Bediüzzaman Said Nursi'yi rahmetle anıyoruz
Bediüzzaman Said Nursi kimdir? Ne zaman doğdu ne zaman vefat etti? Risale-i Nur nedir? Eserleri, fikirleri nelerdir?
Bediüzzaman Said Nursi Kimdir?
Gençlik ve Tahsil Hayatı: I. Meşrutiyet Devri (1878-1908)
Bediüzzaman Said Nursî’nin doğduğu yıl Osmanlı Devleti Balkanlar ve Kafkasya’da Rusya ile savaşmaktadır. Osmanlı tarihçilerinin Rumî takvime göre 93 Harbi diye adlandırdığı 1878 Osmanlı-Rus Savaşı, hem Osmanlı Devleti, hem de Batılı devletler için yeni bir dönemi teşkil edecek kadar önemlidir.
Rusya’nın Sırpları kışkırtmasıyla, Bosna-Hersek ve Karadağ’da başlayan isyanlar, Osmanlı Devletiyle birlikte Avrupa’nın yarısını etkileyecek bir savaşa yol açtı. Bu sırada Osmanlı devleti meşrutiyeti ilân etmiş; siyasî, sosyal ve ekonomik alanlarda büyük değişikliklere yol açacak bir “anayasal parlamenter sistem” yürürlüğe koymuştu. Nisan 1877’de Rusya’nın savaş ilânıyla, Kafkas ve Balkan cephelerinde başlayan çarpışmalar, Osmanlı kuvvetlerinin sürekli geri çekilmesiyle sonuçlandı. Ruslar batıda Plevne’yi düşürdükten sonra Balkanları boydan boya istilâ ederek İstanbul’a 18 km uzaklıktaki Yeşilköy’e kadar gelmiş, doğuda Ardahan, Oltu, Kars’ı alarak Erzurum’a girmişti.
Bu esnada Osmanlı’da ekonomik kriz had safhadaydı. Halk fakirlik ve salgın hastalıklardan ayakta duramaz hâle gelmişti. Parlamento devam etmekte olan savaş yüzünden sağlıklı çalışamadığı, ülkenin acil çözülmesi gereken sorunlarına çözüm üretemediği için çalışmalarına ara vermişti.
Savaşın sonunda Yeşilköy’de imzalanan Ayastefanos Antlaşmasıyla Osmanlı, Balkanlar ve Avrupa’daki topraklarının neredeyse tamamına yakınını kaybetmişti. Tuna cephesinde Romanya, Sırbistan, Karadağ bağımsızlık elde etmiş ve Bulgaristan Prensliği kurulmuştu. Kafkas cephesinde ise Batum, Kars, Ardahan ve Doğubayazıt Ruslara bırakılmıştı. Osmanlı Devletinin ödemesi gereken ağır savaş tazminatı uzun yıllar süren ekonomik çöküntüye yol açmıştı. Anlaşmadan sonra terk edilen topraklarda yaşayan Müslüman ve Türk nüfusun, zor şartlar altında gerçekleşen göç dalgası ülkedeki durumu daha da ağırlaştırmıştı.
Bediüzzaman Said Nursî, yeni bir devrin başlangıcı sayılan bu gelişmeler yaşanırken dünyaya geldi. 1878’de1 Bitlis’in Hizan ilçesinin Nurs köyünde doğan Bediüzzaman, ilk eğitimini ağabeyi Molla Abdullah’tan aldı.
Tağ köyündeki medresede öğretim hayatına küçük yaşta başladı. Tahsil hayatı boyunca, birçok medresede kısa sürelerde bulunarak ders aldı. Bu süre zarfında medrese eğitiminin temeli olan sarf ve nahiv kitaplarını “İzhar”a kadar okudu. Sonunda, Doğubayazıt’ta bulunan Şeyh Mehmet Celâlî’nin medresesinde üç ay süren bir eğitim gördü. Burada, medrese eğitiminde yer alan kitapların yanında pek çok başka kitabı da okudu. İcazetini alarak Doğubayazıt’tan ayrılan Said Nursî, son derece hareketli geçen tahsil hayatında, çok genç yaştayken klasik medrese eğitiminin sınırlarını aşan engin bir birikime sahip oldu.
Doğudaki ilim merkezlerine tek tek giden Said Nursî, o dönemin medrese âlimleri arasında gelenek hâlinde olan ilmî münazaralara katıldı. Keskin zekâsı ve güçlü hafızasının yardımıyla bu münazaralardan başarıyla çıktı. Şarktaki âlimlerin karşısında rüştünü fiilen ispatlamış olan Said Nursî’nin genç yaşta ulaştığı ilim seviyesi, herkesi hayrete düşürdü. Anlaşılması en zor konuları bile kolaylıkla kavraması; okuduğu ve incelediği kitapları kolaylıkla ezberine alması gibi farklılıkları sebebiyle, zamanın âlimleri ona “Bediüzzaman (zamanın eşsizi)” dediler.
Bediüzzaman Said Nursî, Miran aşiret reisi Mustafa Paşayı, yöre halkına yaptığı baskı ve zorbalıktan vazgeçirmek için Cizre’ye gitti; aralarında sert münakaşalar yaşandı. Mustafa Paşa Said Nursî’yi, ilmine güvendiği âlimleriyle münazaraya davet etti. Said Nursî, her meselede onlara üstün geldi. Bu süre sonunda hem farklı kişiliği, cesaret ve özgüveni, hem de ilmî birikimi açısından daha çok dikkat çekmeye başladı.
1894’te Mardin’e geçti. Mardin’de kaldığı sürece, her türlü sosyal faaliyetin içinde yer alan Bediüzzaman, burada karşılaştığı Şeyh Cemaleddin Afganî’nin bir talebesinden, Afganî’nin siyasî fikirlerini tanıma fırsatı buldu. Siyasetle ilgilenmeye de ilk defa Mardin’de başlayan Bediüzzaman, tartışmalarda fikrini açıklamaktan geri durmuyordu. Bulunduğu topluluklarda tartışmalara neden olan Said Nursî’yi, Mardin mutasarrıfı, bir tedbir olarak il hudutları dışına çıkarmak zorunda kaldı.
Bitlis’e giden Bediüzzaman’ın ilmî vukufiyeti ve farklı kişiliği, Bitlis Valisi Ömer Paşa’nın dikkatini çekmişti. Ömer Paşa Bediüzzaman’a vilâyet konağında kalarak çalışmalarını devam ettirebilmesi için bir oda tahsis etti. Doğu ve Batı klasikleriyle beraber fen bilimlerine ait kitapları da içinde bulunduran konağın büyük kütüphanesi, Bediüzzaman’ın fen bilimlerine ait en son bilgilere ulaşması için bir zemin oluşturmuştu. Bitlis vilâyet konağında geçirdiği iki yıl süresince, din ilimlerine olduğu kadar fen ilimlerine de vakıf oldu.
Said Nursî iki yıllık Bitlis hayatından sonra, üst seviyede şahısların daveti üzerine gittiği Van’da 10 yıl kadar kaldı.
Bu süre içinde Van Vâliliğine getirilen İşkodralı Tahir Paşa’yla, aralarında samimî bir dostluk gelişti. Böylece, konağın ayrılan bölümünde çalışmalarına devam etti. Çeşitli gazete ve dergilerin de bulunabildiği konağın zengin kütüphanesi, çeşitli konularda derinleşmesi için iyi bir imkân sağlamıştı. Bediüzzaman, bir yandan coğrafya, tarih, matematik, kimya, astronomi ve felsefe ile ilgilenirken, diğer yandan içinde yaşadığı toplum yapısını çok yakından inceleme ve tanıma fırsatına sahip oldu. Osmanlı toplumunun içinde bulunduğu sıkıntıların aşılmasında eğitime çok önemli bir rol düştüğünün farkındaydı ve medreselerde din ilimleriyle birlikte müspet ilimlerin de okutulması gerektiğini düşünüyordu. Hatta bu yolda, zihninde, eğitim esasları ve yönetim şekliyle bir “üniversite projesi” teşekkül etmişti. Bundan sonraki hayatının en büyük iki gayesinden birini oluşturan idealindeki bu üniversiteye, “Medresetüzzehra” adını verdi.
Valinin konağında ilmî çalışmalarına devam ederken bir yandan da kendine ait Horhor Medresesi’nde ders veriyordu. Tahir Paşa, bir gün ona, konağa gelen gazetelerin birinde, İngiltere’nin Sömürgeler Bakanı Gladstone’un Avam Kamarasında yaptığı konuşmayı okudu. Gladstone, elinde bir Kur’ân-ı Kerîm’le kürsüye gelerek, “Bu Kur’ân Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapıp, bu Kur’ân’ı sukut ettirip ortadan kaldırmalıyız. Yahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız” diyordu.
Bu söz Said Nursî’nin dünyasında fırtınalar kopardı. Belki de, hayatının en önemli kararını vermesine yol açtı. Gladstone’un sözüne karşılık, “Ben de Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez ebedî bir güneş gibi mu’cize olduğunu dünyaya ilân edeceğim” diyen Bediüzzaman, hayatının diğer bir gayesi olarak, “Kur’ân’ın bu asra bakan manevî mu’cizesini insanlara ispat ederek gösterme kararı”nı aldı.
Van’da kaldığı uzun sürenin neticesi olan bu karar ve doğuda kurulmasını istediği üniversite fikri Said Nursî’nin bundan sonraki hayatını şekillendiren en önemli iki hareket noktası oldu.
Van’ın Said Nursî gibi bir deha için çok yetersiz kaldığını düşünen tecrübeli Osmanlı paşası Van Valisi Tahir Paşa, onu İstanbul’a gitmesi için teşvik etti. Nihayet Said Nursî, 1907 yılının sonlarında İstanbul’a gitmeye karar verdi. Maksadı, fen ilimleriyle din ilimlerinin beraber okutulacağı, idealindeki üniversite düşüncesini hükümete iletmekti. O zaman Bitlis valiliği yapmakta olan Tahir Paşa’nın Sultan Abdülhamid’e yazdığı referans mektubunu alan Bediüzzaman, önce kara yoluyla Trabzon’a, oradan da gemiyle İstanbul’a gitti.
Bediüzzaman, İstanbul’da ilk önce Ferik Ahmet Paşa’nın evine yerleşti. İlk iş olarak, doğuda kurulmasını istediği üniversiteyle ilgili bir dilekçeyi padişahın özel kalem dairesi, Mabeyn-i Hümayuna sundu. Ancak, hükümet dilekçe konusu üniversite projesinin önemini kavrayamadı. Bu yüzden gerçekleştirmek için hiçbir teşebbüste bulunmadı.
İstanbul’a gelişinden 2 ay sonra Fatih’teki Şekerci Han’da kalmaya başladı. Odasının kapısına, “Burada her suale cevap verilir, her müşkül hallolunur; fakat sual sorulmaz” diye bir levha astı. İçerisinde âlimlere ve aydınlara gizli bir meydan okuma da bulunduran bu davet, kısa sürede bütün İstanbul’a yayıldı. İlim adamları, medrese hocaları, talebeler, siyasetçiler, herkes bu âlimi konuşmaya başladı.
İnsanların yavaş yavaş bu genç âlimin etrafında toplanmaya başlaması hükümetin evhamlanmasına sebep oldu. Birkaç kere tutuklandı ve serbest bırakıldı. Said Nursî’den kurtulmak isteyen hükümet, onu bu defa tımarhaneye gönderdi. Bunun, “muhalifleri sindirmek için bir yol” olduğunu bilen Said Nursî, “Akıllılık dediğinizin çoğunu ben akılsızlık biliyorum. O çeşit akıldan istifa ediyorum” diyerek, kendisini susturmak isteyenlerle uzlaşmadı. Onu, Toptaşı Tımarhanesi doktorunun, “Eğer Said Nursî’de zerre kadar cünun varsa, dünyada akıllı adam yoktur” diye rapor vermesiyle de serbest bırakmadılar, tımarhaneden alarak tevkifhaneye gönderdiler.
Gözaltındayken Zaptiye Nazırı Şefik Paşa kendisini ziyaret ederek, padişahın selâmıyla birlikte “ihsan-ı şahane”den 1000 kuruşu takdim etmişti. Şefik Paşa aynı zamanda eğitim hakkındaki teklifinin Bakanlar Kurulu’nun gündemine alındığını, kendisinin ise açılacak üniversiteye 30 lira maaşla rektör tayin edildiğini ve maaşının hemen başlayacağını da tebliğ etmişti. Bediüzzaman ise bunun bir “sus payı” olduğunu ifade ederek kendisine takdim edilen makamı ve ihsanı reddetmiş ve derhal padişahla görüşmek istemişti. Hayretler içerisinde oradan ayrılan Şefik Paşa’dan ve hükümetten herhangi bir haber çıkmamış, Bediüzzaman’ın tevkifhanede tutukluluğu devam etmişti.
II. Meşrutiyet Dönemi (1908-1922)
Said Nursî’nin tutuklu olduğu o günlerde İstanbul kaynıyor, meşrutiyet ve hürriyet tartışmaları yapılıyordu. Serbest bırakılmasından kısa bir süre sonra 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilân edildi. Meşrutiyetin 3. gününde, Sultanahmet’te düzenlenen mitingde halka hitaben hürriyeti anlatan bir nutuk okudu.
Daha sonra İttihatçıların ileri gelenleriyle birlikte Selânik’e giderek, Selânik Meydanı’nda tekrarladığı ve metnini birçok gazetenin yayınladığı “Hürriyete Hitap” adlı nutkunda, meşrutiyet ve hürriyet kavramlarının İslâmiyete aykırı olmadığını anlattı.
Bediüzzaman Said Nursî, İstanbul’da çok hareketli bir siyasî hayat yaşıyor, cemiyetlere üye oluyor, gazetelere makale yazıyor, konferanslara ve toplantılara katılıyor, kendisine yakın bulduğu topluluklara nasihat ediyordu. Yine bir gün Şehzadebaşı’ndaki Ferah Tiyatrosu’nda Ahrardan Mizan gazetesi başyazarı Murat Bey’in bir konferansı sırasında İttihatçılar bir kargaşa çıkarmış ve Murat Bey’i vurmaya teşebbüs edecek kadar ileri gitmişlerdi. Kargaşanın kötü sonuçlar doğuracağını gören Said Nursî, oturduğu iskemlenin üstüne çıkarak, fikre saygı gösterilmesi ve hatibin dinlenmesi gerektiğini anlatıp, salondaki heyecanı yatıştırmış ve büyük bir kavgayı önlemişti.
O dönem İstanbul’u, birçok siyasî ve sosyal olaylarla kaynıyordu. Hamalların, İttihatçılara ve Meşrutiyete karşı bir ekonomik engelleme hareketi olarak başlattıkları boykot da bu olaylardan biriydi. Böyle hareketli bir ortamda, İstanbul’da yaşayan ve hamallık yapan Kürtlerin kandırılarak siyasî ve anarşik olayların içine çekilmesinden endişe eden Said Nursî, hamalların yoğun olarak bulunduğu yerleri, özellikle kahvehaneleri gezerek onlara meşrutiyeti anlatıyor ve boykotu o sıralarda Bosna-Hersek’i ilhak eden Avusturya’nın mallarına karşı yapmalarını tavsiye ediyordu. Bu görüşmeler sonucunda hamallar ikna olarak boykotlarını yalnızca Avusturya mallarına karşı uygulamışlardı. Böylelikle Bediüzzaman, hem çıkması beklenen muhtemel anarşiyi önlemiş, hem de Avusturya mallarına karşı boykot başlatarak Osmanlı Devleti’nin devletlerarası politikada Avusturya’ya karşı mesafe kazanmasına öncülük etmişti.
O sıralarda Meşrutiyetten ve İttihatçılardan rahatsız olanlar sadece hamallar değildi. Medrese çevresinde yer alan ulema ve talebeler de meşrutiyetin, anayasanın, hürriyet uygulamalarının İslâmiyete aykırı olduğuna inandıkları için içten içe rahatsızdı. Bu rahatsızlığın farkında olan Said Nursî, o devirde yayınlanan bütün gazetelere makaleler yazarak, İslâmiyet ve meşrutiyet arasındaki uygunluğu, dört hak mezhebin klasik kaynaklarına dayanan delillerle ispat ediyor, medrese mensuplarının toplandıkları yerlere giderek etkili hitap ve nutuklarıyla onları ikna etmeye çabalıyordu.
Bu arada meşrutiyetin ilânından dolayı doğuda meydana gelen gerilimin de farkındaydı. Hemen harekete geçerek “Bediüzzaman” imzasıyla telgraflar çekti. Hükümet adına çekilen bu telgraflarda yine meşrutiyet ve anayasal sistemin İslâmiyete aykırı olmadığı anlatılıyordu. Doğu illerindeki nüfuzlu kişilere ulaşan bu telgraflar oradaki gerilimi hayli yatıştırmıştı.
Askerler de yeni yönetimin kendilerine yönelik uygulamalarından rahatsız olunca kışla dışındaki havanın da tesiriyle üst ve amirlerine, özellikle de Harbiyeli subaylara karşı tepkilerini belirtmeye başlamışlar, meşrutiyet taraftarları ve İttihatçıların aleyhine yapılan toplantı ve mitinglerde boy gösterir olmuşlardı.
Bu durumun askeriyedeki itaat ve disiplini bozarak giderilmesi mümkün olmayan tahribata sebebiyet vermekte olduğunu gören Bediüzzaman, İstanbul’un muhtelif yerlerindeki avcı taburlarını dolaşarak onlara nasihatlerde bulundu. Askerlere işlerin belli esaslar dahilinde danışma meclisleri eliyle yürütülmesinin, bunun kurallarının “anayasa” olarak tesbit edilmesinin İslâmî esaslara tam uyduğunu, İslâmiyetin de üstlere itaati emrettiğini ve siyasete karışmamaları gerektiğini anlattı.
13 Nisan 1909 tarihine gelindiğinde (Rumî: 31 Mart 1325) tarihlere “31 Mart Olayı” olarak geçen ayaklanma başlamış ve başkent İstanbul’un kargaşası had safhaya varmıştı. Bu karışıklığın 3. gününde Said Nursî, gazetelerde, ayaklanan askerlere hitaben bir yazı yayınladı ve 4. gününde de Harbiye Nezaretine gidip isyan eden askerlere hitap ederek onları üstlerine itaate ve isyanı sona erdirmeye davet etti.
11 gün süren isyanı, Selanik’ten, Mahmut Şevket Paşa komutasında gelen Hareket Ordusu bastırdı ve sıkıyönetim ilân etti. İsyanın elebaşları Divan-ı Harb-i Örfî’de (Sıkı Yönetim Mahkemesi) yargılanarak, birçoğu idam edildi. Yatıştırıcı bir rol oynamasına rağmen Bediüzzaman, “olaya karıştığı” iddia edilerek tutuklandı ve Divan-ı Harb-i Örfî’de, idam talebiyle yargılandı. Duruşma sırasında ikna edici bir üslûpla yaptığı savunma sonunda beraat etti. Etkili savunması kendisiyle birlikte birçok kişinin de beraat etmesini sağladı. Bu savunması daha sonra “İki Mekteb-i Musibetin Şahadetnamesi veya Divan-ı Harb-i Örfî” adıyla yayınlandı.
Serbest bırakıldıktan sonra İstanbul’dan ayrılan Said Nursî, deniz yoluyla İnebolu üzerinden Trabzon’a, oradan da Batum, Tiflis güzergâhını takip ederek, 1910 yılı baharında Van’a ulaştı.
Birkaç ay, Horhor Medresesi’ni yeniden düzenleme işleriyle meşgul olduktan sonra Hakkâri, Bitlis, Muş, Diyarbakır ve Urfa yörelerini dolaşarak, bölgedeki aşiretleri ziyaret etti. Onların meşrutiyet, hürriyet ve anayasa hakkında sordukları sorulara cevaplar vererek ikna edici açıklamalarda bulundu. Meşrutiyet ve meşveretin İslâmî temellerini onlara anlatarak meşrutiyetin nimetlerinden faydalanmaları için gayret göstermelerini istedi. Daha sonra bu seyahatler esnasında yaptığı görüşmelerin ve açıklamaların özetini “Münazarat” adı altında yayınladı.
Kış mevsiminin girmesiyle birlikte Bitlis, Diyarbakır, Urfa, Antep, Kilis ve Halep üzerinden Şam’a giden Said Nursî, âlimlerin daveti üzerine Emeviye Camii’nde bir hutbe okudu. İslâm dünyasının siyasî, ekonomik ve sosyal sorunları ve çözüm yollarını anlattığı hutbesini “Hutbe-i Şamiye” adıyla neşretti.
Şam’dan yola çıkan Said Nursî, “Medresetüzzehra”2 adını verdiği üniversite projesini Sultan Reşat’a iletmek amacıyla İstanbul’a gitmeye karar verdi. Kara yoluyla Beyrut’a, oradan da deniz yoluyla İstanbul’a ulaştı.
İstanbul’da Sultan Reşat’ın tahta geçişinin ikinci yıl dönümü münasebetiyle düzenlenen törenlere katılan Bediüzzaman, padişahın Rumeli seyahatine, Doğu İllerini temsil etmek üzere katıldı. İstanbul’dan Selanik limanına Barbaros zırhlısıyla giden kafile, daha sonra trenle, o yıllarda Kosova Sancağı’nın başkenti olan Üsküp’e geçti.
Seyahatin Üsküp’teki bölümünde orada kurulması plânlanan Üsküp Üniversitesinin temeli atıldı. Ancak bu seyahatten kısa bir süre sonra Balkan Savaşları başladı. Böylece Üsküp Üniversitesinin yapımı, mecburen durdu. Said Nursî, Doğunun böyle bir üniversiteye daha çok ihtiyacı olduğunu anlatarak Sultan Reşat’a, Üsküp Üniversitesi için ayrılan tahsisatla Doğuda bir üniversite kurulmasını teklif etti. Bu teklif, hükümetçe kabul gördü. Böylece Medresetüzzehra için istediği kararı hükümetten çıkaran Bediüzzaman, İstanbul’dan ayrılarak Van’a döndü.
Medresetüzzehra’nın temeli 1913 yılının yaz aylarında Van Valisi Tahir Paşa ve diğer resmî görevlilerin katıldığı bir merasimle Van Gölü kıyısındaki Artemit’te atıldı. Ancak bu defa da I. Dünya Savaşının başlaması, projenin ertelenmesine sebep oldu. Said Nursî de talebeleriyle birlikte Doğu Milis Teşkilâtını kurdu ve Van-Bitlis cephesinde gönüllü alay komutanı olarak Ermeniler ve Ruslara karşı savaştı.
Bu savaş esnasında, Rus birliklerinin açtıkları ateş sonucu birçok kere yaralanmasına rağmen hep ön saflarda çarpışıyordu. Etrafına şarapnel parçaları düşerken bile “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez bir güneş olduğu”nu ispat yolunda eser yazmaya devam ediyordu. Kur’ân’ın mu’cizeliğini çağın insanına göstermek için yazmaya başladığı İşaratü’l-İ’caz adındaki tefsirini, cephede fırsat buldukça yanındaki talebesine yazdırıyordu.
Bitlis savunması sırasında birçok talebesi şehit olmuş, yanında yalnızca dört talebesi kalmıştı. Bediüzzaman bir gece Rus saflarını yarıp geçmek isterken yüksekçe bir su kemerinden atladı. Gecenin karanlığında ayağı kırık olarak su arkının içinde 30 saat bekledikten sonra Ruslara teslim olmak zorunda kaldı. Said Nursî’yi önce Van’a, sonra Culfa, Tiflis, Klogrif üzerinden Rusya içlerindeki Kosturma’ya (Kostroma) sevk ettiler.
Bediüzzaman Kosturma’daki esir kampında subaylarla birlikte kalıyor, geçirilen esaret günlerini en verimli bir şekilde değerlendirmek üzere faaliyetler gösteriyordu. Esir kampı, önceki hayatları harp meydanında çatışmalarla ve cepheden cepheye intikalle geçen esir subaylar için bir ilim-irfan meclisi, imanlarını kuvvetlendirecekleri bir marifet okulu olmuştu.
Esaret günleri, Bediüzzaman’ın subaylara yaptığı derslerle geçerken, Rusların Kafkas Orduları Komutanı Grandük Nikola Nikolaviç, kampı teftişe geldi. Bediüzzaman, Grandük Nikolaviç önünden geçerken, kendisini tanıdığı hâlde ayağa kalkmadı. Bunu kendine hakaret kabul eden Nikolaviç, Bediüzzaman’ın idamını emretti. Fakat onun, “Ben bir İslâm âlimiyim, imanın ve İslâmiyetin izzetini muhafaza etmek için ayağa kalkmadım” şeklindeki açıklamasıyla, hata ettiğini anlayarak emrini geri aldı.
Kosturma’daki esir kampında cereyan eden bu olay, yıllar sonra bir subayın gazetede çıkan hatıralarında yer aldığında, Bediüzzaman tarafından da doğrulanmıştı.
Bir süre esir kampında kaldıktan sonra Ruslar onun Kosturma’daki Tatar mahallesindeki bir camide kalmasına kefaletle izin verdiler. Bediüzzaman Volga Nehri kenarındaki bu camide hem imamlık yapıyor, hem de iman sohbetlerine devam ediyordu. Hayli uzun bir aradan sonra yalnız kalma fırsatını da böylece yakalamış ve bütün duygularını, fikirlerini gözden geçirmeye başlamıştı. Bu tefekkür, kendi tabiriyle, onu “Eski Said’den Yeni Said’e” götüren yeni bir anlayışın ilk işaretleriydi.
7 Kasım 1917’de başlayan Rus İhtilâli, Rusya’yı altüst eden büyük bir karışıklığa sebep olmuş ve Çarlık rejimi yıkılmıştı. Ancak yeni rejimin ülke çapında disiplini sağlaması zaman alacaktı. İhtilâlin sebep olduğu bu karışıklıktan yararlanan Said Nursî firar etti. Kosturma’dan Petersburg’a geçerek Varşova’ya ulaştı. Buradan Viyana’ya geçti ve Alman makamları tarafından düzenlenen bir belgeyle de Sofya üzerinden İstanbul’a geldi. Böylece, yaklaşık 2,5 yıl süren esareti sona ermiş oldu.
Bediüzzaman, 25 Haziran 1918’de İstanbul’a geldiğinde büyük bir ilgiyle karşılandı. Tanin gazetesi onun İstanbul’a gelişini birinci sayfadan verdi. Bediüzzaman’ın Birinci Dünya Savaşında Kafkas cephesindeki kahramanlıklarının ve ilmî vukufiyetinin farkında olan Enver Paşa, İstanbul’da kurulma aşamasındaki “Dârülhikmeti’l-İslamiye”ye üye olarak tayin edilmesini hükümete teklif etti. Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendinin teklifiyle de Sultan Vahidüddün tarafından kendisine ilmiye sınıfında “Mahreç” derecesi verildi. “Mahreç Mevleviyeti” olarak da anılan bu rütbe, Osmanlı ülkesindeki bütün “resmî ulema”nın başı olan “baş müderris”ten sonraki rütbe anlamına geliyordu. Ancak Bediüzzaman, doktorların tavsiyesi üzerine dinlenmek üzere Çamlıca’daki Yusuf İzzettin Paşa Köşkü’ne yerleşti. Burada hem istirahat ediyor, hem de eser yazmaya ve yayınlamaya devam ediyordu.
Kafkas cephesinde gönüllü birliklerin başında iken Arapça olarak yazdığı İşaratü’l-İ’caz adlı Kur’ân tefsiri, kâğıdı bizzat Enver Paşa tarafından sağlanarak neşredildi. Bundan sonra, iman esaslarının ispatına dair Nokta, çeşitli ayet ve hadisleri tefsir eden Sünuhat, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliğini ispat eden Şuaat, Kur’ân’ın mu’cizeliğini anlatan Rumuz, sosyal konularla ilgili bir eser olan Tulûat, tevhidin ispatı hakkında Katre, özgün vecizelerden meydana gelen Hakikat Çekirdekleri, ahlâk ve maneviyat derslerini ihtiva eden Habbe, Zerre ve Şemme adlı risalelerini ayrıca Lemeat’ı yazdı ve yayınladı.
Bediüzzaman, Dârülhikmet’ten kendisine ödenen maaştan, ancak gerekli ihtiyaçları için bir miktar ayırıyor, geri kalan parayla da eserlerini bastırarak ücretsiz dağıtıyordu. Bu arada, Dârülhikmet’teki görevinden izin talebinde bulunarak Çamlıca ve Yuşa Tepesi gibi İstanbul’un huzur verici yerlerinde istirahate çekildi.
Dinlenme süresinde, Kosturma’da filizlenen ve dünyanın fânî yüzünü gösteren tefekkür yeniden başlamıştı. İstanbul’daki siyaset de onu bunaltmıştı. Yeni bir ruhî değişim ve tekâmülün sancılarını yaşayan Bediüzzaman, sık sık Beykoz’daki Yuşa Tepesi’ne çıkarak tefekküre dalıyor ve dünya ile olan bağlarını gözden geçiriyordu.
Bediüzzaman’ın Eski Said’den Yeni Said’e geçiş sancıları çektiği bu dönemde, Devlet-i Âliye de yıkılış sancılarıyla kıvranıyordu. Said Nursî’nin Dârülhikmeti’l-İslâmiye’ye tayin edildiği günlerde Osmanlı Devleti, Mondros Mütarekesi’ni imzaladı. Müttefik kuvvetler, Mütareke’nin sonucu olarak 13 Kasım 1918’de gemilerini Haydarpaşa Limanı’na demirlediler.
16 Mart 1920’de İstanbul’a asker çıkaran İngilizler, hızla payitahtı ele geçirmişlerdi. Müttefik kuvvetlerden İngiltere, İstanbul’u sadece işgal etmekle kalmıyor, aynı zamanda Türkiye’de kendi politikalarını destekleyecek bir kamuoyu oluşturmaya da çalışıyordu. İttihatçılara muhalif yazarlar, bilim adamları, öğretim üyeleri ve politikacılardan çok sayıda İngiliz yanlısı vardı. Hatta bir de, “İngiliz Muhipler Cemiyeti” adı altında resmî bir kuruluş oluşturmuşlardı. Fahrî başkan olarak da Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendiyi seçmişlerdi. Böylece, İngiliz yanlısı kamuoyu ciddî bir kuvvet kazanmıştı. Bunun üzerine Bediüzzaman, ulema çevresinden İngiliz propagandalarına destek verenlerin etkisini kırmak ve halkı uyandırmak için; İngiliz siyasetinin iç yüzünü ortaya koyan Hutuvat-ı Sitte adlı eserini yayınladı. Bu cesurane hareketi, İngiliz işgal kuvvetleri komutanının emriyle ölü veya diri olarak ele geçirilmek üzere aranmasına sebep oldu. Yakalanma tehlikesine karşı sürekli yer değiştiren Bediüzzaman, Hutuvat-ı Sitte’yi gizli olarak matbaalarda çoğaltıyor ve İstanbul’un önemli yerlerinde dağıttırıyordu. Böylece İstanbul kamuoyunda İngiliz aleyhtarlığı uyanıyor ve İngiltere lehindeki propaganda etkisini kaybediyordu.
Anadolu’da başlayan İstiklâl Savaşı ve Kuva-i Milliye’nin aleyhine, İngilizlerin etkisinde kalan bazı çevrelerin baskısıyla çıkarılan şeyhülislâm fetvasına karşı bir de fetva yayınladı. Bediüzzaman, yazı ve makalelerinde de İstiklâl Savaşını cihad, Kuva-i Milliyecileri de mücahit ilân ederek Anadolu’daki istiklâl mücadelesini destekledi.
İstanbul’da bütün bunlar olurken, Ankara’da kurulan Büyük Millet Meclisi hükümeti, Bediüzzaman’ın çalışmalarını ve mücadelesini yakından takip ediyor ve takdirle karşılıyordu. Mustafa Kemal ve arkadaşları, ayrı ayrı zamanlarda çektikleri üç şifreli telgrafla Bediüzzaman’ı ısrarla Ankara’ya davet etmişlerdi. Fakat o, bu davetlere “Ben, tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum” diye cevap veriyordu. Sonunda, eski Van Valisi Tahsin Bey gibi dostlarının da ısrarları sonucu 1922 yılının Kasım ayında Ankara’ya gitti.
Büyük Millet Meclisi ve Şeflik Dönemi (1922-1950)
Bediüzzaman, 9 Kasım 1922’de (Rumî: 9 Teşrinisani 1338) BMM’de düzenlenen resmî “Hoş geldin” töreniyle karşılandı. Artık Bediüzzaman, bir yandan meclis çalışmalarına katılıyor, bir yandan da milletvekilleriyle önemli konuları tartışıyordu. Bu arada milletvekillerinin çoğunun namaz kılmadığını gören Said Nursî, bir açıklama yayınlayarak namazın önemini anlattı ve onları dinî emirlere uymaya davet etti. Bediüzzaman’ın bu gayreti 60 milletvekilinin daha namaz kılanlar arasına katılmasına sebep oldu.
Bu girişim bazı çevreleri oldukça rahatsız etmişti. Kâzım Karabekir Paşa bu açıklamayı meclis başkanı Mustafa Kemal Paşa’ya da okumuş, bu konu ile ilgili olarak Başkanlık Divanında 50-60 milletvekilinin içinde, Bediüzzaman ile Mustafa Kemal arasında tartışma çıkmıştı.
Bu tartışma Bediüzzaman ve yeni rejimin kurucuları arasındaki görüş farklılıklarının ilk işaretiydi. Bir yandan meclisteki oturumları takip eden Bediüzzaman, diğer yandan da tabiatçılığı ve inkârcılığı ortadan kaldırmayı hedef alan “Hubab” ve “Zeylü’l-Hubab” gibi eserlerini yayınlıyor; imanın esaslarına ilişmesinden korktuğu felsefe kaynaklı fikirlerin tesirini kırmaya çalışıyordu. Zira belirli çevrelerce, Yunanlılar karşısında alınan galibiyetin verdiği zafer sarhoşluğu içerisinde, bu tehlikeli inançsızlık cereyanı yayılmaya çalışılıyordu.
Bediüzzaman, Mecliste bulunduğu sırada da, her şeye rağmen Medresetüzzehra için çalışmaktan geri durmadı. II. Meşrutiyet döneminde Van’da temelini attığı, fakat savaş yüzünden inşaatı başlatılamayan üniversitenin kurulması için bir kanun teklifi hazırlattı. Bu teklif mecliste bulunan 200 milletvekilinden 163’ünün imzasıyla kanunlaştı.
Ankara’daki çalışmaları sırasında, yeni rejimin önde gelenlerinin bambaşka bir yolda olduğunu ve siyasî faaliyetlerle onları yollarından vazgeçirmenin mümkün olmadığını anlayan Bediüzzaman, Van’a dönmeye karar verdi. Bu fikrini bazı dostlarına açtığında Mustafa Kemal ve arkadaşları ona yeni bir teklif getirdiler: Ankara’da kalmaya karar verdiği takdirde, kendisi Libya’ya dönen Şeyh Sünusi yerine, 300 lira maaşla Büyük Millet Meclisi hükümetinin en yüksek dinî makamı olan “Şark Vilâyetleri Umumî Vaizliği”ne getirilecek, Diyanette müşavere üyeliği (eski Dârülhikmeti’l-İslâmiye üyeliği) ve milletvekilliği verilecek, ayrıca bir köşk tahsis edilecekti.
Ancak Said Nursî, bütün bunları reddetti. Ankara’daki siyasî havadan oldukça rahatsız olmuştu. Onun dünyasındaki değerler farklıydı. Makam, şöhret, mal, mülk ve paraya, özetle dünyaya zerre kadar önem vermemekteydi. Ankara’yı kendi hileli ve ent-rikalı siyaseti içinde bıraktı ve 1923 yılı Mayıs ayının başlarında Van’a gitti. Bütün değer yargıları dünyevî olan ve yeni rejimi de yalnızca dünyevî temeller üzerine kurmaya çalışanlar, Said Nursî’nin bu tavrına bir anlam veremediler. Yanındaki, manevî evlâdı gibi olan, büyük kardeşi Molla Abdullah’ın oğlu Abdurrahman bile kendisine teklif edilen “Meclis Zabıt Kâtipliği”ni kabul etmiş ve Ankara’da kalmıştı.
Van’a dönen Bediüzzaman bir diğer kardeşi Abdülmecid’in evinde ve Nurşin Camii’nde kısa bir süre kaldıktan sonra Erek Dağındaki bir harabede talebeleriyle birlikte ders yapmaya başladı.
Bediüzzaman, Erek Dağı’nın başında iman ve Kur’ân hakikatlerinin anlaşılması ve yaşanması için gayret içindeyken, Ankara’da yeni bir rejim şekillenmeye başlamıştı. Rejimdeki değişiklikleri hazmedemeyen çevrelerde ise Ankara’ya karşı tepkiler oluşuyordu. Böyle gergin bir ortamda hükümete karşı ayaklanmayı plânlayan Şeyh Said, Bediüzzaman’a mektup yazarak kendisine destek vermesini istedi. Ancak Said Nursî, bunun “menfi bir hareket” ve “kardeş kanı dökmek” olduğunu anlatarak, onu isyandan vazgeçirmeye çalıştı. Ayrıca, Şeyh Said ayaklanmasına aşiretiyle destek olmak isteyen doğunun namlı ve güçlü Hamidiye Paşalarından Kör Hüseyin Paşa, Bediüzzaman’ı Erek Dağı’nda ziyaret etmiş ve fikrini sormuştu. Bediüzzaman da ona, “Kan dökme, kan dökme, kan dökme!” diye cevap vermiş; Paşa da ayaklanmaya katılmamıştı.
Bediüzzaman’ın isyan sırasında böylesine yatıştırıcı rol oynamasına rağmen, doğudaki nüfuzlu kimseleri Anadolu içlerine süren hükümet, onu da inzivada bulunduğu Erek Dağı’ndaki menzilinden alarak sürgüne gönderdi. Van’dan diğer sürgünlerle beraber kara yoluyla önce Trabzon’a, buradan da deniz yoluyla İstanbul’a götürüldü. Yaklaşık 20 gün kadar süren sorgulama sürecinde İstanbul’da kaldıktan sonra, Ankara’dan resmî bir yazı geldi. Bu yazı ile onun Burdur’da zorunlu ikamete tâbi tutulması emrediliyordu.
İstanbul’dan İzmir’e, oradan Antalya’ya ve nihayet 1926 yılının Mayıs ayı ortalarında Burdur’a götürüldü. Bediüzzaman Burdur’a geldiğinde yerleştiği evde ve Kasaboğlu Camii’nde yine muhtaçlara iman hakikatlerini anlatmaya ve dersler vermeye başladı. Sonra bu derslerin özetlerini “1. Ders, 2. Ders, 3. Ders…” gibi başlıklar altında toplayıp bir kitap hâline getirdi. Bu kitabı daha sonra Nurun ilk kitabı olarak, “Nurun İlk Kapısı” ismiyle yayınladı. Bir yandan da eserlerini yazmaya devam ederek, daha önce Arapça olarak yazdığı “Şemme” ve “Şule” risalelerinin ek parçalarını ele aldı.
Ancak, yapılan derslerden ve halkın etrafına toplanmasından rahatsız olan hükümet, onun Isparta’ya gönderilmesini emretti. 25 Ocak 1927’da Isparta’ya nakledilen Bediüzzaman, burada da derslerine devam etti ve etrafındaki insanlar çoğalmaya başladı. Evhamlı hükümet, bu defa da Bediüzzaman’ı, daha ücra bir köye naklederek insanlarla irtibatını kesmek istedi.
Eğirdir Gölü’ne yakın bir derenin yamacında kurulmuş Barla’ya ulaşım, göl üzerinden kayıkla yapılmaktaydı. Barla, Isparta’nın çok eski köylerinden biriydi ve nüfusunun çoğunluğunu yaşlılar oluşturuyordu. Çünkü gençler ekonomik nedenlerden dolayı büyük şehirlere göç etmişlerdi. Okuma yazma seviyesi de hayli düşük olan Barla, hükümet tarafından tecride en uygun yer olarak seçilmişti. Artık Said Nursî için sürgünler süreklilik kazanmıştı. Ancak, o bunları sürgün değil, kaderin onu vazife başına sevk etmesi olarak görüyordu.
Bir jandarma eşliğinde Eğirdir Gölü kayıkla geçilerek 1927 yılı başlarında Barla’ya getirildi. Bütün bu sürgünler esnasında, yanından ayırmadığı küçük sepetinde çay demliği, birkaç bardak ve bir sahan, elinde de Kur’ân-ı Kerîm’den başka hiçbir şeyi yoktu. Dünyadaki mal varlığı sadece bunlardan ibaretti.
İlk haftalarda, Muhacir Hafız Ahmed’in evinde kalan Said Nursî, daha sonra, tamir edilerek köylüler tarafından kendisine verilen ve önünde büyük bir çınar ağacı bulunan köy odasına taşındı.
Anadolu’nun bu en ıssız, kuş uçmaz kervan geçmez yerlerinden biri olan Barla, bir iman inkılâbına beşiklik ediyordu. Eğirdir Gölü kenarında, dağlarda, tepelerde bahar mevsiminin yeniden canlandırdığı kâinatı seyreden ve Rum Suresinin 50. ayetini defalarca okuyan Bediüzzaman, öldükten sonra dirilişi ispatlayan Haşir Risalesi’ni yazdı. Bu eser asırlardır yerinde sayan ve son iki asırdır Batı karşısında ezik bir duruş sergileyen İslâmî tefekkürün yeniden dirilişinin müjdecisiydi. Bu eseri, yine Kur’ân-ı Kerîm’i esas alan ve insanların imanlarını kurtarmalarına vesile olan diğer Nur Risaleleri takip etti. Sözler ve Mektubat tamamen, Lem’alar ise Yirmi Altıncı Lem’aya kadar Barla’da yazıldı. Önünde ulu bir çınar ağacı olan ev, Nurun ilk medresesi olmuştu.
Barla’da böyle bir iman inkılâbının temelleri atılırken Ankara’da başka bir devrim gerçekleşiyor, yeni rejim dünyevî bir sistem üzerine oturtulmaya çalışılıyordu. 3 Mart 1924’te Hilâfetin kaldırılması ile birlikte çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla eğitim tamamen dinden arındırılmış ve dinî eğitim veren medreseler kapatılmıştı. Birbiri ardına çıkarılan kanunlarla gerçekleşen devrimler, çağdaş Batılı insan tipini elde etme uğruna Anadolu’da kök salmış İslâmî dokuyu tamamen değiştirmeyi hedefliyordu. 30 Kasım 1925 yılında çıkarılan bir kanunla, tekke ve zaviyeler kapatıldı. Hemen ardından başka bir kanunla halk, Batılılar gibi giyinmeye zorlanıyor, şapka ve kılık kıyafet devrimi yapılıyordu. Halk, bu devrimlere kendi imkânları çerçevesinde tepki gösteriyor, direniyordu. Yer yer ayaklanma girişimleri bile oluyordu.
1928 yılında harf devrimi kanunu çıktı. Artık, İslâm harfleriyle kitap yayınlamak yasaklanmıştı. Bu yüzden Barla’da telif edilen risalelerin matbaalar yoluyla çoğaltılması mümkün değildi. İman ve Kur’ân hakikatlerine ihtiyaç duyan çevre köy ve kasaba sakinleri de, risaleleri elle yazarak çoğaltmaya başladılar. Büyük bir sabır ve azimle elle yazılmış, tam 600.000 nüsha Nur Risalesi bütün Anadolu’ya yayıldı. Halktan insanlar Said Nursî’nin Nur Risalelerini okuyor, yazıyor, başkalarına ulaştırmaya çalışıyor, anladığını yaşamaya ve başkalarına anlatmaya çabalıyordu.
Said Nursî’nin Nur Risalelerini önlerinde engel gibi gören çevreler, onu sürgünle durduramadıklarını anlayınca, bu defa imha yollarını denemeye karar verdiler. Hükümet, daha yakından kont-rol edebilmek amacıyla Bediüzzaman’ı, 1934 yılı yaz aylarında Isparta’nın merkezine getirtti.
Bediüzzaman burada da iman hizmetinden geri durmadı. Sürgünle istediklerini elde edemeyen muhalifleri, onu mahkûm etmek için bahane aramaya başladılar. Aranan bahane bulundu ve Said Nursî’ye hayranlık duyan yarı meczup bir zatın jandarma çavuşu ile yaptığı tartışmayı bahane eden Ankara hükümeti harekete geçti. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Ankara’dan Emniyet Genel Müdürü, Jandarma Genel Komutanı ve 120 askerle, 20 polisi beraberine alarak trenle Isparta’ya geldi.
Ankara’nın meydana getirdiği büyük telâşın sonucu Isparta polisi 20 Nisan 1935’te Said Nursî’nin oturduğu evde arama yaptı ve bütün kitaplarına el koydu. Bediüzzaman’ı da emniyete götürüp sorgulayan polis, suç unsuru herhangi bir şeye rastlayamayınca serbest bırakmak zorunda kaldı. Ancak birkaç gün sonra yeni tutuklamalarla birlikte Said Nursî ve Risale-i Nurlar hakkında soruşturma başlatıldı. Bediüzzaman’ın masumiyetine inanan insanların infiale kapılmamaları için, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın, “Sıradan bir zabıta olayıdır” diye açıklama yapmasına rağmen Bediüzzaman ve 120 talebesi askerî araçlara bindirilerek Eskişehir Hapishanesine gönderildiler. Eskişehir Hapishanesinde tam tecrit edilen Said Nursî’yi, bir-iki istisna hariç, kimseyle görüştürmediler.
Bu sıkıntılı ve zor şartlara rağmen Risale-i Nurların yazılması yine devam edecekti. Bediüzzaman, Yirmi Yedi, Yirmi Sekiz, Yirmi Dokuz ve Otuzuncu Lem’aları burada yazdı. Talebeleriyle mektuplaşmaları, burada da devam etti. Bu arada sorgu hâkimleri araştırmalarına başladılar. İki ay süren araştırma ve incelemeler sonunda, gözaltına alınanların çoğunu serbest bırakmak zorunda kaldılar.
Bediüzzaman, “vatana ihanet” iddiasıyla yargılandığı dava süresince tutuklu kaldı. Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinin 19 Ağustos 1935 tarihinde verdiği kararla Said Nursî’ye 11 ay hapisle birlikte Kastamonu’da zorla alıkoyma (mecburî ikamet), 15 talebesine de altışar ay hapis cezası verildi. Zaten Bediüzzaman ve ceza alan talebeleri tutuklu olarak kaldıkları cezaevinde bu süreyi doldurdukları, diğer talebeleri ise beraat ettikleri için tahliye edildiler.
Eskişehir Cezaevinden tahliye edilen Bediüzzaman Said Nursî serbest bırakılmayarak, polis gözetimi altında mecburî ikamet için Kastamonu’ya gönderildi. Sürgünün ilk üç ayında polis karakolunun üst katında oturmak zorunda kaldı. Daha sonra, karakolun tam karşısında ve birkaç metre uzağında bulunan bir eve yerleştirildi. Evinin karakola bakan pencerelerini, perdeyle kapatmasına dahi müsaade edilmedi. Tamamen hukuk ve kanun dışı böylesine ağır baskılar altında kalan Said Nursî, burada da Risale-i Nur’un telifine ara vermedi. Fırsat buldukça kırlara çıkıyor, tabiatla baş başa kalarak tefekkür ve dua ile kendisine ihsan edilen feyizli manaları kitaplaştırıyordu. İşarat-ı Kur’âniye Risalesi olan Birinci Şua, İkinci Şua, Hasbiye Risalesi olan Üçüncü Şua, Altıncı Şua ve Ayetü’l-Kübra Risalesi olan Yedinci Şua burada yazıldı.
Kastamonu’da Bediüzzaman’ın etrafını yeni talebeleri almaya başladı. Ancak, kendisini ziyarete gelenler karakola çekilip sorgulanıyor, görüşmeleri engelleniyordu. Bütün bunlara rağmen Risale-i Nurları okuyarak imanlarını kurtaran insanlar, risaleleri okumaya devam ediyor, yazıyor ve iman hakikatlerini muhtaç olanlara anlatıyorlardı. Bediüzzaman ve Nur Talebelerinin bütün hedefi ve programı insanların imanlarını kurtarmaktı. Bütün kuvvetleriyle dünyaya çalışan muhalifleri ise buna bir anlam veremiyor, “Mutlaka gizli bir teşkilât kurmak için uğraşıyor” diye evhamlanıyorlardı.
Onu rejim için tehlikeli bulanlar, yeni bir plân hazırlığı içindeydiler. Denizli Çivril’de, Atıf Egemen ve birkaç arkadaşında bulunan Beşinci Şua risalesi bahane edilerek, yine tutuklamalar yapıldı. Ankara’nın emriyle Denizli Valisi bütün vilâyetlere bilgi verdi, özellikle Kastamonu ve Isparta Valiliklerine şifreli telgraflar gönderdi. Isparta’da çok ciddî bir şekilde arama ve soruşturmalar yapıldı. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Başbakan Rüştü Saraçoğlu ve Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel Denizli, Isparta ve Kastamonu’daki gelişmeleri yakından takip ediyorlar, gerektikçe müdahalelerde bulunuyorlardı.
Bediüzzaman, 20 Eylül 1943’de Isparta Savcısından gelen talimat üzerine yeniden tutuklandı. Ağır hasta olmasına rağmen 3 Ekim 1943 tarihinde Isparta’ya gönderildi. Askerî konvoyla, Çankırı üzerinden kara yoluyla Ankara’ya getirildi. Ankara’da daha önceden tutulan ve otel görevlisi kılığına girmiş polislerle doldurulan Kastamonu Oteli’ne yerleştirildi. Bu arada Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, Said Nursî’yi valiliğe çağırtarak sarığını çıkarıp şapkayı giymesini istedi. Hatta elindeki şapkayı zorla giydirmek için teşebbüste bulundu. Ancak Bediüzzaman, boynunu işaret edip, “Bu sarık bu başla beraber çıkar” diyerek sarığını çıkarmayı reddetti. Bu tartışmanın yaşandığı akşam Bediüzzaman trenle Ankara’dan Isparta’ya geldi. Sorgulamalar başladığında Risale-i Nur ile ilgili davaların Denizli’deki davayla birleştirilmesi kararı alındı. Bediüzzaman’la birlikte Isparta, Kastamonu ve Denizli’deki Nur Talebeleri 25 Ekim 1943’te Denizli’ye sevk edildi.
Denizli hapsi yine tecrit altında başladı. Çok zor şartlarda geçen yeni hapishane dönemi ve yargılama safhalarında da Bediüzzaman, Risale-i Nur’u telife devam etti. Asa-yı Mûsa Mecmuası’nın bir parçası ve On Birinci Şua olan Meyve Risalesi, On İkinci ve On Üçüncü Şualar Denizli Hapishanesinin meyvesi oldu. Bu arada cezaevindeki Nur Talebeleri sayesinde Risale-i Nur’la tanışan mahkûmlar, bambaşka birer insan oluyorlardı. Böylece hapishaneler birer ilim-irfan okulu hâline dönmüştü. Nur Talebelerinin bulunduğu hapishaneler, hapishanelerin “ıslah görevleri” bakımından örnek oluşturmaktaydı.
Aylar sonra, 15 Haziran 1944 günü mahkeme kararını verdi: Beraat ve tahliye. Tahliye edilen Nur Talebelerine Denizli halkı sahip çıktı ve evlerinde misafir ettiler. Bediüzzaman ise Şehir Palas Oteline yerleşti ve yaklaşık bir buçuk ay kadar Denizli’de kaldı. Ankara’daki CHP hükümeti Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin beraat kararına rağmen, Said Nursî’nin Afyon’un Emirdağ ilçesinde zorunlu iskâna tâbi tutulmasını emretti ve daha önce Kastamonu’ya aldığı nüfus kaydını bu defa Emirdağ’a nakletti.
Emirdağ’a giden Bediüzzaman, hükümet binasının karşısında bir odaya yerleştirildi. Camiye gitmesine bile müsaade edilmediği, devamlı takip ve tarassuda tâbi tutulduğu Emirdağ sürgünü, Bediüzzaman’a Denizli Hapishanesini bile aratıyordu. Ziyaretçilerle görüşmesi yasaklanan Bediüzzaman, Emirdağ’da üç kere de zehirlenme tehlikesi atlatmıştı. Hukukî ve kanunî yollardan Bediüzzaman’ı alt edemeyen muhalifleri, onu zehirleyerek imha etmek istemişti. Hayatı boyunca 23 defa denenecek bu teşebbüslerin üçü Emirdağ’da gerçekleşmişti. Defalarca zehirlendiği hâlde, Allah’ın inayetiyle mutlak ölümden her defasında kurtulan Bediüzzaman, bu zehirlerin verdiği ıstırabı ömrü boyunca yaşadı.
Bu zulümler ve olumsuzluklar yaşanırken, Risale-i Nurların telifi de devam ediyor ve sıkıntıları hafifletecek sevindirici gelişmeler oluyordu. Yargıtay Birinci Ceza Dairesi, 30 Aralık 1944 tarihinde verdiği kararla, savcı tarafından temyiz edilen Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin beraat kararını onayladı.
Diğer bir gelişme ise artık Risale-i Nur’ların teksir makinesi ile çoğaltılma imkânının doğması idi. 1946 yılında Karaköy’de bir ithalâtçı firma tarafından Türkiye’ye getirilen ilk teksir makinelerinden üç tanesini Nur Talebeleri almış, Isparta ve İnebolu’da Risaleler teksir edilmeye başlanmıştı.
Ayrıca, 1947 yılında haccın sınırlı da olsa serbest bırakılması sonucu, hacca gidenlerin yanlarında götürdükleri Risaleler, Nurların İslâm âlemine yayılmasına vesile olmuştu. Öte yandan İnebolu’da yeni yazı ile teksir edilen Asa-yı Mûsa ve baskısı yapılan Gençlik Rehberi gibi risaleler, Hristiyan misyonerlere verilmiş ve Risale-i Nur’lar Amerika’ya kadar gönderilmişti. Böylece ilk defa Risale-i Nur’lar dünyaya açılıyordu.
Her geçen gün Risale-i Nur’ların yaygınlaşarak muhtaçlara ulaşması hükümeti yine rahatsız etmeye başlamıştı. 17 Ocak 1948 günü Said Nursî ve on beş talebesi evlerinden ve iş yerlerinden alınarak Afyon il merkezine götürüldüler. Bir hafta kadar Emniyet Otelinde bekletilerek sorgulamaları yapıldı ve tutuklanarak cezaevine konuldular. Bu defa değişik illerden 48 Nur Talebesi Afyon’a toplatılmıştı. Soruşturmayı tamamlayan savcılar ve sorgu hâkimliği dosyayı Ağır Ceza Mahkemesine havale etti.
Nur Talebeleri, daha önce Denizli Mahkemesinde “gizli cemiyet kurma, rejim aleyhinde olma, inkılâpları kabul etmeme, Mustafa Kemal’i tahkir” gibi iddialarla yargılanıp beraat kararı almalarına rağmen Afyon Ağır Ceza Mahkemesinde de bu iddialarla yargılandılar.
Bir yandan mahkeme devam ederken diğer yandan da Afyon Cezaevinde tutuklu bulunan Bediüzzaman ve talebelerine yapılan baskılar artıyordu. Artık hasta ve yetmiş yaşında olan Said Nursî, altmış kişilik büyük bir koğuşta tek başına bırakılmış, soğuk kış gecelerinde odanın kırık penceresi buz tutmasına rağmen başka bir yere nakledilmemiş ve bütün bunlar yetmiyormuş gibi birkaç defa da burada zehirlenmişti. Cezaevi tabibi, güya salgın hastalıktan korumak için aşılama bahanesiyle en kuvvetli zehirlerden şırınga etmişti. Zehrin etkisiyle ateşler içinde sancıyla kıvranan Bediüzzaman, soğuk koğuşunda kimseyle görüştürülmüyor, hapishanedeki talebelerinin onu ziyaret etmesine bile izin verilmiyordu.
Ancak, Nur Talebeleri burada da hapishaneyi ilim-irfan yuvasına dönüştürmeyi başarmışlardı. Mahkûmlara Kur’ân-ı Kerîm ve Risale-i Nur dersleri vererek onlardan birçoğunun ıslahını sağlamışlardı. Bütün ağır ve zor şartlara rağmen Bediüzzaman yazmaya devam ediyor, On Dördüncü ve On Beşinci Şuaları burada yazarak Risale-i Nurların telifini tamamlıyordu.
Ve nihayet mahkeme, 6 Aralık 1948 tarihinde Said Nursî hakkında 20 ay ağır hapis cezasına hükmetti. Karar temyiz edildi ve Yargıtay kararı Bediüzzaman’ın lehine bozdu. Yargıtayın bozma kararına rağmen Afyon Ağır Ceza Mahkemesi yargılamayı uzatarak, yirmi aylık sürenin cezaevinde geçmesini sağladı. Hak etmediği cezanın süresini tutukluluk hâliyle dolduran Said Nursî, 20 Eylül 1949’da serbest bırakıldı. Ancak Ankara’dan gelen emirle Afyon’da polis gözetiminde, mecburî iskâna tâbi tutulması gerekiyordu. Bu gözetim 72 gün sürdü.
Nihayet 2 Aralık 1949 tarihinde Emirdağ’a gelen Said Nursî’ye, Emirdağ kaymakamı hiç beklemediği bir tebliğde bulundu. Hükümet, Bakanlar Kurulu kararı ile Bediüzzaman’a günlük 2,5 lira tayinat bedeli (günlük geçim için gerekli bedel) ödenmesi, kendi istediği tarzda müstakil bir ev yapılması ve ayrıca diğer harcamaları için de hatırı sayılır miktarda bir paranın ayrılması için Emirdağ kaymakamlığına emir vermişti. Bediüzzaman, teklifi talebeleriyle istişare etti. Bundan amacı, böyle durumlarda nasıl davranılması gerektiğine dair, onlara bir ölçü vermekti. Tutumu, Sultan Abdülhamid döneminde ve Birinci Mecliste, benzer teklifler karşısında takındığı tavırdan farklı olmadı. Bu teklifi de reddetti. Gerekçesi de o dönemdekilerle aynı idi. Benzer tekliflerin sus payı veya bir çeşit rüşvet olarak verildiğine inanıyordu. Bu gibi teklifleri kabullenmek, her şeyden önce hizmet anlayışındaki ihlâs düsturuna zıttı. Ayrıca, minnet altında kalma tehlikesi söz konusu olabilirdi. Bu da, hizmetin gerektirdiği “hür davranabilme” ve “serbest hareket edebilme” imkânlarını zedeleyebilirdi.
Bu tahsisatı reddeden Bediüzzaman, yine rahat bırakılmadı. Aslında Bediüzzaman, bu tahsisat tekliflerini reddetmesini, kendisine yapılan baskıların sebeplerinden biri olarak değerlendirmekteydi. Zira kendisini teslim alma fırsatlarından birini, belki en önemlisini, hâkim gücün elinden, böylelikle almış oluyordu.
Demokrat Parti Dönemi (1950-1960)
Bediüzzaman, 14 Mayıs 1950’de başlayan Demokrat Parti devrini, 23 Ağustos 1953’e kadar kaldığı Emirdağ’da karşılamıştı. Halkın yüzde elliden fazlasının oyunu alarak mecliste 408 milletvekilliği kazanıp ezici bir çoğunlukla hükümet kuran Demokrat Parti devrinde yine tam anlamıyla rahat bir hayat geçiremedi. Daha önce kendisine her nevi zulmü reva görmüş olan Cumhuriyet Halk Partisinin saldırı ve iftiraları, çok partili demokratik hayata geçildikten sonra Demokrat Partiyi desteklediği için yine devam etti. CHP yanlısı yarı resmi gazeteler, sık sık aslı olmayan haberler ve iftiraya dayalı abartılı propagandalarla karalama kampanyasına devam ettiler. Bununla, hem insanları Risale-i Nurlardan uzaklaştırmayı, hem de iktidardaki Demokrat Partiyi yıpratmayı hedefliyorlardı. Bir yandan demokratların Risale-i Nurlara karşı cephe almasını sağlamaya çalışıyorlar, bir yandan da baskı yapmaya yönlendirdikleri Demokratlarla Nur Talebelerinin arasını açmaya çalışıyorlardı. Öte yandan ise mahkemeler dava açmaya devam ediyordu. 1951 yılında Emirdağ’da şapka meselesinden Bediüzzaman’a bir dava açılmış ve ifadesi alınmıştı. Bundan hemen bir yıl sonra da İstanbul’da, Gençlik Rehberi adlı kitabı hakkında bir dava daha açılmıştı. Bediüzzaman bu davanın duruşmasına katılmak için İstanbul’a gitti. Sirkeci’deki Akşehir Palas Oteli’ne yerleşti.
O yıllarda adliye binası olarak hizmet veren ve bugün Büyük Postahane olarak anılan binada, 22 Ocak 1952 tarihinde yapılan duruşmaya katıldı. Bu duruşma ertesi gün bir gazetede “Seksenlik Pîrin Duruşması” başlığıyla yer almıştı. Yargılamaya 19 Şubat 1952 tarihinde yapılan ikinci bir duruşmayla devam edildi. Duruşmayı kalabalık bir topluluk izlemişti. Celse sonunda izleyenlerin alkışları arasında salondan ayrılan Said Nursî, ikindi namazını kılmak için Sultanahmet Camii’ne gitti. 5 Mart 1952’de yapılan son duruşmada, dava konusu kitabın 1943 yılında Denizli Mahkemesinden beraat kararı aldığı ve bu kararın da Yargıtayca onaylanmış olduğu anlaşıldığından mahkeme heyeti, “men-i muhakeme” kararı vererek davayı sonuca bağladı. Mahkeme salonundaki kalabalık dinleyici grubu, kararı yine alkışladı.
Gençlik Rehberi davasının beraatle sonuçlanmasının ardından İstanbul’dan ayrılan Said Nursî, Emirdağ’a döndü. 1953 yılının bahar mevsimin’in başında, Eskişehir yoluyla tekrar İstanbul’a gitti ve Bayezıt’taki Marmara Palas Oteli’nden ayrılarak Fatih, Çarşamba’da ahşap bir eve taşındı. Burada hem risalelerin neşriyatıyla meşgul oldu, hem de İstanbul’da kısa gezintilere çıkarak bazı ziyaretlerde bulundu.
O yıl, İstanbul’un fethinin 500. yıl dönümüydü. Bediüzzaman, fetih yıl dönümü için düzenlenen törende hazır bulunmuştu. Bu arada Fener Rum Patrikhanesini ziyaret ederek Patrik Athenagoras ile görüştü. Bediüzzaman, Ortodoks Rum Patriğine Hazret-i İsa’nın gerçek dinini kabul edip, Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamber, Kur’ân-ı Kerîm’in de Allah’ın kitabı olduğunu tasdik etmeleri hâlinde, ehl-i necat, yani ahiretleri açısından kurtuluşa erenlerden olacaklarını bildirdi.
İstanbul’da yaklaşık üç ay kadar kalan Bediüzzaman, 1953 yılının ortalarında Emirdağ’a döndü. 23 Ağustos 1953’te, yerleşmek üzere Isparta’ya geldi. Isparta’da açılan bir davanın, daha sorgu hâkimliğinde iken reddedilmesiyle artık onun hayatında mahkemeler devri kapanmış oldu.
Ancak, CHP yanlısı komitenin ve gazetelerin Bediüzzaman ve Demokrat Parti aleyhindeki propaganda ve baskıları her geçen gün yoğunlaşıyordu. Günlük gazetelerden bütün gelişmeleri takip eden Bediüzzaman ise çektiği telgraflarla Demokratların müspet icraatlarını tebrik ediyor, sık sık yazdığı mektuplarla onlara yardımcı olmaları konusunda talebelerini uyarıyordu. Seçimlerde oy kullanmanın önemi üzerinde durarak, demokratlara verdiği desteği açıktan açığa ortaya koyuyordu. Bu arada “tek parti istibdadı”ndan yana olanların çevirdiği entrikaların tuzağına düşmemeleri için de iktidar partisini devamlı uyarıyordu.
Bediüzzaman, ezanı aslî şekline çevirip, millî eğitim müfredatına din derslerini koyup, Kur’ân kurslarının açılmasını serbest bırakıp, kapalı olan türbe ve camileri onarıp açarak daha önce yapılan dinî tahribatı tamire yönelen Demokrat Parti iktidarıyla bir nebze olsun rahat nefes almıştı. Risale-i Nur’lar artık serbestçe her yerde bulunuyor, muhtaçların ellerinde dolaşıyordu.
Böylece Bediüzzaman, kendisine yapılan bütün haksızlıklara rağmen, hukukî bir zeminde kalarak verdiği hukuk savaşından, kelimenin tam anlamıyla zaferle çıkmıştı. Uzun süre devam eden ve sürekli kamuoyunun gündeminde yer alan Bediüzzaman’ın mahkemeleri, Risale-i Nur’un ilânı hükmüne geçmiş, Anadolu insanı aradığını nerede bulacağını bu sayede öğrenmişti. Artık, gençlerin ve mekteplilerin iman hakikatlerinden hakkıyla istifade edebilmesi için yeni yazıyla yazılan Risaleler matbaalarda sürekli basılıyor, yurdun her yanına dağıtılıyor ve her geçen gün imanını onunla kurtaranlara yenileri ekleniyordu. Bu arada “Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı” isimli otobiyografik çalışma talebeleri tarafından kaleme alınmış ve bizzat kendisi tarafından kontrol edildikten sonra gerekli düzeltmeler yapılarak Risale-i Nur Külliyatına dâhil edilmişti.
Bediüzzaman, bundan sonraki hayatını daha önce sürgün ve mahpus olarak gittiği yerlerdeki dostlarını ziyaretle geçirecekti. Merkez Isparta olmak üzere, sık sık kısa seyahatlerle Afyon, Emirdağ, Eskişehir, Eğirdir ve Barla’ya gidiyordu. Eski mekânlarını ziyaret ediyor, dostlarıyla görüşüyor, talebelerine “ders”ler yapıyordu.
2 Aralık 1959’da Ankara’ya yaptığı ziyaret, artık Bediüzzaman’ın veda seyahatlerinin başladığını gösteriyordu.
Ankara’da bir gece kalarak dost ve talebeleriyle görüştükten sonra, 3 Aralık 1959 günü Ankara’dan Emirdağ’a, oradan da Isparta’ya gitti. On beş gün sonra tekrar Emirdağ’a döndü. Konya’daki talebelerinin daveti üzerine 19 Aralık 1959’da Emirdağ’dan ayrılarak Konya’ya gitti. Burada talebeleriyle görüştü ve Mevlâna’nın türbesini ziyaret etti. Aynı gün Isparta’ya gitmek üzere Konya’dan ayrıldı.
Ankara’daki talebeleri yine ısrarla kendisini davet etmekteydiler. Bu ısrarlar üzerine 31 Aralık 1959 günü Ankara’ya geldi. Ancak bu defaki gelişi, basında tartışmalara yol açtı. Demokrat Partili milletvekillerinin kendisini davet ettiği yönünde asılsız haberler yayınlandı. Said Nursî, bir gece Beyrut Palas Otelinde kaldı, ertesi gün İstanbul’a hareket etti. İstanbul’da Divan Yolundaki Piyer Loti Otelinde bir gece kalarak talebeleriyle görüşüp vedalaştı ve 3 Ocak 1960 gününün akşamında, Ankara’ya dönmek üzere İstanbul’dan ayrıldı.
Daha önceki Ankara seyahatlerinde olduğu gibi bu defa da Beyrut Palas Otelinde kaldı. Ertesi gün talebeleriyle görüştü. Ve son dersini yaptı. “Vasiyetnamem hükmündedir” dediği son dersinde Bediüzzaman, kendi hayatından, Sahabelerden ve Resulullahın (a.s.m.) hayatından örnekler vererek talebelerine istikametten ayrılmamalarını, müspet hareket etmelerini, iman hizmetine ihlâsla devam ederek asayişi muhafaza etmelerini öğütlüyordu.
6 Ocak 1960 günü saat 10:30 sularında Konya’ya gitmek üzere hareket etti. Konya’ya vardığında beklenmedik bir manzarayla karşılaştı. Konya’nın bütün giriş çıkışları tutulmuş, her yerde güvenlik tedbirleri alınmıştı. Bediüzzaman’ın arabasını gören polisler derhal etrafını kuşattılar ve takip etmeye başladılar. Kardeşi Abdülmecid’i ziyaret eden Bediüzzaman, Mevlâna’nın türbesini de ziyaret ederek Emirdağ’a gitmek üzere Konya’dan ayrıldı.
Emirdağ’da 4 gün kaldıktan sonra 11 Ocak’ta tekrar Ankara’ya gitmek için yola çıktı. Ancak bu kez Said Nursî’nin şehir merkezine girişi polis tarafından engellendi. Yaklaşık 30 yıl boyunca sürgünler ve mahkemeler yoluyla baskı altında tutulan, her hareketi çok yakından izlenen, fakat mahkemelerin suçsuz bularak serbest bıraktığı Bediüzzaman’ın seyahatleri, bazı çevreleri evhamlandırıyordu.
Ankara’ya girmesi engellenen Said Nursî, Emirdağ’a geri döndü. Buradaki bir haftalık ikametinden sonra 20 Ocak günü Isparta’ya gitti ve burada bir buçuk ay kaldı.
Ramazan ayı geldiğinde Bediüzzaman ağır hastaydı. Takvimler 19 Mart 1960 tarihini gösteriyordu. Said Nursî yanındaki talebelerine Urfa’ya gitmek istediğini söyledi. Arabası hazırlandı ve 82 yaşındaki Bediüzzaman, ağır hasta hâliyle arabanın arka koltuğunda yola çıktı. 20 Mart’ta yağmurlu bir havada yaşanan bu yolculuk, onun son yolculuğuydu.
21 Mart günü Urfa’ya ulaştığında talebeleri kendisine Halilürrahman Dergâhını göstermek istediler. Ama o yürüyemeyecek kadar rahatsızdı. Onu şehrin en iyi oteli olan İpek Palas Oteli’ne yerleştirdiler. Bu arada otele gelen polisler, derhal Isparta’ya dönmesi emrini tebliğ ettiler. Bunu duyan halk otelin önüne toplandı. Polis ısrarla Bediüzzaman ve yanındaki talebelerinin Urfa’dan ayrılmasını istiyordu. Bu baskı sürerken Bediüzzaman 23 Mart 1960 günü 27 numaralı odada sabaha karşı vefat etti.
Hayatı boyunca dayanılması güç acılara ve baskılara maruz kalmasına rağmen, hayat tarzıyla bir destan yazan Bediüzzaman, arkasında miras olarak altı bin sayfalık Risale-i Nur Külliyatı ile milyonlarca Nur Talebesini bırakmıştı.
Büyük bir cemaatle kılınan cenaze namazından sonra Bediüzzaman’ın naaşı Halilürrahman Dergâhında kendisine ayrılan türbeye defnedildi. Bediüzzaman’ın ahiret yolculuğunu duyan dostları ve talebeleri yurdun dört bir tarafından gelerek ziyaret ediyor, dualar ediyor, hatimler indiriyor, gıyabî cenaze namazı kılıyorlardı. Artık Urfa’da kalabalıklar hiç eksik olmuyordu.
Bediüzzaman’ın vefatından, yaklaşık iki ay sonra 27 Mayıs 1960’da bir askerî darbe oldu. Türkiye’de Demokrat Parti iktidarı boyunca yaşanan ekonomik ve dinî gelişmelerden rahatsız olan çevreler adına askerler iktidara el koydu. Alparslan Türkeş’in perde arkasında liderliğini yaptığı Millî Birlik Komitesi hükümeti, ilk iş olarak geniş çaplı tutuklamalar başlatarak Demokrat Partinin ileri gelenlerini Yassıada Hapishanesinde topladıktan sonra, Bediüzzaman’ın kabrinin nakledilmesine karar verdi. Kanunî prosedürü ihmal etmeyen ihtilâl komitesi, Bediüzzaman’ın Konya’da yaşayan kardeşi Abdülmecid Nursî’den tehdit ile bir nakil dilekçesi alarak, 12 Temmuz 1960 gecesi Urfa’daki mezarını kırdırdı. Bediüzzaman’ın naaşını, askerî bir uçağa koyarak Afyon askerî havaalanına indirtti. Yerini Abdülmecid Nursî’nin de bilmediği bir mezara defnettirdi. Hayatta iken onun varlığını istemeyenler, vefatından sonra da onu rahat bırakmamışlardı.
Dipnotlar
1. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin ilk nüfus ve ikamet bilgilerini 1921 yılında İstanbul’a gelişinde doldurduğu nüfus tezkeresinden öğreniyoruz. Söz konusu belgedeki Üstad’ın kendi beyanlarına göre doğum tarihi Rumî 1293, Hicrî 1295’tir. Rumî 1293 ile Hicrî 1295 yılının kesiştiği tarih ise, Tarih Çevirme Kılavuzuna (Yücel Dağlı-Cumhure Üçer, Türk Tarih Kurumu, Tarih Çevirme Kılavuzu, Ankara, V. Cilt, s. 237.) göre Milâdî 5 Ocak-12 Mart 1878 tarihleri arasına isabet etmektedir. Dolayısıyla Said Nursî’nin doğum yılı her hâlükârda Milâdî 1878’dir. (Köprü Dergisi, Sayı: 70, Bahar 2000)
2. Bediüzzaman İslâm âleminin en önemli üniversitesi olan El-Ezher’e benzer ve Ortadoğu’da aynı işlevi görecek idealindeki üniversiteye, isim olarak da kardeşliği çağrıştıracak “Medresetüzzehra” ismini vermiştir. “Parlamak” anlamından “ezher”in dişi şekli “zehra”dır.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.