. Karnı tok, sırtı pek milletlere göre bu söz belki doğrudur. Lakin bizim gibi aç, çıplak milletlere süsten, çerezden evvel giyecek, yiyecek lazım. Onun için ne kadar süslü, ne kadar tatlı olursa olsun, libas hizmetini, gıda vazifesini görmeyen edebiyat bize hiçbir şey söylemez.”

Kaldı ki kimseyle bir alıp veremediğim de yok bu arada! Sadece yazarak paylaşımlarda bulunuyorum. Malum iletişim çağında yaşıyoruz. Ve çağ her gün kendini yeniliyor. Ve bu alan artık etkileşime daha açık. Sosyal medyayı da bu bağlamda değerlendirmek lazım.

Sorular ağır geldi galiba. Bakıyorum da ter basmış seni. Çayını içmeyi bile unuttun. İki yudum al da serinle (gülüşmeler).

Babalar bütün çocuklarını severler ama birini daha çok severler. Sen kitaplarından en çok hangisini seviyorsun? “İşte bu beni anlatıyor?” dediğin kitap hangisi? Yarınlara kalır dediğin var mı?

Katılıyorum. Kitaplar, yazarı için çocuklarına benzerler. Her birinin ayrı bir yeri ve anısı var bende. Ama “Okuma Yazmanın Neyi Olur” ve “Usta Çınarlar” kitaplarım gençler arasında daha çok ilgi görmeye başladı. Oysa beni ve kuşağımı anlatan kitaplarımın ilk kitabım “İsyan Notaları” ile “Kayıp Kuşağa Mektup” olduğunu düşünüyorum. Ama ben sanırım “Aşk Postası”, “Hüzün Postası” ve “Umut Postası” kitaplarımı daha çok hissederek yazdım.

Cemil Meriç’in dediği gibi; “Denize atılan bir şişe her kitap. Asırlar, kumsalda oynayan birer çocuk. İçine gönlünü boşalttığın şişeyi belki açarlar, belki açmazlar. "

Bizimki de öyle…

Anadolu Yazarlar Birliği Başkanlığını yapıyorsun. Birliğin amacı ne? Ne yapmak istiyorsunuz? Neler yapıyorsunuz?

Anadolu Yazarlar Birliği Derneği 2008 yılında Şanlıurfa’da kuruldu. Bir grup edebiyatsever arkadaşlarla birlikte kültür, sanat ve düşünce dünyamıza, kadim Anadolu coğrafyasını ve bu coğrafyadaki değerleri merkeze alan bir yaklaşım istikametinde katkı yapmak, değer üretmek üzere yola çıktık.

Malum geçmişten günümüze kültür-sanat alanında merkez-taşra diye bir ayırım var. Anadolu Yazarlar Birliği aradaki bu makasın kapanması amacıyla geçen zaman zarfında birçok faaliyette bulundu. Yaptığı bu faaliyetlerle dezavantajlı durumda olan Anadolu’nun muhtelif bölgelerindeki sanatçı ve yazarlar için adeta bir platform vazifesi gördü.

Birliğimiz, Ekim 2014 tarihi itibariyle merkezini İstanbul-Üsküdar olarak belirlemiş ve 2 Kasım 2014 tarihindeki Olağanüstü Genel Kurul ile yeni yönetim kurulunu oluşturmuştur. Böylece, kuruluşunun yedinci yılına girerken Anadolu’yu ve yerliliği bu kez daha güçlü bir biçimde yeniden gündemimize alma yönünde bir vizyon ortaya koymuştur. Kısa vadede kurumsal yapılanmasını teşekkül ettirerek, orta ve uzun vadede planlı, nitelikli çalışmalar için hazırlıklara başlayan yeni yönetimimiz, atacağı adımlar ve yapacağı faaliyetler konusunda etkin bir iletişim yürütmeyi hedeflemektedir.

Anadolu Yazarlar Birliği olarak genç kuşaklar içerisinde yeni yazar, sanatçı, düşünür, edebiyatçıların yetişmesine ortam hazırlamayı ve imkân sağlamayı hedeflemekteyiz. Halihazırda yazma faaliyetini sürdüren veya sanatını icra etmeye çalışan fakat yerel kalmış olan yazar, düşünür, sanatçıların ülke genelinde tanınması ve faaliyetlerini sürdürmesi için çalışmalar yürüteceğiz.

Yapmayı düşündüğümüz bir diğer önemli husus da; dağınık vaziyette çalışmalarını sürdüren ve birbirleriyle iletişim içerisinde olmayan şair, yazar ve sanatçıları aynı platformda buluşturacak etkinlikler gerçekleştirmeye çalışacağız.

Mevcut eğitim sistemi ve kültür-sanat politikalarının kısırlığından mütevellit gelişmiş ülkeler düzeyinde şair, yazar, sanatçı, aydın… yetiştirememenin hal çareleri üzerinde kafa yoracak, alternatifler geliştirecek ve bu önemli gündemin takipçisi olacağız.

Ve en önemlisi; “Günde 6 saat televizyon izleyip, yine günde 3 saat internete giren fakat kitap okumaya ancak yılda 6 saat vakit ayıran" bir toplumda önemle kitap okuma vurgusunda bulunacak ve okuma-yazma bilincini artırıcı etkinlikler gerçekleştireceğiz.

Bütün bu ve benzeri çalışmalarımızı yürütürken faaliyet alanımızı sadece Anadolu coğrafyası ile sınırlı görmüyoruz. Anadolu bizim için Mevlana’nın pergel metaforu örneğinde olduğu gibi sabit ayaktır. Gücümüzü bu kadim medeniyetten alıyoruz. Ama diğer ayağımız bütün yeryüzü coğrafyasında olacaktır.

Adıyaman’da doğdun. İstanbul’da yazar oldun. “Neden geldim İstanbul’a” dediğin oldu mu? Gençlere ne tavsiye edersin? İstanbul’a gelsinler mi? Yazar olsunlar mı? Kitap okusunlar mı? Yoksa ticaretle mi uğraşsınlar?

Her şey kader-kısmet-nasip dairesi çerçevesinde cereyan ediyor aslında. Hayalle realite çoğu kere birbiriyle çakışmıyor. Bazen hayır düşündüğünüz şer, şer olarak düşündüğünüz ise hayır olabilir, ilahi buyruğu çerçevesinde hayatınızı şekillendirirseniz ömür boyu pişman olacağınız hiçbir şey olmaz. İstanbul güzel bir şehir ve aynı zamanda cefasıyla-sefasıyla yaşanılası bir şehir. Sanırım bana yeniden hayat önerilseydi farklı bir alternatif geliştirmezdim. İstanbul, idealleri olanların hayatının tümü olmazsa bile bir kısmını geçirmeleri gereken bir şehir. Hele ki yazarlık-şairlik hevesleri varsa, mutlaka bu atmosferi teneffüs etmelerini öneririm. Yazar olmak her zaman için önemli bir meziyet olmayabilir fakat okumak her zaman değerlidir. Kitapla doğan, kitapla yaşayan ve nihayetinde onunla veda eden bir inanışın müntesipleri olarak kitabı, okumayı hayatımızda hiç eksik etmememiz gerekir ve dahi kitabı hayatımızın merkezine koymalıyız.

Vaktini aldık. Eski günleri andık. Bize söyleyeceğin son bir şey var mı? Ya şimdi söyle ya da ebediyyen sus. (Gülüşmeler)

“Ya hayır konuş ya da sus(!)” demek gibi oldu. Aslında hayatımda da susmayı konuşmaya yeğleyenlerdenim. Çünkü susmak da bir nevi konuşmak, hatta haykırmaktır. Bazen sükûtun tesiri konuşmaktan daha fazladır. Bu hoş kubbede söylenmedik bir söz kaldı mı ki? Sadece tekrarlıyor ve hatırlatıyoruz aslında. Birbirimize dua etmekten başka bir sözümüz yoktur.

 

Yusuf TOSUN

1972 yılında Adıyaman’ın Kâhta ilçesinde doğdu. 1991 yılında Adıyaman İmam Hatip Lisesi’nden mezun oldu. İTÜ İnşaat Fakültesi’nden 1996 yılında İnşaat Mühendisi olarak mezun oldu.

1996 yılında çalışmaya başladığı İstanbul Büyükşehir Belediyesi İSKİ Genel Müdürlüğü’nde Daire Başkanı olarak görevine devam etmektedir.

Çeşitli dergi, gazete ve internet sitelerinde ürünleri yayınlanan yazarın birçok sivil toplum kuruluşunda aktif görevi bulunmaktadır. Anadolu Yazarlar Birliği Başkanı olan yazar evli ve iki çocuk babasıdır.

Yayınlanmış Eserleri

Deneme

- İsyan Notaları
- Okuma Yazmanın Neyi Olur?
- Yalnızlığıma Sükût
- Duvardibi Düşü
- Kayıp Kuşaktan Kayık Kuşağa
- Aynı Gökyüzü Altında

Mektup

- Kayıp Kuşağa Mektup
- Aşk Postası
- Hüzün Postası
- Umut Postası

Günlük

- Çetele

Biyografi

- İz Bırakanlar
- Usta Çınarlar
- Edebiyatın Ustaları

Derleme

- Güneşe Yürümek (Sempozyum)
- Medeniyetler Kavşağı (Sempozyum)
- Güneşe Seslenmek (şiir)

 

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum