Hüseyin YILMAZ
Bediüzzaman’ı anlayabilir miyiz?
Suale vücud veren, Risale-i Nur Külliyatı’nın dilinden dolayı yapılan yakınmalar değil. Ankara kaynaklı kasdî dil tahribkârlığının, Osmanlı ve İslâmiyet kokusu taşıyan eski eserlerin dil itibariyle anlaşılmasını güçleştireceği, mürür-u zamanla büsbütün okunmaz hale getireceği kaçınılmaz âkibetti, hedeflenen de buydu. Türkçeyi, “öz Türkçe” maskesi altında budayanların maksadı, aşağı yukarı üç çeyrek asırda zakkumî bütün meyvelerini vermiş, neredeyse tekamülünü tamamlamak üzeredir.
Dilimiz Osmanlıcayı düşman dili telâkkisiyle tahrib edenler, bin yıllık irfanımızın idam kararını kendi evlatlarına infaz ettirdiler. Bugün Türkçülükte ölçü tanımayanlar bile cedlerinin dilini heceleyemiyor artık. Bin yıllık parlak bir medeniyetin taşıyıcısı dil çoktan öldü. Sadeleştirilerek bu günün kısır Türkçesine güya kazandırılan eserler ise cenîn-i sakıt gibi; yarı mefluç, çarpılmış ve eksik uzuvlar ile yaşaması mümkün olmayan cenînler. Dil tahribkârlığı ihanetti; sadeleştirmek ise bu ihaneti yaşatan şuursuzluk. Yapılması gereken şey, ceddimizin dilini öğrenmekte gayretli olmaktı. Yapmadık, yapamadık!..
Bu felâketin tek istisnası, etrafında muhteşem bir cemaati teşekkül ettiren Risâle-i Nur Külliyatı. Risale-i Nurlara giydirilen vehbiyet zırhı ile müellifine duyulan hayranlık ve sadakat, kadim irfân ve inançlarımızın hazinedarlığını yapan bu eser külliyatını koruyan iki büyük âmil. Müellifin eserlerine müdahale etmekte kendisini bile mezun görmemesi ise daha enfüsî ama bir o ölçüde de daha müessir başka bir âmildir.
Bu uzun girizgâh, makaleye vücud veren sualin kaçınılmaz neticesi idi. Kısacası Bediüzzaman’ı anlayamıyorsak veya anlayamayacaksak, bunun bugün artık yaşamayan diliyle bir alâkasının olmadığını ifâdeye çalışıyorum. Zirâ, Nur Talebeleri, bir şekilde, şöyle-böyle de olsa, Bediüzzaman’ın dilini öğrenmeye gayret ediyorlar, öğreniyorlar da. Yaşatıyorlar mı?
Maalesef o bambaşka bir dert. Hayır yaşatmıyorlar, demeye mecburum. Uydurukça furyası başta münevverleri olmak üzere Nurcuları da esir almış görünüyor. Günlük hayatlarında kullandıkları dil itibariyle ekseriyetten farkları yok, yer yer çok daha kötü olduklarını bile söylemek mümkün. Hâkim cereyanlara karşı duyulan hayranlık, yazık ki, zaman zaman çok kötü bir taklidi de doğurabiliyor. Her ne ise…
Bence Bediüzzaman’ı hakkıyla anlama şansına sahib değiliz. Bu hükmün dilinin ağırlığıyla bir alâkası yok, bir nebze izahına çalıştım. Anlamaktaki aczimizin, çaresizliğimizin asıl sebebi, Bediüzzaman ve eserlerini netice veren büyük bir irfânı, muhteşem bir medeniyeti kaybetmiş olmamız. Bediüzzaman’ın düşünce dünyasına uçsuz bucaksız bir serhad ve dipsiz bir derinlik kazandıran, insanlık târihinin en parlak medeniyetini kuran cedlerinin dünyasına yetişmiş olması idi. Cihân devletine mensub olmanın büyük hazzını yaşamış, mükellefiyetlerinin farkına varmıştı.
Muhteşem zekâsını yarı yolda bırakmayan parlak hafızasını, sonu gelmez bir gayret ile beslemişti. Doksan cild kitabı ezberlemiş, üç ayda bir de zihnen tekrarlayıp, istifadeye hazır şekilde muhafazasına çalışıyordu. Bu doksan cild eserin isimlerini bile sayabilecek durumda değiliz. Ekseriyetini kabul görmüş, bin üç yüz yılın mührünü taşıyan kütub-u İslâmiyyenin en parlak eserleri teşkil ediyordu. Sadece kütub-i İslâmiyye mi? Hayır, fen ve felsefenin revaç bulan eserleri de hatırı sayılır bir yere sahipti, dağarcığında bir yekûn teşkil ediyorlardı.
Hülyâm, Bediüzzaman’ı, ormanları kesip biçen, şekillendiren, inşalar yapan gayretli bir marangoz gibi tahayyül ettirir, zaman zaman. Her ağacı yoklayan, her keresteyi şekillendiren, istifadeye hazırlayan bir efsane kahramanı gibi. Kestiği her ağacı, biçtiği her tomruğu, tesviye ettiği her keresteyi hayatlandıran iki mikyası var: Kur’an ve Sünnet… Önündeki her malzemeyi bu iki mikyas ile tasnif etmiş, kesmiş, biçmiş, yeniden şekillendirmiş ve büyük bir inşaya dönüştürmüştür: Risâle-i Nur Külliyatı.
Evet, Bediüzzaman’ı -en azından olması gerektiği kadar- anlamamız mümkün değildir. Çünkü, bildiklerinin çoğunu bilmiyoruz; bugün elimizin altında duran Risale-i Nur Külliyatını netice veren zemin kayıp artık. O tarla Harf İnkılâbı ile imha edildi, şuristana döndü, verimsiz, ot bitmeyen çorak topraklar gibi geçmişimiz. Onun için kadim irfânımızı bilmeden, Bediüzzaman’ı hakkıyla anlayamayız.
Bediüzzaman’ın ilmi kesbi değil vehbî idi, diyerek onu tırmanılması imkânsız bir irtifaya çıkarmak, acziyetimizin başka türlü itiraf ve ilanıdır. Vehbî veya kesbî olsun, bu eserleri hakkıyla istifade edilebilir olmaktan çıkaran şey, Ankara’da geçen asrın başında yaşadığımız büyük felâkettir. Dilleri tahrib edilmiş, inanç ve tarihleri red ve inkâr edilmiş nesilleriz; bedbaht nesiller.
Ağlamanın da, geçmişe takılıp kalmanın da bir kıymet ifade etmediğinin farkındayım. Mutlaka bu kötü gidişatı durduracak, değiştirecek daha köklü, daha hayatî adımlar atmak mecburiyetindeyiz. Alışageldiklerimiz ve bu rutin gidişat ile daha kötüye gideriz; önümüzde kaçınılması imkânsız uçurumlar var, düşeriz. Düşmek üzereyiz.
Cemiyetin kahir ekseriyeti gibi bu devrin belki de muktezası olarak Nurcularda da ciddi bir keyfiyet erimesi yaşanıyor. Artan kalabalıklar, göz kamaştıran dünyevî zenginlikler, hak ve hakikatin hayat bulması noktasından bir değer ifade etmiyor. Korkarım ki, sadece Bediüzzaman’ın ne dediğini değil, ne yapmak istediğini de artık anlamıyoruz. Lüks binalar, iş merkezleri, keyfiyetsiz talebe ve müntesib çokluğu ile varılacak yer, dünyevileşmekten ibarettir. Dünyevîleşmek, yani hiçleşmek, yok olmak. Bu sakîm çığırın öncüsü Gülen, numune-i imtisâl değildir.
Risâle okuyanların başkaları gibi olmaya, başkaları gibi düşünmeye, başkaları gibi yaşamaya hakkı yok. Büyük bir vebal ile tehlikeli bir sukuttur bu. Vazifemiz insan yetiştirmekti, büyük binaların inşâsı, oluk oluk para akıtan şirketlere payanda olmak değil.
Nurculara bir teklifim var: Medresetüzzehra düşüncesinin çekirdeği hükmünde olacak bir adım atmak. Bünyesinde fen ilimleri ile birlikte, İslâmî ilimlerin tamamını havi bir tedrisatın gerçekleştirildiği, Risâle-i Nur Külliyatının harf harf, kelime kelime, satır satır tahlil ve tasnif edildiği, Bediazzaman’ın zihin tarlası hükmündeki eserlerin mümkünse tamamı, değilse en azından yaşaması zarurî olanlarının da okutulduğu bir akademiden, yahut fakülteden, yahut üniversiteden bahsediyorum. Erken değil, çook geç kaldık…
Siyaset arenasının entrikalarına kafa yorup ruhumuzu hasta, aklımızı divane edeceğimize; ticaret dünyasının ahlâksızlıklarına ülfet peyda edip, faiz dahil her günaha alışıp irtikab edeceğimize, ümmetin geleceği için insan yetiştirelim, diyorum.
Ümid ediyorum ki, düşüncelerimi uçuk göreceğiniz kadar yapayalnız değilim!..
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.