Bediüzzaman’ın Burdur’da başına gelenler! 98 yıl önce bugün başlayan yeni dönem
Bediüzzaman Hazretlerinin Burdur’da kaldığı meskeni için, kimisi bir otelde, kimisi bir ev kiralayarak, kimisi de caminin bir hücresinde kaldığını söylemektedirler.
Abdülkadir Badıllı-Mufassal Tarihçe-i Hayat
Üstâd Bediüzzaman Said Nursi Burdur’a, kuvvetli tahminlere göre, 20 Mayıs 1925’te getirilmiştir. Şark vilayetlerinden sürgün edilenlerin bir çoğu buraya getirilmişlerdi. Sürgünlerin bir çoğu memleketlerinde zengin aileler, ağa ve reis idiler. Memleketlerinden beraberlerinde getirebildikleri paralarla oldukça müreffeh yaşamaktaydılar. Bediüzzaman ise, yalnız Dar‑ül Hikmet’te yaptığı a’zalık sırasında aldığı maaşından az bir kısmını arttırabilmiş ve o az bir para ile a’zamî iktisad içinde geçimini sürdürmekteydi. Zaten tek başına idi, mücerreddi.
BURDUR’DA MESKENİ
Bediüzzaman Hazretlerinin Burdur’da kaldığı meskeni için, kimisi bir otelde, kimisi bir ev kiralayarak, kimisi de caminin bir hücresinde kaldığını söylemektedirler. Fakat bu rivayetlerin içinde en kuvvetlisi ise, onun bir cami hücresinde kaldığıdır. Mamafih ihtimal dahilindedir ki; Burdur’a ilk gittiği zaman, bir kaç gün için mütevazi bir otel odasında kalmış, bilâhare de ucuz bir ev kiralayarak yerleşmiş olabilir. Daha sonraları ise, bir camiin odasını bulup orada kalmış olması da mümkündür.
Necmettin Şahiner, Üstâd Hazretleri’nin Burdur’da Delibaba Camii hücresinde kaldığını yazar. Lâkin Burdurlularca umumî rivayet, Üstâd’ın Hacı Abdullah camiinin bir odasında kaldığıdır. Burdur’a sürgün gitmişlerden bir zatın rivayetine göre: Hazret‑i Üstâd ya mezkûr camide, yahud da Ahmed Hamdî Kasaboğlu’nun ifadesinde: Burdur Kasaboğlu camiinde arasıra cemaata va’az u nasihat ettiğini ve hiç bir vakit boş durmadığını kaydederler. Böylece Hazret‑i Üstâd’ın kaldığı cami hücresinde olsun yahut da kiralamış olduğu evinde olsun bir çok yerli halktan, sürgünlerden Müslümanlar onu ziyaret etmekteydiler.
Hazret‑i Üstâd ise, gerek camide yaptığı va’azlarında, gerekse gelen ziyaretçilerle yaptığı sohbetlerinde bütün dersleri iman ve akidenin takviyesi etrafında dönüyordu. Burdur’un içinde olduğu gibi, civarındaki bir çok Müslümanın da Bediüzzaman’ın irşadkâr derslerini, va’az ve nasihatlarını dinlemeye ve onu ziyarete gelmeye başlamışlardı.
BİNBAŞI ASIM BEY’İN RİSALE‑İ NUR’LA BAŞLAYAN ALÂKASI
Bilhassa o civarda yaşamış büyük velî Rahmi Sultan’ın talebeleri Bediüzzaman’a karşı büyük muhabbet ve çok samimi alâkadarlık göstermişlerdi. Bunlardan birisi olan ehl‑i kalb ve veli insan Burdur’lu Nasuhizade Mehmed ve yine Burdurlu Hasan Efendi, Bediüzzaman Hazretleri’yle ahiret kardeşliği akdetmiş, ona talebe olmuşlardı. Merhum Binbaşı Asım Bey’in de Risale‑i Nur’la alâka ve irtibatı Burdur’da Rahmi Sultan’ın talebeleri vasıtasıyla başlamıştır.
Hülâsa: Burdur ve civarı, Bediüzzaman’ın neşrettiği iman ve Kur’ân nurlarıyla ve saçtığı mânevî ziyalarıyla nurlanmaya başlamıştı. Onun sevgisi ehl‑i iman arasında yavaş yavaş yayılmakta, adı ve şöhreti gün geçtikçe duyulmakta idi.
BURDUR’DA TELİF EDİLEN ESERLER
Burdur’da Hazret‑i Üstâd, bir de bazı risaleler telif etmeye başlamıştı. Bu Risaleler imanın temel kaideleri ve esasları olan çok ağır mevzuları işledikleri için, ilmî ve ağır bir üslûbda te’lif edilmişlerdi. Burdur’da te’lif edilen risaleler, Arapça şemme ve şule risalelerinin ek bazı parçaları idi. Bunlar ilk önce Arapça te’lif edilmiş, bilâhare de Türkçe olarak “Birinci Ders, İkinci Ders, Üçüncü Ders...” şeklinde te’lif edilmiş, bir kitap haline getirilmişti. Lâkin o sıra bu çok ehemmiyetli risalelerin tab’ı mümkün olmamış, yazma halinde kalmıştı.
Bu Türkçe olan kitaba Hazret‑i Üstâd 1953’te Isparta’ya yerleştikten sonra, 1954’te Barla’ya gittiği zaman, ona “Nur’un İlk Kapısı” diye isim koydu. Arapça parçaları da, bilâhare Mesnevî‑i Arabî’nin içindeki yerlerine vaz’ buyurdular. Nurun İlk Kapısı’ndaki dersler, aynı zamanda “Küçük Sözler”in de esasları idi. Bu dersler, Üstâd Barla’ya geldikten sonra, yeniden “Sözler” şeklinde te’lif edilmiş, başında da şöyle bir ta’rif yazılmıştır:
“Vaktiyle sekiz ayetten istifade ettiğim, “Sekiz Sözü” biraz uzunca nefsime demiştim. şimdi kısaca ve avam lisanıyle nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin.”
BİR SÜRGÜN DEĞİL KUR’ÂN HAKİKATLARININ MUHAFIZI OLARAK GELMİŞ
İşte, Hazret‑i Üstâd Bediüzzaman, Burdur’a bir menfî olarak değil, bir mürşid, bir mühdî, Kur’ân hakikatlarının muhafızı ve bir iman bekçisi olarak gelmiş bulunuyordu. Buraya, adeta yepyeni manevî bir vazifenin başına tayin edilmiş olarak, küfür ve dalâlet ehlinin el uzattıkları ve yıkmayı plânladıkları iman kal’asını yeniden inşaaya, imara başlamış, yeni hizmet şekline ve tecdid vazifesine girmiş bulunuyordu.
Van’dan almış olduğu imamlık ve vaizlik vesikaları da elinde mevcuttu. Kur’ânî ve imanî hizmetlerini hem va’az ve nasihat suretleriyle, hem de te’lifat şeklinde yürütüyordu. Kendini sürgün ve menfi saymamaktaydı. Belki buralara kader‑i İlâhî’nin manevî emri ve sevkiyle bir vazife başına gönderildiğinin idrâk ve iz’anı içerisindeydi. Ondandır ki; diğer menfiler gibi her akşam karakollara gidip te, ispat‑ı vücud etmeyi zaid görüyor ve buna tenezzül etmiyordu. Onun yakın talebeleri de öyle idi. Mahallî hükümet de Bediüzzaman’ın üzerine fazla gitmiyordu. Çünkü Bediüzzaman’ın faziletini ve masumiyetini iyi biliyorlardı...
FEVZİ ÇAKMAK’A BU SÖZÜ SÖYLETTİREN KUR’ÂN HİZMETİNİN KUTSİYETİDİR
Üstâd Bediüzzaman’ın Burdur hayatı bu şekilde sürüp gittiği bilinmekle beraber, Büyük Tarihçe‑i Hayat’ta, “Üstâd’ın Burdur’da büyük zulüm ve tarassud altında, işkenceli bir esaret hayatı geçirdi” diye yazılmış. Ben hikmetini anlayamadım. Çünkü Üstâd filhakika Burdur’da iken pek öyle bir zulüm ve tazyik görmemiştir. Ancak Barla’ya yerleştirildikten sonra, yine de onun zatına ve şahsına karşı değil, Kur’ân ve iman hizmetine şeytanî tedbirlerle zulüm ve tarassudlar başlamıştı.
Üstâd’ın Burdur’da bulunduğu aynı sene içinde, askerî bir teftiş maksadıyla oraya gelen zamanın Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’a, Burdur vâlisi Bediüzzaman’ı şikâyet tarzında: “Hükûmeti tanımıyor, ıspat‑ı vücuda gelmiyor, dinî dersler veriyor” diye serzenişte de bulunuyor.
Mareşal Çakmak, “Ona ilişmeyiniz. Bediüzzaman’dan zarar gelmez. Ona hürmet ediniz!” şeklinde bir nevi emir ve talimat vermiştir.
Hazret‑i Üstâd da bu hadiseyi, “Vazifesi olan Kur’ân hizmetinin başında bulunduğundan dolayı, Fevzi Çakmak’a bu sözü söylettiren Kur’ân hizmetinin kutsiyetidir” şeklinde izah etmektedir.
Hazret‑i Üstâd’ın Burdur’da geçen sekiz ay kadar hayatıyla ilgili maalesef çok az şey biliyoruz. Isparta’da geçen yirmi gün gibi kısacık günlerini de buna eklesek, Barla’ya gidinceye kadar toplam dokuz aylık hayatının bir kaç şahidinin kısacık hatıralarından başka, bir de Burdur’da yazılmış Arapça ve Türkçe dört beş parça eserinden gayrı elimizde bir şey yok.
NE VAKİT NEFSİMİ KURTARMAK FİKRİ BANA GALEBE ETTİ…
Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, kendi hayatında kader‑i İlâhî tarafından başına gelmiş olan şu sürgünlük hadisesini; Van’dan alınıp Burdur’a, sonra Isparta’ya, daha sonra Barla’ya kadar götürülüşünü bilâhare bir eserinde bir hatıra nev’inden yâd etmektedir. Bu hatıranın ihtiva ettiği manalar çerçevesinde bazı şeyler yazıldı ise de, Üstâd’ın kendi öz ifadesiyle onları dinlemek lezzetli olur diye kaydediyoruz. Üstâd’ın bu hatırası içinde, onun hayat hikâyesi hususunda bazı tarihler de verilmekte ve bazı vakıaların belgeleri de verilmiş olmaktadır. şöyle der:
“Bu biçare Said, Van’da ders‑i hakaik‑ı Kur’âniye ile meşgul olduğum miktarca, şeyh Said hadisatı zamanında vesveseli hükûmet hiç bir cihette bana ilişmedi. Vakta ki, “Neme lâzım!” dedim, kendi nefsimi düşündüm. Ahiretimi kurtarmak için Erek dağında harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebebsiz beni aldılar, nefy ettiler, Burdur’a getirildim. Orada yine hizmet‑i Kur’âniye’de bulunduğum miktarca, o vakit menfilere çok dikkat ediliyordu. Her akşam ispat‑ı vücud etmekle mükellef oldukları halde, ben ve halis talebelerim müstesna kaldık. Ben hiç bir vakit ispat‑ı vücuda gitmedim, hükûmeti tanımadım.
Oranın valisi, oraya gelen Fevzi Çakmak Paşa’ya şikâyet etmiş. Fevzi Paşa demiş: “Ona ilişmeyiniz, hürmet ediniz!” bu sözü ona söylettiren hizmet‑i Kur’âniye’nin kudsiyetidir.
Ne vakit nefsimi kurtarmak, yalnız ahiretimi düşünmek fikri bana galebe etti, hizmet‑i Kur’âniye’de muvakkat fütûr geldi; aks‑i maksadımla tokat yedim, yani bir menfadan diğerine, Isparta’ya gönderildim.
Isparta’da yine hizmet başına geçtim. Yirmi gün geçtikten sonra bazı korkak insanların ihtarlarıyla: “Belki hükûmet bu vaziyeti hoş görmeyecek, bir parça teennî etsen daha iyi olur” dediler. Ben de tekrar yalnız kendimi düşünmek hatırası kuvvet buldu. “Aman halklar gelmesin!” dedim. Yine o menfadan dahi, üçüncü nefy olarak Barla’ya verildim.”
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.