Himmet UÇ
Bediüzzaman ve Mağara
Bediüzzaman’ın hayatında mağara önemli bir gelişme merdivenidir, hayatı boyunca mağaralara kapanmak ister ama kader onu bir vesile ile kalemin başına getirir, bu hayatı boyu devam eder, demek yaptığı işe ilahi bir itişle sürüklenir o da kabul eder ve yazar. Çok sembolik ve fantastik bir hayatı vardır, harika bir filim olur, sanatçı dostlar haydi iş başına. Kemal Tahir, Nazım, Namık Kemal, Hüseyin Cahit de sürgünlerle maruz kalmıştır ama hiçbiri Bediüzzaman kadar verimi olmamıştır. O mağaraya sığınmak istemiş kader onu hayat mağarasında insanlara ışık dağıtmakla sorumlu tutmuştur.
Eflatun’un mağara istiaresinde dünya bir mağara, aydınlar ise mağaranın dışındadır. Çocuk ana rahminde iken mağaradadır, ona gel daha güzel bir ülkeye götürelim seni deseler, başıma iş açma der. Ne güzel meşakkatsiz besleniyorum , beni dışarı çıkarıp bir sürü gaile açma başıma , der nihayet çıkınca dünyayı görür ama memnun mu gayri memnun mu. Zamanla asıl mağaranın dışarda olduğunu anlar ama iş işten geçer. Bediüzzaman mağaranın içinde mi dışında mı mağaranın zahiren içinde ama manen başka bir iklimde yaşar kendi manalar ve ifadeler mahzeninde, mağarasındadır.
“Bediüzzaman, bu müstesna tecellînin en parlak misalidir. Bütün ömrü boyunca mücerred yaşadı. Dünyanın bütün meşrû lezzetlerinden tamamen mahrum kaldı. Bir yuva kurmak ve orada mesut bir aile hayatı geçirmek sevdasına düşmeye vakit ve fırsat bulamadı. Fakat, Cenab-ı Hak, kendisine öyle şeyler ihsan etti ki, fanî kalemlerle tarif olunamayacak kadar muazzam ve muhteşemdir.” Yukardaki ifadelerde onun kendine bir üretici mekan çizdiğini orada hayatını geçirdiğini bazan mağaranın dışında görüntüde insanlarla yaşadıysa da o yine kendi mağarasından çıkmadı.
Dokuz seneden beri bu memlekette ve bu kadar dostlarımla temas ettiğim halde, şimdiye kadar hiçbir cürüm bana isnat edilmedi ve hiçbir vukuatım da olmadı ve hayatımda dâî-i şüphe hiçbir emare ve hiçbir şey yoktur. Bu cümlelerde onun mağaranın dışında olduğunu gösterir, ama hafiyelerr vehham memurlar, onu sürekli denetlediler onun halkın mağara dünyası ile bir irtibatı yoktu.
Bediüzzaman halkın mağarasıyla ümmeti Muhammedin dünyası ile irtibatlıdır. Onların manevi ihtiyaçlarını teminden el çekip nefsini kurtarmak gayesine gelince semavi bir ile onu sıkıntılara iter, çünkü asıl vazifesinden kaçmıştır. Aşağıda anlatır bunu; Erek dağında mağaraya çekilmiştir. Onun hayatının iki kelimesi mağara ve menfilik, sürgün ama sürgünler de adeta sınıf değiştiren öğrenci gibidir gittiği yer yerde şartlar ne olursa olsun yazar. Birçok yazar hapishanelerde yazar olmuştur ama Bediüzzaman kadar zor şartlarda eser yazan bir şahıs yoktur. Ama onun bu tahammülfersa olayları denetleyip yazı yazması ve bugün o eserlerin dünya gündemine oturması mucib-i hayrettir.
“Meselâ, bu biçare Said, Van’da ders-i hakaik-i Kur’âniye ile meşgul olduğum miktarca, Şeyh Said hâdisâtı zamanında vesveseli hükûmet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi. Vakta ki neme lâzım dedim, kendi nefsimi düşündüm, âhiretimi kurtarmak için Erek Dağında harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebepsiz beni aldılar, nefyettiler; Burdur’a getirildim.
Orada yine hizmet-i Kur’âniyede bulunduğum miktarca-o vakit menfilere çok dikkat ediliyordu; her akşam ispat-ı vücut etmekle mükellef oldukları halde-ben ve hâlis talebelerim müstesna kaldık. Ben hiçbir vakit ispat-ı vücuda gitmedim, hükûmeti tanımadım. Oranın valisi, oraya gelen Fevzi Paşaya şikâyet etmiş. Fevzi Paşa demiş, "Ona ilişmeyiniz, hürmet ediniz." Bu sözü ona söylettiren, hikmet-i Kur’âniyenin kudsiyetidir. Ne vakit nefsimi kurtarmak, yalnız âhiretimi düşünmek fikri bana galebe etti, hizmet-i Kur’âniyede muvakkat fütur geldi; aksi maksadımla tokat yedim. Yani bir menfâdan diğerine, Isparta’ya gönderildim.”
İnziva da onun hayatında bir mağara özelliğine sahiptir ve inzivadan memnundur. Sanki onun bedeninde birkaç Bediüzzaman vardır. Biri yazar, biri görünürde çile çeken adam, başka başka. Yoksa bu kadar olumsuz şartlarda yazarlık mucib-i istiğrak bir şey .Anlatır yine inzivayı kimsesizliği,
Darül Hikmeti’l-İslâmiye âzâlığı gibi câzip ve şâşaalı bir hayat içinde iken, Yûşâ Tepesinde kimsesizliği tercih etti. Van’a döndüğünde pek çok eski ve yeni talebeleri arasında sürurlu bir ömrü istemeyerek Erek Dağındaki bir mağaraya kapandı. En son defa otuz senede gördüğü emsalsiz zulümlerin neticesi olarak hapishanelere gönderildiği zaman, kanunen tecrid müddeti on beş gün olmasına rağmen, yirmi ay ve hattâ bütün hapis müddetince tecrid-i mutlakta tutulduğu halde kimseye şekvâ etmedi.
Bütün bu haller gösteriyor ki, Üstadımızın fıtratında inziva daima hüküm sürmüştür. Fakat ihtiyarlığında pek çok yardıma, hizmete, sohbete muhtaç olduğu bir vakitte bunun devam etmesi için, bir nevi hastalık hâleti verilmiş. Beş dakika konuşsa, şiddetli bir hararet başlıyor, sesi çıkmıyor. “
Bediüzzaman ulema, meşayih ve hutebanın hayatını da mağara hayatına benzetir. Mağara, Kehf misal diyor. Ne kadar zulmederseniz edin bin yıl İslamın bayraktarı olan bir milletin çocuklarını ruhsuz, anlamsız bırakmaz Allah. Bir Şema ki mevla yaka üflemekle sönmez.
“Padişahların padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur’ân denilen mûsika-i İlâhiyesiyle umum alemi doldurarak, kubbe-i asumanda şiddetli ses getirmekle sadef, mağara, kehf-misal olan ulema ve meşâyih ve hutebanın dimağ, kalb ve femlerine vurarak, aks-i sadası onların lisanlarından çıkıp seyr ü seyelan ederek, çeşit çeşit sadâlarla dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadânın tecessüm ve intıba’ıyla umum kütüb-ü İslamiyeyi bir tanbur ve kanûnun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren ve herbir tel, bir neviyle onu îlan eden o sada-i semavî ve rûhanîyi kalbin kulağıyla işitmeyen veya dinlemeyen, acaba o sadaya nisbeten sivrisinek gibi bir emîrin dem-demelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?
Elhasıl: İnkılab-ı siyasî cihetiyle dîninden havf eden adamın dinde hissesi beytü’l-ankebût gibi zayıf düşmüş cehalettir onu korkutur, taklittir onu telaşa düşürttürür. “ yukardaki ifadelerdeki cümbüşe bak bu kadar iyimserlik , zulme aldırış etmemek onun nasıl görevli biri olduğunu gösterir.
Müminlerin ağzını da mağaraya benzetir. Çünkü mağara nasıl olgunlaştırıp dışarı veriyorsa ağız da öyledir.
”Mü’minlerin mağara-misal ağızlarındaki havada temessül ediyor. Birtek Allahu Ekber kelimesinin aks-i sadâsıyla hadsiz Allahu ekber vuku bulduğu gibi, o makbul zikir ve tekbir, semâvâtı dahi ihtizaza getirir...”
Sürgün hayatının bir önemli kolu da Kostruma'dadır. O sürgün ve mekan bir mağaradır. Ayrıca kendi de orada mağara özlemi içindedir.
“Fakat o Volga Nehri kenarındaki camideki mezkûr gecenin vaziyeti bana bu kararı verdirmiş ki, bakıye-i ömrümü mağaralarda geçireceğim. Bu insanların hayat-ı içtimaîsine karışmak artık yeter. Madem sonunda yalnız kabre gideceğim; yalnızlığa alışmak için şimdiden yalnızlığı ihtiyar edeceğim, demiştim. Fakat, maatteessüf, İstanbul’daki ciddî ve çok ahbap ve İstanbul’un şâşaalı hayat-ı dünyeviyesi, hususan haddimden çok fazla bana teveccüh eden şan ve şeref gibi neticesiz şeyler, o kararımı muvakkaten bana unutturdular. Güya o gurbet gecesi, hayatımın gözünde nurlu siyahlıktı. Ve İstanbul’un beyaz, şâşaalı gündüzü, o hayat gözümün nursuz beyazıydı ki, ileriyi göremedi, yine yattı. Tâ iki sene sonra Gavs-ı Geylânî, Fütuhu’l-Gayb kitabıyla tekrar gözümü açtırdı.”
Van hayatında da yine mağara ister iştiyakla.
“Evet, o vaziyetim o vakit beni nasıl ağlattırmış; on senedir hayalim o vaziyete uğradıkça yine ağlıyor. Evet, binler sene yaşamış o ihtiyar kalenin başındaki menzillerin harap olması ve onun altındaki şehrin sekiz sene zarfında sekiz yüz sene kadar ihtiyarlanması ve kale altındaki gayet hayattar ve mecma-i ahbap olan medresemin vefatı, umum Osmanlı Devletinde bütün medreselerin vefatını gösteren cenazesinin mânevî azametine işareten, koca Van Kalesinin yekpare taşı ona bir mezar taşı olmuş. Adeta o medresedeki, sekiz sene evvel benimle beraber bulunan merhum talebelerim, kabirlerinde benimle beraber ağlıyorlar. Belki o kasabanın harabe duvarları, dağılmış taşları benimle beraber ağlıyorlar. Ve onları ağlıyor gibi gördüm.
Ben o vakit anladım ki, vatanımdaki bu gurbete dayanamayacağım. Ya ben de kabre, onların yanına gitmeliyim; veyahut dağda bir mağaraya çekilip ecelimi orada beklemeliyim diye düşündüm. Dedim, "Madem dünyada böyle tahammül edilmez, sabır-şiken, mukavemetsûz, yandırıcı firkatler var; elbette mevt, hayata râcihtir. Hayatın bu ağır vaziyeti çekilir dertlerden değildir."
Denizli Hapsi de bir mağaradır, fakat zehirlenme ve zulüm onu felsefesinden uzaklaştırmaz, hatta tahrik eder. Kendiyle birlikte olanlara da bir psikanalist gibi oyalları iyimserce yorumlar, teşvik eder. Tarihten eazımın hayatından örnekler verir. O kadar geniş ki talim ve telkin dünyası .
“Beni de hastahaneye resmî emirle mecbur etmek endişesi bizi sıkarken, birden inâyet-i İlâhiye imdada geldi. Mübarek kardeşlerimin hâlis dualarıyla zehirin tehlikesi geçmiş ve o merhum şehidin, kuvvetli emârelerle, kabrinde Nurlarla meşgul olması ve sual meleklerine Nurlarla cevap vermesi; ve onun bedeline ve onun sisteminde Nurlara çalışacak Denizli kahramanı Hasan Feyzi (rahmetullahi aleyh) ve arkadaşları perde altında tesirli bir surette hizmetler; ve düşmanlarımızın dahi, mahpusların birden Nurlarla ıslah olmaları cihetinde, hapisten çıkmamıza taraftar olması; ve Ashab-ı Kehf misilli Nur şakirtleri o sıkıntılı çilehaneyi Ashab-ı Kehf ve eski zaman ehl-i riyâzâtının mağaralarına çevirmesi; ve istirahat-i kalble Nurların neşrine ve yazmasına sa’yleriyle, inâyet-i Rabbâniyenin imdadımıza yetiştiğini ispat etti.
Hem kalbime geldi ki, madem İmam-ı Âzam gibi eâzım-ı müçtehidîn hapis çekmiş ve İmam-ı Ahmed ibni Hanbel gibi bir mücahid-i ekber, Kur’ân’ın birtek meselesi için hapiste pek çok azap verilmiş ve şekvâ etmeyerek, kemâl-i sabırla sebat edip o meselelerde sükût etmemiş. Ve pek çok imamlar ve allâmeler, sizlerden pek çok ziyade azap verildiği halde, kemâl-i sabır içinde şükredip sarsılmamışlar. Elbette sizler, Kur’ân’ın müteaddit hakikatleri için pek büyük sevap ve kazanç aldığınız halde pek az zahmet çektiğinize binler teşekkür etmek borcunuzdur. Evet, zulm-ü beşer içinde bir cilve-i inâyet-i Rabbâniyeyi kısaca beyan edeceğim”
Burada mağara misali daha değişik şekilde tecelli eder, hapishane hayatlarını mağara olarak görür.
Ben yirmi yaşındayken tekrarla derdim: "Eski zamanda mağaralara çekilen târikü’d-dünyalar gibi, âhir ömrümde ben de bir mağaraya, bir dağa çekilip insanların hayat-ı içtimaiyesinden çıkacağım." Hem eski Harb-i Umumîde şark-ı şimalîdeki esaretimde karar vermiştim ki, "Bundan sonra ömrümü mağaralarda geçireceğim. Hayat-ı siyasiyeden ve içtimaiyeden sıyrılacağım. Artık karışmak yeter" derken, inâyet-i Rabbâniye, hem adalet-i kaderiye tecellî ettiler. Kararımdan ve arzumdan çok ziyade hayırlı bir surette, ihtiyarlığıma merhameten, o mutasavver mağaralarımı hapishanelere ve inzivâlara ve yalnızlık içinde çilehanelere ve tecrid-i mutlak menzillerine çevirdi. Ehl-i riyazet ve münzevîlerin dağlardaki mağaralarının çok fevkinde Yusufiye medreseleri ve vaktimizi zayi etmemek için tecridhaneleri verdi. Hem mağara faide-i uhreviyesini, hem hakaik-i imaniye ve Kur’âniyenin mücahidâne hizmetini verdi. Hattâ ben azmetmiştim ki, arkadaşlarımın beraatlerinden sonra bir suç gösterip hapiste kalacağım. Hüsrev ve Feyzi gibi mücerredler benim yanımda kalsın ve bir bahane ile, insanlarla görüşmemek ve vaktimi lüzumsuz sohbetlerle ve tasannu ve hodfuruşlukla geçirmemek için tecrid koğuşunda bulunacağım. Fakat kader-i İlâhî ve kısmetimiz bizi başka çilehaneye sevk ettiler. sırrıyla, ihtiyarlığıma merhameten ve hizmet-i imaniyede daha ziyade çalıştırmak…”
Bediüzzaman büyük bir estetikçidir, Batı düşüncesi felsefesi uzun yıllar çirkini fonksiyonsuz olarak görmüşler, 18 yüzyılın sonlarında çirkinin fonksiyonel yönünü bir estetikçi izah etmiş, onları zahmetten kurtarmış. Bediüzzaman çirkinin güzele katkısını anlatır, ey batı ve aydınımız gelin bakın neler düşünmüş bu insan. Uygulamalı estetik dersi sanki .
“İlem eyyühe’l-aziz! Tabiatları latif, ince ve latif san’atlara meftun bazı insanlar, bilhassa has bahçelerinde pek güzel hendesevari bir şekilde şekilleri, arkları, havuzları, şadırvanları yaptırmakla, bahçelerine pek muntazam bir manzara verirler. Ve o letafetin, o güzelliğin derecesini göstermek için, bazı çirkin kaya, kaba, gayr-ı muntazam mağara ve dağ heykelleri gibi şeyleri de ilave ediyorlar ki, onların çirkinliğiyle, adem-i intizamıyla bahçenin güzelliği, letafeti fazlaca parlasın. Çünkü, Lakin, müdakkik bir kimse, o ezdadı cem eden bahçenin manzarasına baktığı zaman anlar ki, o çirkin, kaba şeyler kasten yapılmıştır ki, güzellik, intizam, letafet artsın. Zira, güzelin güzelliğini arttıran, çirkinin çirkinliğidir. Demek bahçenin tam intizamını ikmal eden, o çirkinlerdir. Ve o çirkinlerin adem-i intizamı nisbetinde bahçenin intizamı artar.
Kezalik, dünya bahçesinde nizam ve intizamın son sisteminde bulunan mahlükat ve masnuat arasında-hayvanlarda olsun, nebatatta olsun, cemadatta olsun-bazı çirkin, intizamdan hariç şeyler bulunur. Bunların çirkinliği, intizamsızlıkları, dünya bahçesinin güzelliğine, intizamına bir ziynet, bir süs olmak üzere Sani-i Hakim tarafından kasten yapılmış olduğunu, pek yüksek, geniş, şairane bir hayalle dünyanın o bahçe manzarasını nazar altına alabilen adam, görebilir.
Maahaza, o gibi şeyler kasti olmasaydı, şekillerinde hikmetli tehalüf olmazdı. Evet, tehalüfte kasıt ve ihtiyar vardır. Her insanın bütün insanlara simaca muhalefeti buna delildir.”
Karl Rosenkranz, çirkinliği bir olgu olarak izah eder ve onu bir kenara itilmişlikten kurtarır, bu konuda bir de kitabı vardır. Lalo da çalışmalarında çirkinin zaferini ilan eder, çünkü çirkin güzelin olmazsa olmazıdır. İtalyan postmodernisti Evo da çirkinliğin tarihini yazar.
Bediüzzaman nerelerde dolaşır uyanın ey ehli kitap ve mektep ve entel dostlarımız.
O işi tezad gibi bir felsefi esasa dayandırır. Güzel neye göre güzeldir, elbette çirkin vahid-i kıyasidir.
“İ’lem eyyühe’l-aziz! Zahir ile batın arasında müşabehet varsa da, hakikate bakılırsa aralarında büyük uzaklık vardır.
Eşyanın hakikati ancak zıtlarıyla bilinir.”
Gençlerin hapishane hayaını da mağaraya ve sofilerin itikafına benzetir.
“Evet, bir genç, hapiste, yirmi dört saat her günkü ömründen tek bir saatini beş farz namaza sarf etse ve ekser günahlardan hapis mâni olduğu gibi, o musîbete sebebiyet veren hatâdan dahi tevbe edip sâir zararlı, elemli günahlardan çekilse, hem hayatına, hem istikbâline, hem vatanına, hem milletine, hem akrabâsına büyük bir faydası olması gibi; o on, on beş senelik fânî gençlikle, ebedî parlak bir gençliği kazanacağını, başta Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân, bütün kütüb ve suhuf-u semâviye katî haber verip müjde ediyorlar.
Evet, o şirin, güzel gençlik nimetine istikàmetle, tâatle şükretse, hem ziyâdeleşir, hem bâkîleşir, hem lezzetlenir. Yoksa hem belâlı olur, hem elemli, gamlı, kâbuslu olur gider; hem akrabâsına, hem vatanına, hem milletine muzır bir serseri hükmüne geçirmeye sebebiyet verir.
Eğer mahpus, zulmen mahkûm olmuş ise, farz namazını kılmak şartıyla, herbir saati bir gün ibâdet olduğu gibi, o hapis, onun hakkında bir çilehâne-i uzlet olup, eski zamanda mağaralara girerek ibâdet eden münzevî sâlihlerden sayılabilirler”
Geçen hakikati tenvir edecek bir seyahat-i hayaliye sûretinde nimmanzum olarak Lemeât’ta yazdığım bir vâkıa-i misâliyenin meâlini şurada zikretmeye münâsebet geldi. Şöyle ki:
Bu risâlenin telifinden sekiz sene evvel, İstanbul’da, Ramazan-ı Şerifte, meslek-i felsefe ile münâsebette bulunan Eski Said’in Yeni Said’e inkılâb edeceği bir hengâmdadır ki, Fâtiha-i Şerîfenin âhirinde
ile işaret ettiği üç mesleği düşünürken şöyle bir vâkıa-i hayaliye, bir hâdise-i misâliye, rüyâya benzer bir hâdise gördüm ki:
Buradaki mağarada felsefi bir mağaradır, filozofların ışık almayan karanlık mağarası.
“Kendimi bir sahrâ-i azîmede görüyorum. Bütün zeminin yüzünü karanlıklı, sıkıcı ve boğucu bir bulut tabakası kaplamış. Ne nesîm var, ne ziyâ, ne âb-ı hayat-hiçbirisi bulunmuyor. Her tarafı canavarlar, muzır ve muvahhiş mahlûklarla dolu olduğunu tevehhüm ettim. Kalbime geldi ki, şu zeminin öteki tarafında ziyâ, nesîm, âb-ı hayat var. Oraya geçmek lâzım. Baktım ki, ihtiyârsız sevk olunuyorum. Zeminin içinde tünelvârî bir mağaraya sokuldum; git gide zeminin içinde seyahat ettim. Bakıyorum ki, benden evvel o tahte’l-arz yolda çok kimseler gitmişler. Her tarafta boğulup kalmışlar. Onların ayak izlerini görüyordum. Bâzılarının bir zaman seslerini işitiyordum. Sonra sesleri kesiliyordu.
Ey hayali ile benim seyahat-i hayaliyeme iştirak eden arkadaş! O zemin, tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise ehl-i felsefenin efkârı ile hakikate yol açmak için açtıkları meslektir. Gördüğüm ayak izleri, Eflâtun ve Aristo gibi meşâhirlerindir. İşittiğim sesler, İbn-i Sina ve Farâbî gibi dâhîlerindir. Evet, İbn-i Sina’nın bâzı sözlerini, kanunlarını bâzı yerlerde görüyordum; sonra bütün bütün kesiliyordu. Daha ileri gidememiş. Demek boğulmuş. Her ne ise, seni meraktan kurtarmak için hayalin altındaki hakikatin bir köşesini gösterdim. Şimdi seyahatime dönüyorum.
Git gide baktım ki, benim elime iki şey verildi: Biri, bir elektrik; o tahte’l-arz tabiatın zulümâtını dağıtır; diğeri, bir âlet ile dahi, azîm kayalar, dağ-misâl taşlar parçalanıp bana yol açılıyor. Kulağıma denildi ki, "Bu elektrik ile o âlet, Kur’ân’ın hazînesinden size verilmiştir.
Her ne ise, çok zaman öylece gittim. Baktım ki, öteki tarafa çıktım. Gayet güzel bir bahar mevsiminde bulutsuz bir güneş, ruhefzâ bir nesîm, hayattar bir âb-ı leziz, her taraf şenlik içinde bir âlem gördüm. "Elhamdülillâh" dedim.”
Nur talebelerinin hayatı da bir manevi tekamül mağarasıdır.
“Madem eski zamanlarda âhiretini dünyasına tercih edenler, hayat-ı içtimaiyenin günahlarından kurtulmak ve âhiretine hâlisâne çalışmak niyetiyle mağaralarda, çilehanelerde riyazetle hayatlarını geçirenler bu zamanda olsaydılar, Risale-i Nur şakirtleri olacaktılar. Elbette şimdi, bu şerait altında, bunlar onlardan on derece daha ziyade muhtaçtır ve on derece fazla fazilet kazanıyorlar ve on derece daha rahattırlar.
Yeni Said de artık mağaraya sığınır ve orada eserlerini yazarak mağaranın dışını dünyayı aydınlatır.
Yuşa Tepesindeki hayatı da yine onu telife götüren olaylar zincisindedir. Eski Said Yeni Said de mağara ile dışı arasındaki gelgitlerdir, gündelik ve medarı fahr olan dünyadan her zaman kaçar sürgünler, hapisler onu idealinden vazgeçiremez. Namık Kemal Magosa sürgününde beyler gibi yaşar. Yine de en çok eser o dönemde vermiştir. Hayatını özetlerken halini hasbice anlatır.
“Buraya kadar geçen hayatım bir vatanperverlik hali idi. Siyaset yoluyla dine hizmet hissini taşıyordum. Fakat bu andan itibaren dünyadan tamamen yüz çevirdim ve kendi ıstılahıma göre "Eski Said"i gömdüm. Büs bütün âhiret ehli "Yeni Said" olarak dünyadan elimi çektim. Tam bir inziva ile bir zaman İstanbul’un Yûşâ Tepesine çekildim. Daha sonra doğduğum yer olan Bitlis ve Van tarafına giderek mağaralara kapandım. Ruhî ve vicdanî hazzımla başbaşa kaldım. yani, "Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım" düsturuyla kendi ruhî âlemime daldım. Ve Kur’ân-ı Azîmüşşânın tetkik ve mütalâasıyla vakit geçirerek "Yeni Said" olarak yaşamaya başladım. Fakat kaderin cilveleri, beni menfî olarak muhtelif yerlerde bulundurdu. Bu esnada Kur’ân-ı Kerîmin feyzinden kalbime doğan füyuzâtı yanımdaki kimselere yazdırarak birtakım risaleler vücuda geldi. Bu risalelerin heyet-i mecmuasına "Risale-i Nur" ismini verdim. Hakikaten Kur’ân’ın nuruna istinad edildiği için, bu isim vicdanımdan doğmuş. Bunun ilham-ı İlâhî olduğuna bütün imanımla kaniim ve bunları istinsah edenlere "Bârekâllah" dedim. Çünkü iman nurunu başkalarından esirgemeye imkân yoktu.
Bu risalelerim birtakım iman sahipleri tarafından birbirinden alınarak istinsah edildi. Bana böyle bir kanaat verdi ki, Müslümanların zedelenen imanlarını takviye için bir sevk-i İlâhîdir. Bu sevk-i İlâhîye hiç bir sahib-i iman mâni olamayacağı gibi, teşvike de dinen mecbur bulunduğumu hissettim. Zaten bugüne kadar yüz otuzu bulan bu risaleler tamamen âhiret ve iman bahislerine ait olup, siyasetten ve dünyadan kastî olarak bahsetmez. Buna rağmen birtakım fırsat düşkünlerinin de iştigal mevzuu oldu. Üzerinde tetkikat yapılarak Eskişehir, Kastamonu, Denizli’de tevkif edildim; muhakemeler oldu. Neticede hakikat tecellî etti, adalet yerini buldu. Fakat bu düşkünler bir türlü usanmadılar. Bu defa da beni tevkif ederek Afyon’a getirmişlerdir. Mevkufum, isticvab altındayım.”
Kendisi sürgündedir asıl onu sürgünlere maruz bırakanlara düşkünler der, gerçekten her tarafı nezahet içinde bir insana reva gördükleri böyle basit davranışlardır.
Bediüzzaman mağara ibtilasına, inzivaya düşkündür, onun inzivası ve mağarası aslında onun üretimi için ruhsal hazırlıktır. Amerikalı ünlü bir psikanalist olan Arieti yalnızlığın dehaların gıdası olduğunu söyler, gerçekten de öyledir. Dostoyevski’nin Sibirya sürgünü de onun romanlarının malzemelerini ona verir. Etrafında basit nedenlerle ölen ve öldürülen insanlara çok üzülür ama daha sonra romanlarındaki bütün tipleri burada tanır. “Allah beni romancı yapmak için buralara sürmüş“ der. Zulüm dehaların ekmeğidir. Sürgününde eşyaları arasında Kur'an-ı Kerim de vardır.
“İstanbul’un ispanyol nezlesi gibi siyasetinden kaçıp Ankara hükümetinin celbi ile oraya gelir orada da kaderin eli onu mağaraya arkasından da telif için başka mıntıkalara gönderir.
Diyanetteki azalığı, hem Vilayat-ı Şarkiye Vaiz-i Umûmiliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara’dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamayacağını bildirerek, Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkta idame-i hayat etmeye başlar.
O bu kadar zulme rağmen sadakat fikrinden vazgeçmez, çok çok özel bir adam olduğu ortada.Türk fikir tarihinde edebiyatında en küçük zulümlere bile tahammül edemeyip başka ülkelere kaçıp ihanet üretenlerin yerine o her zaman idealinden vazgeçmez.
“Van’da, mezkûr mağarada yaşamakta iken, Şarkta ihtilal ve isyan hareketleri oluyor.
"Sizin nüfûzunuz kuvvetlidir" diyerek, yardım isteyen bir zatın mektubuna,
"Türk milleti asırlardan beri İslamiyete hizmet etmiş ve çok velîler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez; siz de çekmeyiniz, teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir" diye cevap gönderiyor.
Fakat, yine, hükûmet Bediüzzaman’ı Garbî Anadolu’ya nefyediyor. Van’da mağaradan çıkarılıp Anadolu’ya hareket etmek üzere jandarmalarla sevk edilirken, yollara dökülüp, "Aman Efendi Hazretleri, bizi bırakıp gitme.
Ne kadar kendini bir hedefe kilitlemiş, ne olursa olsun sadakattan vazgeçmez, sürgünleri afiyetle karşılar.
“Şark hadisesi münasebetiyle nefyedilmem, iddianamede iştiraki ihsas ettiği cihetle cevap veriyorum ki: Hükûmetin dosyalarında, benim künyem altında hiçbir meşrûhat yoktur; sırf ihtiyat yüzünden nefyedildiğim, hükûmetçe sabit olmuştur. Ben, o zaman da, şimdiki gibi münzevî yaşıyordum. Bir dağın mağarasında, bir hizmetçi ile yalnız otururken, beni tutup, on sene bilasebep, müracaat etmediğim için, dokuz sene bir köyde, bir sene de Isparta’da ikamete mahkûm edip, ahirinde bu musîbete giriftar ettiler.”
Onun sürgünleri ve mağaradaki hayatı bize göre zulümdür ama o sanki oralarda hayat bulur. Eee bu kadar farkımız olsun.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.