Misafir Kalem
Bediüzzaman’ın iki hayat prensibi: İslâmiyetten taviz vermemek ve müsbet hareket etmek (I)
Prof. Dr. Ahmet Akgündüz'ün yazısı
Eski Said ve Yeni Said Şer’-i Şeriften Asla Taviz Vermemiştir: İslâmiyetten Taviz Vererek İslâm’a Taviz Verilmez
Evvela şunu ifade edelim ki, İslâm hukûkunda gerçek anlamıyla kânûn koyucu (şâriʻ=hâkim), Allah, yani ilâhî İrâdedir. Demek ki bunun dışındaki yasama kaynaklarına gerçek anlamda kânûn koyucu olarak bakılmamakta, belki bunlar, ilahî irâdeye uygun hukûkî hükümleri tesbit etme kaynağı olarak görülmektedir. O halde İslâm hukûkunun temel ve değişmez iki kânûn koyucusu mevcuttur. Bunlardan, birincisi Allah’dır, İkincisi de ilahî irâdeyi (vahyi) açıklama yetkisine sahip olan Hz. Peygamber’dir. Allah’ın kelâmı olan Kur’an ve Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrîrlerinden oluşan sünnet, İslâm hukûkunda yasamanın iki temel kaynağıdır. Ancak bu iki kaynak bütün hukûkî meselelerin hükümlerini ayrı ayrı tesbit etmemiş ve bazı konularda sadece genel esasları vaz ’ederek ayrıntılarını değişen şartlara göre, meşrûiyetini kabul ettiği hukûkî kaynaklar muvâcehesinde, hukûkçulara ve zamanın yasama organına terk etmiştir. O halde İslâm Hukûkundaki hükümler, kaynakları açısından iki kısımdır:
A) Zarûriyât-ı Diniye (Ahkâm-ı Zaruriye=Muhkemât): Kur’an ve sünnetin açık olarak ifade ettiği şer‘i hükümlerdir. Bunlar, hiç bir şahıs ve kurumun tasdikine gerek olmaksızın geçerlidir ve bütün Müslümanlar için bağlayıcıdır. Bunlarda kânûn koyucu Allah veya peygamberidir. Bütün Müslüman hukûkçuların ittifakı ile yani icmâ’ ile sâbit olan ictihâdî hükümler de aynı şekilde bütün Müslümanları bağlar. İşte burada ilahî kaynaklı yasama faaliyeti ile günümüzdeki yasama gücü arasında önemli bir fark ortaya çıkmaktadır. İslâm hukûkunda yasama organı Kur’an ve sünnette yer alan hükümlere aykırı yasama faaliyetlerinde bulunamaz. Hâlbuki günümüzdeki lâik yasama gücü, kendi İrâdesi olan en yüksek yAsâyı, AnayAsâyı bile kendi İrâdesiyle değiştirebilir. İslâm hukûkunda Sultân-halife ve padişah da dâhil, her Müslümanı bağlayan bu çeşit hükümlere şer‘î hükümler, şer-i şerîf veya şer‘î hukûk denmiştir. Bunun anlamı, sayılanların dışındakilerin şer‘î olmadığı demek değildir, belki herkesi bağlayan ve aksine hüküm vaz’ı mümkün olmayan hükümler manasını ifade etmektedir.[1]
Bedîüzzaman bu çeşit hükümleri şöyle değerlendirmiştir:
Erkân ve ahkâm-ı zaruriye ki, yüzde doksandır. Bizzât Kur’an’ın ve Kur’an’ın tefsiri mahiyetinde olan sünnetin malıdır. İçtihadî olan mesail-i hilafiye ise, yüzde on nisbetindedir. Kıymetçe mesail-i hilafiye ile erkân ve ahkâm-ı zaruriye arasında azîm tefavüt vardır. Mes'ele-i içtihadiye altun ise, öteki birer elmas sütundur. Acaba doksan elmas sütunu, on altunun himayesine vermek, mezcedip tâbi kılmak caiz midir?[2]
Dinin zaruriyatı ki, içtihad onlara giremez. Çünki kat'î ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, kut ve gıda hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet ve gayreti, onların ikamesine ve ihyasına sarfetmek lâzım gelirken, İslâmiyet'in nazariyat kısmında ve selefin içtihadat-ı safiyane ve hâlisanesiyle, bütün zamanların hacatına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp heveskârane yeni içtihadlar yapmak, bid'akârane bir hıyanettir.[3]
İslâmiyet’in dairesine selef-i sâlihîn gibi takva-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyat-ı diniyenin imtisali tarîkıyla dâhil olanlarda meyl-üt tevessü' ve irade-i içtihad bulunsa; o kemaldir ve tekemmüldür. Yoksa zaruriyatı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddîye ile âlûde olanlardan olan o meyl-üt tevsi' ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrib ve boynundaki şer'î zincirini çıkarmağa vesiledir. [4]
Din-i İslâm'ın esasatını bizzât kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en cüz'î âdâbını dahi bizzât o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek füruat-ı İslâmiye (burada fürû’-ı fıkıh manasınadır), değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki; onlar tebdil edilse, esas-ı din bâki kalabilsin. Belki esas-ı dine bir ceseddir, lâakal bir cilddir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş; kabil-i tefrik değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya sahib-i Şerî’atı inkâr ve tekzib etmek çıkar.
Mezahibin ihtilafı ise: Sahib-i Şerî’atın gösterdiği nazarî düsturların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir. "Zaruriyat-ı Diniye" denilen ve kabil-i tevil olmayan ve "Muhkemat" denilen düsturları ise, hiç bir cihette kabil-i tebdil değildir ve medar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını dinden çıkarıyor; يَمْرُقُونَ مِنَ الدِّينِ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنَ الْقَوْسِ (“Okun yaydan fırlaması gibi dinden çıkarlar.” Buharî, Enbiyâ: 6; Menâkıb: 25; Meğâzî: 61; Fedâilü’l-Kur’ân: 36; Edeb: 95; Tevhid: 23, 57; İstitâbe: 95; Müslim, Zekât: 142-144, 147, 148, 154, 156, 159; Ebû Dâvud, Sünnet: 28; Tirmizî, Fiten: 24; Nesâî, Zekât: 79, Tahrîm: 26; İbni Mâce, Mukaddime: 12; Muvattâ’, Messü’l-Kur’ân: 10; Müsned, 1:88, 3:5, 4:145, 5:42) kaidesine dâhil oluyor.[5]
Bedîüzzaman Hazretleri, şer’-i şerifin zarurî ve kesin olan hükümlerine itiraz edenleri ve Şerî’atın bize nakledicisi olan Sahabeleri tenkid edenleri şöyle izah etmektedir:
O kısım ehl-i dalalet baktılar ki, müçtehidînlerde iş bitmiyor. Onların omuzlarındaki yalnız nazariyat-ı diniyedir. Halbuki bu kısım ehl-i dalalet, zaruriyat-ı diniyeyi terk ve tağyir etmek istiyorlar. "Onlardan daha iyiyiz" deseler, mes'eleleri tamam olmuyor. Çünki müçtehidîn, nazariyata ve kat'î olmayan teferruata karışabilirler. Halbuki bu mezhebsiz ehl-i dalalet, zaruriyat-ı diniyede dahi fikirlerini karıştırmak ve kabil-i tebdil olmayan mesaili tebdil etmek ve kat'î erkân-ı İslâmiyeye karşı gelmek istediklerinden; elbette zaruriyat-ı diniyenin hameleleri ve direkleri olan sahabelere ilişecekler. Heyhat! Değil bunlar gibi insan suretindeki hayvanlar, belki hakikî insanlar ve hakikî insanların en kâmilleri olan evliyanın büyükleri; sahabenin küçüklerine karşı müsavat davasını kazanamadıkları, gayet kat'î bir surette Yirmiyedinci Söz'de isbat edilmiştir.[6]
B) Nazariyât: Kur’an veya sünnette açık bir hüküm bulunmadığı için ictihâd ile sâbit olan hukûkî hükümlerdir. Bütün İslâm hukûkçularının ittifak ettiği yani icmâ’ ile sâbit olan ictihâdî hükümlerin de birinci grupta mütalaa edilmesi gerektiğini önemle belirtmiştik. Geriye kaynağı ictihâd olan ve değişik İslâm hukûkçularının farklı neticelere vardıkları hukûkî hükümler kalmaktadır. Bunların kaynağı istihsân, âmme maslahatı prensibi (istislâh) veya bunlara dayanan örf ve âdet kâideleri gibi tâli kaynaklar olabilir. İkinci gruba giren hükümlerin en önemli özelliği, bağlayıcı olmamasıdır. O halde bu çeşit hükümleri ortaya çıkaran ve şer‘î esaslara göre tesbit edenler müctehid hukûkçular olup, Padişah veya halife değildir. Bir manada yasama faaliyeti mefhumu, müctehid hukûkçuların ictihâdlarına inhisâr etmemektedir. Eğer halife veya Sultân bizzat müctehidse, bu manada yasama faaliyetine dâhildir, yoksa değildir.[7]
Burada şu nakli yapmak zarurettir:
İslâmiyet’in ahkâmı iki kısımdır:
Birisi: Şerî’at ona müessistir. Bu ise, hüsn-ü hakikî ve hayr-ı mahzdır.
Birisi dahi: Şerî’at muaddildir. Yani, gayet vahşi ve gaddar bir suretten çıkarıp, ehven’üs-şer ve muaddel ve tabiat-ı beşere tatbiki mümkün ve tamamen hüsn-ü hakikiyeye geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir surete ifrağ etmiştir. Çünki birden tabiat-ı beşerde umumen hükümferma olan bir emri birden ref'etmek, tabiat-ı beşeri birden kalbetmek iktiza eder.
Binaenaleyh Şerî’at vâzı-ı esaret değildir. Belki en vahşi bir suretten, böyle tamamen hürriyete yol açacak ve geçebilecek bir surete indirmiştir, ta'dil etmiştir.
Hem de dörde kadar taaddüd-ü zevcat, tabiata, akla, hikmete muvafakatıyla beraber Şerî’at bir taneden dörde çıkarmamış, belki sekizden, dokuzdan dörde indirmiştir. Bahusus taaddüde öyle şerait koymuştur ki ona müraat etmekle, hiçbir mazarrata müeddi olmaz. Bazı noktada şer olsa da, ehven’üş-şerdir. Ehven’üş-şer ise, bir adâlet-i izafiyedir.
Heyhat! Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz.[8]
Bedîüzzaman Hazretleri bu çeşit hükümleri inkâra kalkışan yahut bunları hafif gören müctehid taklidlerini şöyle açıklamaktadır:
Diğer kısım ise gayet müdhiş mağrur insanlardır ki; mezhebsizliklerini, müçtehidîn-i izama müsavat davası altında neşretmek istiyorlar ve dinsizliklerini, sahabeye karşı müsavat davası altında icra etmek istiyorlar. Çünki evvelen: O ehl-i dalalet sefahete girmiş, sefahette tiryaki olmuş; sefahete mani' olan tekâlif-i Şer'iyeyi yapamıyor. Kendine bir bahane bulmak için der ki: "Şu mesail, içtihadiyedirler. O mesailde, mezhebler birbirine muhalif gidiyor. Hem onlar da bizim gibi insanlardır, hata edebilirler. Öyle ise biz de onlar gibi içtihad ederiz, istediğimiz gibi ibadetimizi yaparız. Onlara tâbi' olmaya ne mecburiyetimiz var?" İşte bu bedbahtlar, bu desise-i şeytaniye ile, başlarını mezahibin zincirinden çıkarıyorlar.[9]
Birincisi: Ehl-i hak ve ehl-i tedkiktir. Derler ki: "Kur'an, bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır nusus ve muhkematını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabîlinden hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır; başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez." Evet zaman geçtikçe, Kur'an-ı Hakîm'in daha ziyade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa hâşâ ve kellâ selef-i sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zahiriye-i Kur'aniyeye şübhe getirmek değil. Çünki onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat'îdir, esastırlar, temeldirler. Kur'an عَرَبِىٌّ مُبِينٌ fermanıyla manası vazıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlahî, o manalar üzerine döner, takviye eder, bedahet derecesine getirir. O mensus manaları kabul etmemekten, hâşâ sümme hâşâ, Cenab-ı Hakk'ı tekzib ve Hazret-i Risâlet'in fehmini tezyif etmek çıkar. Demek maânî-i mensusa, müteselsilen menba'-ı Risâletten alınmıştır. Hattâ İbn-i Cerir-i Taberî bütün maânî-i Kur’an’ı muan'an sened ile müteselsilen menba'-ı Risâlete îsal etmiş ve o tarzda, mühim ve büyük tefsirini yazmış.[10]
[1] Ebu Fâris, Muhammed Abdülkâdîr, en-Nizâmü's-Siyâsî fi'l-İslâm, 2. baskı, Amman: Dârü'l-Furkan, 1986, sh. 105 vd.; Nebhan, Mubammed Faruk, İslâm Anayasa Ve İdare Hukukunun Genel Esasları, (Trc. Servet Armağan), İstanbul, 1980 (Orijinal İsmi, Nizâmül-Hükm Fil-İslâm), sh. 353 vd.; 374-375.
[2] Sünûhât-Tulû’ât-İşârât, sh. 30.
[3] Sözler, sh. 480.
[4] Sözler, sh. 482.
[5] Mektûbât, sh. 435-436.
[6] Sözler, sh. 496.
[7] Nebhan, 357 vd.; Ebu Fâris, 105 vd.; Karaman, 1/187; Islâhât-ı Kânûniye, BOA, YEE, 14-1540, sh. 12 vd.
[8] Sünûhât-Tulû’ât-İşârât, sh. 96 – 97.
[9] Sözler, sh. 496.
[10] Mektûbât, sh. 389.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.