Metin KARABAŞOĞLU
Bediüzzaman hangi siyasetin şerrinden Allah’a sığınmıştı?
Birinci Dünya Savaşı sırasında Doğu cephesinde Ruslara karşı mücahedeye başında olduğu milis alayıyla katılan Bediüzzaman Said Nursî, Bitlis deresi civarında yaşanan bir çatışmada yaralanıp esir düşer ve başkaca Osmanlı subaylarıyla birlikte Kostroma’daki esir kampına sevkedilir. Rusya’da Ekim Devriminin oluştuğu, bir anlamda Rus ordusunun kendi iç derdiyle meşgul olduğu şartlarda kamptan firar eden Bediüzzaman, 1918 yılında Varşova-Belgrad-Sofya üzerinden İstanbul’a gelir. 1907’deki İstanbul’a ilk gelişinden o vakte, dünyada neler olmuş, Osmanlı’da neler neler yaşanmıştır. Bütün bu hengâmede gördükleri ve yaşadıkları, Bediüzzaman’ın bu zaman zarfında kendi iç dünyasında yaşadığı dönüşümün de katalizörü niteliğindedir.
Kendi ifadesiyle, İstanbul’da bulunduğu ilk dönemde (1907-1909) ‘dine hâdim kılmak’ gayreti ve niyetiyle siyasetle de ilgilidir Bediüzzaman. Yazdıkları, konuştukları, kurduğu ilişkiler, faaliyetleri; hepsi bu yöndeki niyetini ve gayretini teyid eder. Ama aynı süreç içinde, siyasetin, iktidarın, güç ilişkilerinin, güçle temasın kişilerin ve toplulukların ahlâk ve davranışında yol açtığı sonuçlara dair de ciddi gözlemler edinmiştir. Kişilerin veya oluşumların başladığı nokta ile geldiği nokta arasındaki farklar, daha büyük güçlerin etki ettiği bir alanda müdahil olmanın yol açtığı tahmin dışı sonuçlar… bütün bunlar Bediüzzaman’ın dünyasında ‘medeniyetten istifasını’ beyan ederek İstanbul’dan ayrılmasını getirecek kadar keskin sonuçlar üretmiştir. Hele ki dünya savaşı sırasında ve esareti hengâmında gördükleri, bilhassa meseleye ‘insan’ odaklı bakıldığında, ‘büyük’ siyasetler adına heder edilen insanlar ve değerler üzerinden ciddi bir muhasebeye sebebiyet vermiş gözükmektedir.
Neticede, bütün bu sebeplerin de rolünün olduğu bir zeminde, Bediüzzaman Said Nursî, 11 yıl içerisinde, 1907’de İstanbul’a geleni ‘Eski Said,’ şimdi İstanbul’a ayak basmış olanı ‘Yeni Said’ olarak tanımlayacak kadar büyük bir değişim ve dönüşüm yaşamış haldedir.
Bu dönüşümün birçok ipucundan birini, Eylül 1919’da yaşadığı bir manevî tecrübeyi anlattığı “Rüyada Bir Hitabe” adlı bahiste vermektedir. Daha önce olaylara ‘aktif biçimde’ müdahil olma çabasındaki Said’in yerinde, olup bitene ‘kaderî’ açıdan bakan bir Said vardır. Hikmet ve adalet nazarını terketmiş değildir gerçi; ama bir kaderî bakış içinde olanlardaki ilâhî hikmet ve adaleti anlamaya çalıştığı için, Allah’tan gelene ‘teslimiyet’i çok daha belirgindir. Nitekim, 1919 Eylül’ünde yaşadığı bir manevî tecrübe olarak; rüyasında bir ‘ruhanîler meclisi’ tarafından kendisine sorulan, Osmanlının savaşta yaşadığı mağlubiyetin sebep ve sonuçlarına dair sorulara kendisinin cevabını içeren “Rüyada Bir Hitabe”de bu durum açıkça görülmektedir.
Bu cevaplar, başlıbaşına tahlili gerektirir. Ama ‘siyaset’e dair bir yazı dizisi içinde bu cevaplarla ilgili özellikle önemli olan husus, Bediüzzaman’ın ilgili bahiste Avrupa’ya ve Batıya dair ikili bir okuma gerçekleştirmesidir. Avrupa’da birbiriyle mücadele halinde olan iki güç ve eğilim vardır, bunlardan biri Kur’ân’ın belirlediği değerlerle daha telif edilebilir unsurlar içerirken, galip ve hâkim durumdaki diğerinin önerdiği medeniyet ve hayat anlayışı Kur’ân’ın istediği ve önerdiği hayat ve medeniyetle uzlaşabilir bir nitelikte değildir. Ama, “Galip olsaydık, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidâneye, belki daha şedîdâne kapılacak idik” der Bediüzzaman. “Eğer ona yapışsaydık, âlem-i İslâmı fıtratına, tabiatına muhalif bir yola sürükleyecektik; (…) sefih, mütemerrid, gaddar, mânen vahşi bir medeniyetin himayesini Asya’da deruhte edecektik.”
Bu cümleleri de içeren uzun bir medeniyet mukayesesi ekseninde, mevcut tablo hiç de olumlu gözükmese dahi, ‘olanda hayır vardır’ diye düşündüren ve istikbale dair ümit içeren bir tahlilde bulunur Bediüzzaman. Meclistekilere, “Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!” dedirten bir tahlil…
Rüyada bir ‘ruhanîler meclisi’nin sorularına muhatap olduğu o gecenin gündüzünde ise, ‘pür-ümit, başka ve dünyevî bir meclise’ yolu düşecektir.
Bediüzzaman bu meclisteki mübahesenin anlatımına ise, “Dünyevîler dediler” diyerek başlar. Halbuki o ‘dünyevîler,’ daha sordukları ilk sorudan anlaşıldığı üzere, tanımadığı ve bilmediği kimseler değildir; bilakis, en azından bir kısmı Bediüzzaman’ı evvelce tanıyıp bilen kimselerdir. Muhtemel ki, içlerinde 1907-1909 arasında İstanbul’da bulunduğu zaman zarfında onun fikir ve yol arkadaşlığı yaptığı kimseler dahi vardır. Ama o ortamı ‘dünyevî bir meclis,’ onları da ‘dünyevîler’ olarak tarif etmesi, on sene evvelinden bu tarihe Bediüzzaman’ın kendi dünyasında yaşadığı dönüşümü bir kere daha ifşa etmektedir. Artık aralarında ciddi bir fikrî ve fiilî mesafe oluşmuş olsa gerek ki, dün omuz verdiği türden faaliyetleri bugün Bediüzzaman ‘dünyevî’ tanımlaması içinde okumaktadır. Onlar da on sene önceki Said ile şimdiki Said arasındaki farkı görmüş olsalar gerektir ki, dün hararetle aralarına katılan Said’in şimdiki mesafesini gördükleri için, ilk olarak kendisine şunu sormuşlardır:
“Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?”
Cevabın ilk cümlesi son derece keskin ve serttir: “Eûzu billâhi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâseti.” Yani, “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.”
Bediüzzaman, hayatında ilk defa işte burada bu sözü söylemiştir. Ve o tarihten sonraki 41 yıllık ömrü boyunca, 1960’taki vefatına kadar bu sözü söylemeye devam edecektir.
Sonraki soru-cevap faslı, Bediüzzaman’ın neden böyle söylediğinin, siyaseti neden şeytanla birlikte andığının ve neden şeytandan sığındığı gibi ondan da Allah’a sığındığının izahını içerir.
Bu izahların ilk basamağı, şöyledir: “Evet, İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır.”
‘İspanyol hastalığı,’ o günün şartlarında bütün dünyada en çok konuşulan salgını tarif etmektedir. İlk olarak Avrupa’da mı, Amerika’da mı, Çin’de mi başladığı konusunda ihtilaflar varsa da, neticede bütün yerkürede yüz milyona yakın hayata mal olan, özellikle de Avrupa’da 1918-1919 yıllarında onsekiz ay gibi kısa bir zamanda on milyonlarca insanın ölümüne sebep olan bir grip salgınıdır bu. Kuş gribi… ‘Paçavra hastalığı’ olarak da adlandırılan; çok kısa zamanda insanları paçavra haline getiren ve ölüme sürükleyen, o tarihe kadar yerkürede görülmüş belki de en ölümcül salgın… Bu ölümcül grip salgınına ‘İspanyol hastalığı’ veya ‘İspanyol gribi’ denmesinin sebebi ise, hastalığın ilk orada başlaması veya en fazla İspanya’yı etkilemesi değildir. Savaş şartlarında birçok ülkede sansür sebebiyle bu salgına dair bilgi akışı olmamasına karşılık, Birinci Dünya Savaşına katılmayan ve dolayısıyla sansüre de kalkışmayan İspanya üzerinden bilinir ve yayılır hale geldiği içindir ki, salgın bu şekilde adlandırılmıştır.
‘İstanbul siyaseti’ni bütün dünyayı ve Avrupa’yı kasıp kavurduğu hengâmda ‘İspanyol gribi’ne benzettiğine göre, Bediüzzaman bu hastalığın maddî bünyeler ve hayatlarda yol açtığı tahribatın bir benzerine bu siyasetin manevî bünyeler ve hayatlarda sebebiyet verdiği düşüncesindedir. Nitekim, “Fikri hezeyanlaştırır” derken, mâkul düşünme yeteneğinin yitimini bunun öncelikli örneği olarak zikretmektedir. İlerleyen paragraflarda bu siyasetin aklın yanında kalb, ruh ve vicdanda yol açtığı tahribata dair de tahliller gelecektir.
Sonraki cümlelerde, siyasetin manevî bünyede, özellikle düşünüşte yol açtığı ‘İspanyol hastalığı’ etkisiyle irtibatlı bir başka boyuta daha dikkat çeker Bediüzzaman. İlk soru “Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?” olmuştur mâlûm; evet, karışmamıştır, çünkü mevcut siyasette fail görünenlerin hakikatte münfail, yani etkin olduğunu zannedenlerin gerçekte edilgen durumda olduğunu görmektedir: “Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder, biz kendimizden hayal edip, asammâne tahribimizde eser-i telkini icra ederiz.”
Yani, şu zeminde siyasete müdahil olup, ben böyle söylüyorum diyenlerin ve ben şöyle yapıyorum zannedenlerin bu kanaati gerçeği yansıtıyor değildir. Mevcut siyasetin görünür aktörleri ‘müteharrik-i bizzat,’ yani ‘kendi başına hareket ediyor’ değildir, bilakis hariçten bir etkiyle hareket eder haldedir. Bir teşbihle anlatırsak; kendilerini lokomotif zannedenlerin durumu aslında vagonun durumundan farklı değildir. Evet, ortada bir hareket vardır, ama onların bu hareketleri kendiliklerinden değildir; bilakis, lokomotif karşısında vagonun durumu gibi, hareketleri başkasının hareketine tâbi haldedir: “Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz.” Lâkin yaşanan durum, hipnotizmaya maruz kalmış bir kişinin aslında kendisine telkin edilen şeyi yapıyor olmakla birlikte o şeyi kendi iradesiyle bizzat yapıyor olduğunu zannetmesine benzemektedir. Hem de, telkin edilen lâkin kendimizden hayal ettiğimiz şeyin aleyhimize, zararımıza, tahripkâr bir tarafı olduğu halde…
Bunu, sonraki iki paragrafta, ‘siyaset’i mutlak şekilde dışlamadığını da gösterir bir tahlil içinde açar Bediüzzaman. Mevcut siyasetin muharrik unsuru, yani hareket kaynağı Avrupa olarak gözükmektedir. Hoşumuza gitsin gitmesin, vâkıa budur. Şimdi, bu kaynaktan gelen bir cereyan, Osmanlının ve âlem-i İslâm’ın lehine de, aleyhine de olabilir. Yani gelen bu cereyan ya müsbet/olumludur veya menfi/olumsuz. Bütün mesele, Osmanlı ve âlem-i İslâm lehine olabilecek bir cereyan sözkonusu ise onu bu olumlu yöne yönlendirebilmek, âlem-i İslâm aleyhine bir cereyanın etkisine ise kapılmamaktır. İkinci durum zuhur ettiğinde, ‘bilvasıta müteharrik,’ yani lokomotifin peşine takılmış, yönünü kendisi belirleyemeyen vagonlar oluruz; “bütün harekâtı, bizzat hariç hesabına geçer. Çünkü iradesi hükümsüzdür. Hulûs-u niyeti fayda vermez.” Hatta varılacak yer, o menfi cereyanın elinde akılsız, şuursuz bir âlet durumuna düşmektir. Birinci durum sözkonusu ise, yani hariçten gelen cereyanı olumlu bir yöne sevketme imkânımız varsa, bu imkânın değerlendirilmesi anlaşılabilir bir husustur, ama bunun için ‘vagon’ değil ‘lokomotif’ olabildiğimiz bir tablo gerektir. Lâkin vâkıa bu değildir.
Bediüzzaman’ın bu tahlili daha da açarken mantığın kaidelerine atıf yüklü cümlelerle ortaya koyduğu yaklaşım, onun bu bahsin öncesinde “Rüyada Bir Hitabe”de ortaya koyduğu ‘iki Avrupa’ tahliliyle de ilişkilidir. Avrupa içinden çıkmış olmakla birlikte, İslâm’ın kabul edeceği ölçüler içeren ve âlem-i İslâm lehine sonuçlar üretmesi mümkün bir cereyana kapalı olmanın gereği yoktur; nitekim Bediüzzaman’ın ‘meşrutiyet’ ve ‘demokrasi’yi kabülündeki endişesizlik bu sebepledir. Yine bu sebeple Bediüzzaman, Avrupa içinden çıkan ‘sosyal adalet’çi bir siyasî çizgiyi din-karşıtı bir tutum taşımamak kaydıyla, hâkim kapitalist, koloniyalist ve hegemonik siyasete göre ehven ve kabul edilebilir görmektedir. Ama ortadaki tablo bu değildir, dünya siyasetine hâkim olan ve İstanbul siyasetine de etki eden cereyan ve güç ötekisidir. Dolayısıyla, kuralları ve yönü onun belirlediği bir mecraya girmenin anlaşılır bir tarafı yoktur. Bunun sonucu, iyiniyetle yola çıkılmış dahi olsa, bu bâtıl ve yanlış siyasete eklemlenmek, hâkim cereyanın elinde bir mahkûma dönüşmek, kendisi olmaktan çıkıp başkalaşmak, zalimlerle beraber zalimleşmek olacaktır.
Bediüzzaman’ın burada dile getirdiği tahlili, sonraki dönemde de koruduğunu görürüz. Risale-i Nur’un telifine başladığı dönemden sonra da onun ısrarla Nur talebelerini siyasetten uzak durmaya çağırması ve bunun sebeplerini izah ederken ‘hâkim cereyanlar’a özellikle atıfta bulunması, “Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklaliyetini ve ihlasını muhafaza edemez” diyerek siyaset yoluyla dine hizmet niyetiyle yola çıkan hiç kimsenin ve hiçbir oluşumun bu şartlarda kendi duruşunu ve bağımsızlığını koruyamayacağını ısrarla belirtmesi, bununla ilgilidir.
Dolayısıyla, akıl ve iz’an varsa, kim kendisi olmaktan çıkacağı, başkalaşacağı, başkasının elinde âlet olma riskiyle yüzyüze geleceği ve evvelce sahip olduğu değerler ve ölçülerle çelişeceği bir yola sülûk edebilir?
Ortadaki siyaset zemini dönüştürmek ne kelime, kendisinin dönüşeceği bir zeminse, doğru davranış bu zeminin içine girmek değildir.
Ama Bediüzzaman böylesi bir tahlil ortaya koyduğunda, “ne yapalım yani, seyirci mi kalalım?” kabilinden itirazlar geleceği de bellidir. Nitekim, o dünyevî mecliste bu itirazlar hemen gelmiştir: “Dinsizliği görmüyor musun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım.”
Bahsin devamında, bu itirazı cevaplandırır Bediüzzaman.
Bu itiraza cevaben söylenenlerin tahlilini bir sonraki yazıya bırakalım ve bu bahsin, tahlil ettiğimiz kısmı dahilinde birkaç soru soralım:
1-Bediüzzaman o gün gördüğü manzarada durum bu iken, bugünün siyasetinde ‘İspanyol hastalığı’ etkisinin olmadığı, yani kişilerin muhakemelerini sapasağlam korudukları söylenebilir mi? Yoksa, siyasetin sıhhatli muhakeme yeteneğini dumura uğratan etkisi o gün olduğu gibi bugün de görülmekte midir?
2-Bu ülkede dindar ehl-i siyasetin durumu, küresel siyaset zemininde hariçteki cereyana yön verir nitelikte midir, yoksa yönlendirilir mahiyette midir? Hem hariçten gelen cereyanlarla ilgili olarak doğru bir okuma ve pozisyon alma durumu mu geçerlidir?
3-Manevî hizmetlerle meşgul olması gereken oluşumların, bu arada özellikle Risale-i Nur talebelerinin siyasetle temas düzeyi, ‘yönlendirici’ mi, ‘yönlenici’ mi mahiyettedir? Nur talebeleri siyasetle bu etkileşimde fail midir, münfail midir?
Sorular aklımızın bir köşesinde dursun, bir sonraki yazıda devam edelim…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.