Misafir Kalem
Bediüzzamân ve Fikr-i Hürriyet
Yahya Medeni'nin yazısı
İnsanoğlunun tarih boyunca muhafaza etmek için mücadele ettiği kudsî değerleri vardır. Başta iman, İslamiyet, adâlet, hürriyet, hamiyet, doğruluk, emniyet vb gibi olmazsa olmaz değerler.
Devletler, milletler, toplumlar insanı insan yapan bu kudsî değerlerden mahrum kaldıkça veya bu değerler şahsî ve siyasî kuvvetler ile tezelzüle ve inhidama uğradıkça çökmüşler, maddî-manevî buhranlara, sıkıntılara duçar olmuşlar, dünyevî ve uhrevî saadetlerini de kaybedip hüsrana uğramışlardır.
Evet zulüm, istibdâd, küfür, hile üzerine kurulmuş ve ma’lul olmuş milletler tarih sahnesinden iz dahi bırakmadan silinmişler ve yok olmaya mahkum olmuşlardır.
Biz burada imanın ve insanın en büyük hassalarından olan, millet ve toplumları insanlık tarihinde ayakta tutan ve yaşatan, hayatın ve insaniyetin olmazsa olmaz bir hakikati olan hürriyetten Bediüzzaman’ın gözüyle, Kur’ân’ın bu zamanda hakiki ve manevî bir tefsiri olan Risale-i Nur’un ışığı ile bahsedeceğiz.
Hürriyetin en sade manası herkesçe ma’lum olan serbestlik, özgürlük, hür oluş/olma.
Etimolojik olarak hürriyet el-hurru ‘hür’ veya çoğulu ahrâr yani lekesiz, saf, yüksek ruhlu, kıymetli1 manalarına gelir.
Hürriyet veya bugünkü ifade ile özgürlük Cenâb-ı Hakkın fıtratta ve hilkatte insana ihsan ve ikram ettiği, insanın yaratılışında ona verilen büyük bir hak ve sermayedir.
Cenâb-ı Hak insana verdiği hürriyet ve enâniyet ile aslında ona emanet-i kübrayı tevdi etmiş oluyor. İnsana verdiği hürriyet ile ona çok büyük bir kıymet vermekle beraber, ona çok büyük mes’uliyet, sorumluluk vermiştir.2
“Cenâb-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, ulûhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vahid-i kıyasî vazifesini görüyor. Maalesef, sû-i ihtiyar ile hâkimiyet ve istiklâliyete âlet ederek tam bir Firavun olur.”3
Demek hürriyetten maksad Allah’ın isim ve sıfatlarını fehmetmek, Allah’ı bilmek ve tanımaktır. Fakat insan kötü iradesi ve nefsin telkinatı ile serbestlik ve hâkimiyet (tahakküm ve istibdad) hissi ile bu enâniyet ve hürriyeti gayr-ı meşru bir surette kullanarak haramlar ve günahlarda isti’mal edip firavun gibi bir zalim oluyor/olabiliyor.
Hürriyet kavramı siyasî bir sistem olarak 1908’de ifade edilmeye, kullanılmaya başlandı. Aslında 1908’de uygulanan Hürriyet ve Meşrutî düzen, Tanzimât döneminden beri bekleniyordu. Sultan 2. Abdulhamid Avrupa devletlerinin baskısı ile 1876’da, yani Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin doğumundan bir/iki sene evvel meşrutiyeti ilan etti. Fakat 1. Meşrutiyetin daha birinci senesinde Abdulhamid meclisi fesh etti, meşrutiyet düzeni 33 yıl gecikmiş oldu.4
Üstadın ifadesi ile ‘devr-i istibdâd’5 otuz üç sene daha meşrutiyeti ve hürriyeti te’hir etmiş oldu.
Birinci ve ikinci meşrutiyetten de evvel Batı dünyasında 1215 tarihli İngiliz Magna Carta’sı ve Fransız 1789 tarihli İnsan Hak ve Hürriyetleri Beyannâmesi gösteriyor ki devletler, toplumlar aslında her zaman kendi hak ve hürriyetlerini arama ve sahip çıkma gayreti ve çabası içerisinde olmuşlardır ve bunun için de kanunî/hukukî süreçlere teşebbüs etmişlerdir.
Batı dünyası insan hak ve hürriyetlerinin kanunsal/yazınsal somut temellerini daha 13. ve 18. yüzyıllarda şekillendirmeye, oturtmaya çalışıyorken, İslam 14 asır evvel insanın en fıtrî hakkı olan bu ulvî esasları ikame ediyordu; akıllarda, kalblerde ve ruhlarda te’sirini icra ediyordu.
Evet Hz Peygamber’in (asm) Medine’de İslam devletini kurmasıyla beraber Medine sözleşmesini/anayasasını İslam’ın, insanlığın ilk hak ve hürriyetler beyannâmesi olarak vasıflandırabiliriz. Veda Hutbesi’ni de bu manada bir hak ve hürriyetler beyannâmesi olarak görülebilir aslında ve öyledir de.
İslam medeniyetindeki hürriyet mefhumu ile batıdaki ve günümüzdeki hürriyet mefhumu çok farklıdır. Günümüz hak ve hürriyetler beyannâmelerinde hürriyet “başkalarına zarar vermeyen her şeyi yapabilmektir” şeklinde tarif edilirken, İslamiyet on dört asır evvel hürriyeti şu şekilde tarif ve kabul etmiştir: “Ne kendisine ve ne de başkasına zarar vermemek şartıyla meşru dairede istediğini yapmaktır.” 6
Olması gereken, hakiki hürriyetin tarifini asrın söz sahibi Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade eder: “Hürriyet odur ki; ne nefsine, ne gayrına zararı dokunmasın” ve “Nazenin hürriyet, adab-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyinedir.”7
Demek hakiki hürriyet başkasına zarar vermemekle beraber kendine de zarar vermemektir. Yani haramlara, günahlara, isyanlara (Allah’a itaatsizlik) girmekle nefsine zarar vermemek, zulmetmemek. Bir de gerçek hürriyet, şeri’atın edebi ile edeblenmeli ve süslenmeli. Bu ifadeden hemen sonra “Yoksa sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir, belki hayvanlıktır. Şeytanın istibdâdıdır, nefs-i emmâreye esir olmaktır” 8 demekle hürriyetsizliğin ne olduğunu da beyan etmiş oluyor.
Bütün ömrü mücâhede ve mücadele ile geçen ve hiçbir zaman hürriyetinin tahdîd ve tenkîs edilmesine müsaade etmeyen, taviz vermeyen ve her zaman ve zeminde meşru hürriyeti haykıran ve nazara veren Üstad Said Nursi Hazretleri’nin sadece şu meşhur ifadesi bile tek başına onun hürriyete ne kadar âşık ve hayran olduğunu göstermiyor mu? “Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam!”
Üstad Bediüzzaman’ın devr-i istibdâtta tımarhaneden sonra tevkifhânede iken, şimdiki iç işleri bakanı konumunda olan Zaptiye Nâzırı Şefik Paşa ile yaptığı muhavere de (konuşma) onun hürriyetine nasıl bağlı olduğunu ve bu konuda kim olursa olsun zerre kadar taviz vermediğini gösterir. İşte o karşılıklı konuşma:
“Zaptiye Nâzırı: “Pâdişah sana selâm etmiş, bin kuruş da maaş bağlamış. Sonra da yirmi-otuz lira yapacak” dedi.
Cevâben: “Ben maaş dilencisi değilim, bin lira da olsa kabûl edemem. Kendim için gelmedim, milletim için geldim. Hem de bu bana vermek istediğiniz rüşvet ve hakk-ı sükûttur.”
Nâzır: “İrâdeyi (padişahın emrini) reddediyorsun. İrâde reddolunmaz.”
Cevâben dedim: “Reddediyorum. Tâ ki Pâdişah darılsın, beni çağırsın, ben de doğrusunu söyleyeyim.”
Nâzır: “Neticesi vahimdir.”
Cevâben: “Neticesi deniz olsa geniş bir kabirdir. İ‘dâm olunsam bir milletin kalbinde yatacağım. Hem de İstanbul’a geldiğim vakit hayatımı rüşvet getirmişim, ne ederseniz ediniz. Bunu da ciddî söylüyorum; ben isterim ki, ebnâ-yı cinsimi (Kürdleri) bil-fiil îkaz edeyim ki, devlete intisâb hizmet etmek içindir, maaş kapmak için değildir. Hem de benim gibi bir adamın millete ve devlete hizmeti nasihatladır. O da hüsn-ü te’sirledir. O da hasbîlikledir. Bu da garâzsızlık, o da ivazsızlık, o da terk-i menâfi-i şahsiye iledir. Binâenaleyh, ben maaşın kabûlünde ma‘zûrum.”
Nâzır: “Senin, Kürdistan’da neşr-i maârif (eğitimi yayma düşüncesi) olan maksadın Meclis-i Vükelâ’da (bakanlar kurulunda) derdest-i tezekkürdür (görüşmek üzere ele alınmıştır).”
Cevâben: “Acaba maârifi te’hir (eğitimi erteleme), maaşı ta‘cil (öne alma) edersiniz, ne kâide iledir? Menfaat-ı şahsiyemi menfaat-ı umûmiye-i millete tercih ediyorsunuz.”
Nâzır hiddet etti. Ben dedim: “Ben hür yaşamışım. Hürriyet-i mutlakanın meydanı olan Kürdistan dağlarında büyümüşüm. Bana hiddet fayda vermez, nâfile yorulmayınız.” 9
Hürriyetin mücessem ve müşahhas timsali Bediüzzaman, yine bir ifadesinde: “Hüriyet budur ki; kanun-u adalet ve te’dibten başka hiç kimse kimseye tahakküm etmesin, herkesin hukuku mahfuz kalsın. Herkes harekât-ı meşruasında şahane serbest olsun.” 10
Ferdlerin ve toplumun hak ve hürriyetinin korunması için yeterli kanunî tedbirlerin ve cezaların uygulanması dışında kimseye tahakküm edil(e)mez, herkesin hukuku korunmalı ve herkes meşru hareketlerinde serbest olmalıdır.
“Güneş gibi parlak, her ruhun mâşukası (aşkı) ve cevher-i insaniyetin küfvü (dengi) o hürriyettir ki; saadet saray-ı medeniyette oturuyor, ma’rifet (ilim, bilgi) ve fazilet ve İslâmiyet hulleleriyle mütezeyyinedir.” 11
Üstad Nursi hürriyete o kadar ehemmiyet veriyor ve öyle layıkıyla vasıflandırıyor ki, onu tüm mevcudat için olmazsa olmaz olan güneşe benzetiyor. Aynı zamanda her ruhun arzusu, aşkı; insanın kıymeti ve büyüklüğü ile adeta denk, ma’rifet ve fazilet ve İslamiyet ile güzelleşebileceğini ifade ediyor.
“Hürriyet Rahmân olan Allah’ın hediyesidir. Ve imanın bir hassâsıdır…
İnsana karşı hürriyet, Allah’a karşı ubudiyeti intaç eder.”
“Zira rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinat'a (c.c) hizmetkâr olan adam, tezellüle tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdâdı altına girmeye, izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüzü dahi şefkat-i imaniyesi bırakmaz. Evet bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir bîçareye tahakküme dahi tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet...12
Demek imandan gelen ve imanın bir özelliği olan hürriyet, başkasının zilleti ve tahakkümü altına girmeyi kabul etmediği gibi; imandan gelen şefkat de başkasına tahakküm etmemeyi ve zulmetmemeyi emreder. Allah’a intisab olan iman sayesinde bir çobanın hakkı ve hürriyeti dahi korunur, bir padişahın/idarecinin hizmetkarı/memuru dahi ona haksız olarak tahakküm edemez, zulmedemez. İşte asr-ı saadet!
Bediüzzaman Hazretleri “Hürriyet” diye nitelendirdiği 13 meşrutiyeti, şeri’at namına alkışlamış, meşrutiyet-i meşru’a 14 yani şeriat’a, Kur’ân’a dayalı meşrutiyet olarak isimlendirmiş ve bu surette olan meşrutiyeti kabul etmiş.
“Fikr-i hürriyet meşrutiyeti her vecihle uyandırır.”
“Şu hayat, âlem-i İslâm’daki galeyan eden fikr-i hürriyetten istimdad ederek umum âlem-i İslam üzerine çökmüş olan istibdâd-ı ma’nevi-i umuminin perdelerini parça parça edecektir.” 15(haşiye: Lehu’l-hamd, kırk beş sene sonra parça parça etmeye başladı.)
Esasen meşrutiyet bir cihette hürriyet’in manasını da ihtiva ediyor. Meşrutiyetin ilanından bir sene sonra Kürdistan’a (o zaman Osmanlı’da vilâyet-i şarkiye bölgesi bu şekilde ifade ediliyordu) döndüğü vakit, Kürd vilâyetlerini, aşiretlerini gezer ve onlara meşrutiyet-i meşru’a dediği hakiki meşrutiyeti telkin ve nasihat eder. İstibdâdın şerliğinden, çirkinliğinden ve meşrutiyetin güzelliğinden ve faydalarından bahseder.
Aşiretleri, köylüleri dolaşıp meşrutiyeti soru-cevab tarzında ders verdiği hengamda Said-i Kürdî’ye sorarlar: “Ey Seyda! İstanbul’a gittin. Bu inkılâbı azimi gördün. Mühim işler içine girdin. Bize ne getirdin?” diye sorduklarında onlara: “Müjde getirdim” diyerek meşrutiyetin güzelliklerinden ve istibdadın çirkinliğinden uzun uzadıya misaller ile izah ederek onlara ders verir. Tüm seyahatinde ve ziyaretlerinde kendi ifadesi ile dağ ve sahrayı bir medrese ederek (yaparak) meşrutiyeti ders verir. Ve hayat-ı içtimaiye medresesi diye tabir ettiği, soru cevaplardan oluşan bu ders, daha sonra Kürdlerin reçetesi dediği Münâzarât eseri olarak te’lif edilir.
(Belki bir asırdır ve bilhassa son otuz senedir günümüz memleket sorunlarından büyük bir mesele ve kanayan bir yara olan Kürd Meselesi’ni/sorununu çözmek için ehl-i hamiyet ve ulu’l-emirlerimiz, bu helâket-felâket asrının manevî sosyoloğu ve söz sultanı Bediüzzaman’ın 110 sene evvel yazdığı bu reçeteyi (Münâzarât eserini) ve Hutbe-i Şâmiye eserini isti’mal etmeli ve onun vatan ve milletin saadetini temin eden, sosyal ve siyasal hastalıkları tedavi edip ıslah eden bu derslerine, nasihatlerine, eserlerine kulak vermeli ve hayata geçirmelidir.)
Evet, meşrutiyetin/hürriyetin zıddı olan istibdâdı o şöyle tarif ediyordu:
“İstibdâd; tahakkümdür, muamele-i keyfiyedir. Kuvvete istinad ile cebrdir. Re’y-i vahiddir. Su-i istimalata gayet müsaid bir zemindir. Zulmün temelidir. İnsaniyetin mâhisidir (yok eden). Sefalet derelerinin esfel-i sâfilinine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslamiyeti zillet ve sefalete düşürttüren ve ağraz ve husumeti (kin ve düşmanlığı) uyandıran ve İslamiyeti zehirlendiren…” 16
Hayatının her safhasında adâlet, müsâvat ve hürriyetten bahseden ve bunun ihya ve icrası için çalışan Üstad Bediüzzaman hürriyet-i şer’iye’ye şöyle sesleniyor:
“Ey Hürriyet-i Şer'î! Öyle müdhiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sadâ ile çağırıyorsun ki, benim gibi bir Kürd’ü tabakat-ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben ve umum millet, zindan-ı esarette kalacaktık. Seni ömr-ü ebedî ile tebşir ediyorum (müjdeliyorum).” 17
Demek Kur’ân’dan gelen şer’î hürriyet hem ferdi, hem cem’iyeti/toplumu zillet ve esaretten kurtararak saadet ve terakkiyi temin ettiriyor.
Üstad, İslam dairesinden hariç olan hürriyet için şunları söyler:
“Bazı sefih ve lâübaliler hür yaşamak istemediklerinden, nefs-i emmârenin esaret-i rezilesi altına girmek istiyorlar. Elhasıl: Şeriat dairesinden hariç olan hürriyet, ya istibdâd veya esaret-i nefs veya canavarcasına hayvanlık veya vahşettir. Böyle lâübaliler ve zındıklar iyi bilsinler ki, dinsizlik ve sefahetle (gayr-ı meşru zevk eğlencelerle) sahib-i vicdan hiçbir ecnebiye kendilerini sevdiremezler ve benzetemezler.” 18
Demek İslamın emrettiği ve terbiye ettiği hürriyet dışında günahlara ve haramlara girerek, kendini hür ve serbest zannedip her istediği pisliği ve rezilliği işlemek hürriyet değil; belki nefse esir olmaktır, hayvanlıktır ve istibdâddır. İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Meşrutiyet ve hürriyetin gelmesi, insanı Allah’ın haram kıldığı, meşru daire dışında istediği gibi hareket etme ve günahlara girme hakkını vermez. İnsan her hâlükârda emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ‘ani’l-münker (iyiliği emredip, kötülükten sakındırmak) esaslarına göre hareket etmek mecburiyetindedir. Bu imanın ve İslâmın gereğidir.
Gençleri sefahete, günahlara, haramlara ve her türlü nefsî ve süflî hevesâta ve serbestiyete sevk eden, teşvik eden, cezb ve celbeden; Avrupa’dan içimize sokulan mimsiz medeniyetin (İslam ahlakından uzak olan medeniyet) ve takipçilerinin kulakları çınlasın!
Allah’ın hediyesi olan hürriyeti her fırsatta ısrarla dile getiren bağrı yanık, gözü yaşlı Bediüzzaman gerek Sultan Abdülhamid devrinde, gerek İttihadçılar zamanında, gerek Cumhuriyet ve Adnan Menderes dönemlerinde hiç taviz vermeden eserlerinde, mahkeme müdafaalarında ve dini ceridelerde zikretmiş; asrın büyük bir âlimi olarak bu dört dönemdeki idarecilere gönderdiği mektuplarında ehemmiyetini ifade ederek onları ikaz ve irşad etmiş, nasihatlarda bulunmuştur.
Hürriyetin en mühim şubelerinden biri de hiç şüphesiz ki hürriyet-i kelâmdır. Yani şimdiki tabirle fikir ve düşünce hürriyeti, özgürlüğü.
Evet her insan, İslam hukukunun kabul ettiği umumi sınırlar içinde, meşru bir tarzda, kimsenin müdahalesi ve engeli olmaksızın fikir, itikad ve düşüncesini serbestçe ifade edebilir. Hatta muhâlif dahi olsa hürriyet-i vicdan ve fikir düsturu, o kişiye kendi fikrini ve düşüncesini serbestçe ifade etme hakkını verir.
“Malumdur ki, her hükûmette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete dokunmamak şartıyla, hiç kimse vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes'ul olmaz. Bu hukukî bir mütearifedir(bilinen bilgi).” 19
Üstad Bediüzzaman Hazretleri İslam’ın getirdiği ve imanın hassâsı olan hürriyetten bahsederken, asr-ı saadette Hz Peygamber Aleyhisselâm’ın yaptığı büyük inkılâbı ve icraâtı da nazara verir. Şöyle ki:
“Evet tehdidlerle, korkularla, hilelerle efkâr-ı âmmeyi (kamuoyunu) başka bir mecraya çevirtmek mümkün olur. Fakat tesiri cüz'îdir, sathîdir, muvakkat olur. Muhakeme-i akliyeyi az bir zamanda kapatabilir. Fakat irşadıyla kalblerin derinliklerine kadar nüfûz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek, ulvî istidadların inkişafına yol açmak, ahlâk-ı âliyeyi tesis edip alçak huyları imha ve izale etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikatı teşhir etmek, hürriyet-i kelâma serbestî vermek, ancak şua-i hakikattan muktebes hârikulâde bir mu'cizedir.” 20
Evet, Hz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm hürriyet-i kelâma serbestî vermekle, yani fikir ve düşünce özgürlüğünü serbest kılmakla insanların kendilerini rahat bir şekilde korkmadan, ceza alma tevehhümü olmadan ifade etme hakkını ve fırsatını vermiştir. Bedevî bir Yahudi dahi pervasızca fikrini ve düşüncesini, inandığı akideyi rahatça ifade edebiliyordu, hatta muhalefetini de ortaya koyabiliyordu. İşte hakiki fikr-i hürriyet! İşte asr-ı saâdet.
Bu noktada tarih bize asr-ı saadet gibi parlak ve hakikatdâr başka bir asrı ve medeniyeti gösteremez. Bediüzzaman Hazretlerinin “İman ne kadar mükemmel olursa o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saâdet!” sözü ne kadar hak, yerinde ve isabetli bir sözdür.
Şimdi bu medeniyet asrında! hürriyet-i kelâmdan, fikir ve düşünce özgürlüğünden, demokrasiden dem vuranların kulakları çınlasın. İnsanlar, devletler şimdi bu hürriyet-i kelâmın, fikr-i hürriyetin neresinde ve bu hayat-ı şahsiye, hayat-ı içtimaiye ve hayat-ı siyasiyede ne kadar hâkim ehl-i insaf, ehl-i ilim ve erbâb-ı hukuk ve siyaset hükmetsin, teemmel!
Meşru hürriyetin her yerde ve her tarafa hâkim olması için sa’y-u gayret eden ve bütün himmetiyle sebat ile bunun için çalışan Bediüzzaman Hazretleri, hürriyetin doğru anlaşılması, muhafaza edilmesi ve elden kaçmaması için şöyle ihtâr ve ikaz eder:
“Ey ebna-yı vatan (vatan evlatları)! Hürriyeti sû'-i tefsir etmeyiniz, tâ elimizden kaçmasın. Ve müteaffin (kokuşmuş) olan eski esareti başka kabda bize içirmekle bizi boğmasın.{Haşiye: Evet daha dehşetli bir istibdad ile, pek acı ve zehirli bir esareti bize içirdiler.} Zira hürriyet, müraat-ı ahkâm ve âdâb-ı şeriat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk eder ve neşvünema bulur. Sadr-ı evvelin yani sahabe-i kiramın o zamanda, âlemde vahşet ve cebr-i istibdad hükümferma olduğu halde, hürriyet ve adalet ve müsavatları bu müddeaya bir bürhan-ı bahirdir.” 21
Demek hürriyet hükümlere/kanunlara, şeri’âtın (Kur’ân ve Sünnetin) edebine, emirlerine uymakla, güzel ahlâk ile tahakkuk eder ve filizlenir. Sahabe dönemindeki şiddetli istibdâd ve zülme karşı onların hürriyet, adalet ve hakiki eşitliğe verdiği ehemmiyet bu davamıza en büyük delildir, ispat eder.
İşte asr-ı saadette Peygamber Aleyhisselâm’ın getirdiği hakiki hürriyetin hayatımıza hâkim olması için bazı şartları Üstad Bediüzzaman şu şekilde sıralar:
“Ey mazlum ihvan-ı vatan! Gidelim dâhil olalım! Birinci kapısı, şeriat dairesinde ittihad-ı kulûb (kalblerin birliği); ikincisi, muhabbet-i milliye (milletine muhabbet, sevgi); üçüncüsü, maarif (eğitim, ilim, bilgi); dördüncüsü, sa'y-i insanî (insanın çalışması); beşincisi, terk-i sefahettir (haram zevk ve eğlencelerin, günahların terk edilmesi).” 22
Bediüzzaman Said Nursi’nin vasıflandırdığı ve tarif ettiği, tüm cemiyeti ve idarecileri davet ettiği bu meşru, mükemmel, hayatın ve insaniyetin olmazsa olmaz şanlı, parlak ve nâzenin hürriyete dâhil olmanın ve hayata hâkim kılmanın vakti daha gelmedi mi? Evet geldi, belki de geçiyor!
Yaşasın Şeri’ât-ı Garra!
Yaşasın adâlet-i ilâhî!
Yaşasın ittihâd-ı millî!
Ölsün ihtilâf!
Yaşasın muhabbet-i millî!
Yaşasın Hürriyet-i Şer’î !
DİPNOTLAR
1Bekir Topaloğlu, Arapça-Türkçe Yeni kamus, Nesil Yayınları, İstanbul 1997, s.59
2Said Nursi, Sözler, 30. söz
3 Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, Tenvir Neşriyat, s. 61
4Bahaeddin Sağlam, Kürdlerin Reçetesi, KLMN Yayınları, İstanbıl 2013, s. 19
5Bediüzzman, İçtimai Reçeteler 1- Divan-ı Harb-i Örfi, Tenvir Neşriyat, İstanbul 1990, s. 43,52
6Ahmed Akgündüz, İslamda İnsan Hakları Beyannamesi, Osav yay, İstanbul 1997, s. 21
7İçtimaî Reçeteler 2- Münazarat, Tenvir Neşriyat, İstanbul 1990, s.41
8A.g.e s. 41
9İçtimaî Reçeteler 1- Divan-ı Harb-i Örfî, Tenvir Neşriyat, İstanbul 1990, s.73
10İçtimaî Reçeteler 2- Münazarat, Tenvir Neşriyat, İstanbul 1990, s.42
11A.g.e, s. 42
12A.g.e , s. 43
13A.g.e , s. 122
14A.g.e ,s. 21, 23
15A.g.e, s. 46
16A.g.e, s. 20
17İçtimai Reçeteler 2- Hutbe-i Şâmiye, Tenvir Neşriyat, İstanbul 1990, s. 151
18A.g.e, s. 142
19Tarihçe-i Hayat, Tenvir Neşriyat, İstanbul 1999, s. 676
20İşârâtü’l-İ’câz, Tenvir Neşriyat, İstanbul 2007, s. 191
21İçtimaî Reçeteler 2- Münazarat, Tenvir Neşriyat, İstanbul 1990, s. 154
22 İçtimaî Reçeteler 2 Münazarat, Tenvir Neşriyat, İstanbul 1990, s. 152
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.