Kenan ÖREN
Bir Cihangir nostaljisi
Eskilerin çok iyi bildiği bir söz vardır: “Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer,”diye. Bu söz birçok kişi için geçerli olabilir. Ama bana çok uzak bir söz. Zira ben geçmişimi; daha doğrusu çocukluğumu ve gençliğimi, hiç hatırlamak istemem. Benim bu devrelerim hep zorlukla geçti. Hani derler ya “Hayatım Roman”; benim hayatım da romandan öte klasik bir Türk filmi gibidir.
Bir kere üniversiteyi bitirene kadar hem okuyup hem de çalışmak zorundaydım. Meşru dairede birçok işte çalıştım. Bunlardan biri de İstanbul’un meşhur Cihangir semtinde yaşadığım iş tecrübesiydi. Rahmetli babamın yeğeni, bu semtte çok küçük bir evde otururdu. Ben de yazın babamın yeğeninin evine gitmiştim. Biz ona hala derdik. Halam yazın bana bir tüpçüde iş buldu. Daha yaşım 14 veya 15’ti. Tüpçü “bu çocuk bu işte ezilir” dediyse de, çalışmak zorunda olduğumdan “Ben yaparım” dedim ve işe alındım. Tüpçü dükkanının iki ortağı vardı. Birisi bir İstanbul beyefendisi; diğeri ise bir Beyoğlu magandasıydı. Beyefendi olanla iyi geçindiğimden, diğerine de katlanırdım. Olmadık hakaretler ederdi, ama ne yapasın fakirlik, katlanmak zorundaydım. Harçlığımı çıkardıktan sonra bu işten ayrıldım.
Aradan uzun yıllar geçti. Ben okudum, yüksek lisans ve doktora yaptım. ÖSYM beni İstanbul’da temsilci yapmak için eğitime çağırdı. Doçentlik sıfatıyla gittim. Bir de geçmişimi hatırlamak için, Cihangir’e gittim. Tüpçülük yaptığım yerleri gezdim. Tüpçü kapatmıştı dükkânı. Hemen yanı başındaki turşucuya gittim. 35 yıl öncesinde olduğu gibi yine aynı işi yapıyordu. Bir bardak turşu ısmarladım. Yudumlarken tüpçüleri sordum. Maganda olan ölmüştü. İç geçirdim. Bana yaptığı hakaretleri hatırladım. Sonra dükkânın önünde kaşar peyniriyle biraları yudumlamasını hatırladım. Ama şimdi ölmüştü. Bende derin izler bırakan ve hakkımı helâl edemeyeceğim davranış biçimleri sergileyen bu magandayı düşünürken, şimdiki halime baktım. Allah’a şükrettim. “Nereden nereye, sana şükürler olsun Rabbim”.
Ben ki, bir seyyar satıcının oğluydum. Okumam imkânsız gibiydi. Sekiz kardeştik ve babam ancak fizyolojik ihtiyaçlarımızı asgari düzeyde karşılayacak bir gelire sahipti. Birkaç defa da parasını çaldıracak kadar saftı, rahmetli. İşte böyle bir halette iken elimden “Nur Talebeleri” tuttu. Bana saygın bir iş verdiler ve okumama vesile oldular. Allah onlardan ebediyen razı olsun. Eğer onlar vesile olmasaydı şimdi ben asgari ücretle bile zor iş bulacaktım. Ya da çevrem çok düzgün olmadığından suç şebekelerinin ağına düşecektim.
Şimdi düşünüyorum da, Üstad Bediüzzaman’ı bu devlet zamanında anlasaydı ve O’na destek olsaydı, şimdiki ellerinde molotof kokteyli ile saldıran çocukların ellerinde Kur’an-ı Kerim ve O’nun tefsirleri olacaktı. Bir karıncayı bile incitmekten imtina edeceklerdi. Bu saldırganların ve modern Yecüc-Mecüclerin müsebbipleri dinî faaliyetleri baltalayıp, genç nesilleri küfrün ve inançsızlığın kucaklarına bırakanlardır. Bunun vebalinin hesabını bunlar veremezler. Hiç olmazsa Üstadın iade-i itibarını yapsalar ve Risale-i Nurları teşvik ederek eğitimde önemli roller verseler, bir nebze olsun buruk bir sevinç duyarız.
Risale-i Nurlar insanı insan ediyor. İnsana insan olduğunu hatırlatıyor. Anne ve babaya saygıyı öğretiyor. İnsanlara zarar verilmemesi gerektiğini ve hatta gıybetin bile ne denli iğrenç bir günah olduğunu öğretiyor. Başka insanları sevmeyi öğretiyor. “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur,”diyor. Bütün bunları söylerken ve insanlara insanlığını öğretirken, bu eserlerin yıllarca yasaklanması ve müellifinin hadsiz zulme uğraması ne kadar elim bir hadise değil mi?
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.