Bir cümlecik söylev
Cemil Karakullukçu'nun hikayesi...
Kimin günleri bir oldu ki, benimkiler de olsun!
Benim yalnızca günlerim değil, saatlerim, dakikalarım, hatta saniyelerim bile birbirini tutmuyor. Bir anda dört mevsimi yaşar duygularım. İç dünyamın med-cezirleri ne ise, içinde yaşadığım çevrenin iğnelemeleri bir başka hale sokuyor beni. Durup dururken hem içten hem dıştan bir anda fırtına ve kasırgaların tam ortasında buluyorum kendimi. Güneşim kararıyor, kara bulutlar abanıyor üzerime. Karanlığa boğuluyorum.
Bugün de bunun daha değişiğini yaşadım ben. Çağların kucaklayıp günümüze armağan ettiği o büyük şehrin sonbaharının pastırma yazından, felekten bir gün çalıp yaşayayım bir başıma dedim doyasıya. Tarih kokan görkemli meydanında, bir oturakta dinlenmeye niyet ettim. Derin bir nefes aldım. Ciğerlerim bayram yaptı. İçim sevgiyle doldu; bir hoş oldum. İçimin o tanımlayamadığım tatlılığından, ağlamak mı geldi içimden yoksa gülmek mi, inanın, onun bile farkında olamadığım çok kısa bir zaman dilimi içinde bir şeyler oldu bende. Bir garip rüzgâr, yalayarak hareketlendirdi duygularımı. Midem sancılanmaya başladı. Telepati mi derler buna, yoksa altıncı his mi? Beş duyunun dışında, kimi duyuların olduğuna şimdi daha çok inandım. Bu tatlı havada, içimin bu fırtınaya hazırlığı niye? Görünürde olumsuzluklar yoktu çevremde. İçsel bir belirti de yoktu hani...
İçimle dış dünyamın bu zıtlığının kaynağı neydi o halde? Saniyenin bilmem kaçta kaçı kadar çok kısa bir zamanda, röntgen ışınlarının bedene girdiği gibi içlerine nüfus ederek duygularımı bir bir taradım. Bir ipucu bulurum hiç olmazsa dedim. Bulunca da onu içimden atarım diye düşündüm. Oysa biraz önceki tatlılığı, doyasıya yaşamak istiyordum şuracıkta. Ona çok ihtiyacım vardı çünkü.
Oturduğum yerden, çok eski çağlardan kalma, ya surun ya da bir bina duvarının kalıntısını görüyordum. Basamak basamaktı. Tarihin bir hatırası olarak korunduğu belliydi. Taşları yumuşamış, toprağa dönüşmüştü. Sararmaya yüz tutmuş otlar henüz üzerindeydi. Sağı solu çukurumsuydu. Her iki çukurda, bir hayli büyüyen birer atkestanesi vardı. Kafama üşüşen bir başka düşünceyle, bu güzelim parkta, terkedilmiş görüntüsünde olan bu kesite pek anlam veremedim. Onu tanımlayan bir işaret de yoktu. Üstelik sonradan yapılma çevre duvarıyla korunmaya alınmıştı. Çok mu önemliydi? Ama ne olursa olsun, tarih kokuyordu; onun ötesinde bir anlamı olduğunu sanmıyorum.
İçimden daha çok şeyler geçiriyordum ki bir de ne göreyim, elinde tahtaların özentisiz çakıldığı bir boya sandığıyla, yamru yumru kalçalı, küt vücutlu ve topal biri aşağı inmeye çalışıyor; basamak basamak olmuş duvardan zor iniyordu. Ha düştü düşecek korkusunu yaşadım. Başka yollar varken, bu zoru denemesinin nedeni ne olabilirdi? Koruyucu duvardan ancak küt vücudunun yardımıyla geçti. Boya sandığını önce koyduğu oturaktan ellerinin yardımıyla atladı. Sandığı sol koltuğuna geçirince, geldiği tarafa baktı ve sağ kolu, başının üstünde yarım daire çizdi. Koluyla birine kızdığı izlenimim yerindeydi. Gözlerinin etrafı ile dolgun yüzündeki yanakları pembeleşmişti. Gözleri umutsuz bakıyordu. Birilerinden ya kaçıyor ya da başını derde sokmasınlar diye uzaklaşıyordu. Pek kaçmak denilmezdi buna ama. Korku da gözlenmiyordu üzerinde. Daha çok çaresizlik içindeydi. Çaresizlik, kimi kez güç olurdu çaresizlerde. Kaybedecekleri ne vardı çaresizlerin sanki. Gözleri kararmasın bir kez, onların neler yapacağını tahmin etmek cidden zordu.
Koca meydanın ayrı bir bölümü gibi gözüken bu kesit, taş kaldırımdı ve dairemsiydi. Bu meydancığın yedi adet oturağında az sayıda bay-bayanlı oturanlar, çekirdek yiyorlardı. Gelip geçenler daha çoktular. Boyacı, birkaç adım ya atmış ya da atmamıştı ki, bir polis, boyacının indiği yerden çevik bir hareketle, söylenerek aşağı atladı. Kime söyleniyordu? Karar veremedim ilkin. Ancak boyacının olduğu yerde durmasıyla, polisin onun için harekete geçtiğini anlamada gecikmedim. Büyük kaçağın ya da suçlunun peşinden kovalar bir telâşın içindeydi. Duvarın o patika yolundan aşağı inmesiyle boyacının yanına bitmesi bir oldu polisin. Öfkeliydi polis, köpürüyordu. Kâh elini vurmak için kaldırıyor kâh diliyle ona hakaretler yağdırıyordu:
"Ulan ben sana buralara gelme demedim mi?"
…
“Ver olan sandığı köpek!”
Boyacı, topal ayağıyla yarım daire çizerek yalpalandı ve tam polisin karşısında durdu. Hiç direnmeden, kayışından tutarak boya sandığını uzattı polise. Boyacının gözlerinden çaresizlik akıyordu. Hiçbir şey demiyordu. Öfkeli polis, ha bire ona küfürler savuruyor ve tehditler ediyordu.
"Adi mahlûklar sizi, aç köpekler!"
…
Boyacıyı itip kakıyordu bir taraftan.
Nerden çıkmışsa, elinde boyacı sandığı olan başka bir polis de yetişmişti yanına; bir iken iki oldular. Anlaşılan bugün boyacı avına çıkılmıştı. Benim gibi meraklılar eksik olur mu hiç? Meydancık bir anda doldu. Boyacı, en sonunda beklenmeyen bir çıkış yaptı. Sesi ne titrekti ne de yalvarır bir tondaydı. Çaresizin ne kaybedeceği ve ne beklentisi vardı ki!
" Ne yapayım?” söyleyin bana; “Hırsızlık mı yapayım?"
Kimi kez, zor durumda kalarak içten söylenen bir tek cümle, bir büyük söylevin yapamayacağını yapar. Orduları, kalabalıkları, hücumları durdurur ve isyanları bastırır. Öfkeleri, kabaran duyguları dindirir. Fırtınaları, gelmekte olan gazapları da geri çevirebilir.
Boyacı darda kalmıştı. Sorunları dağ gibi yığılmıştı kuşkusuz. Önüne duvar çıkmıştı, sorunlar duvarı. Bir çözüm bulmuştu kendince. Derme çatma boya sandığını alarak düşmüştü yollara, sokaklara ve meydanlara... Kendini bir duvarı aşmış sayarken, bundan daha zor bir polis duvarıyla karşılaşmıştı. Boya sandığı, sorunlarına ne kadar merhem olabilirdi? Onun hesabını yapamazdı. Yapsa, hesabı tutturabilir miydi sanki? Geçimin hesabını yapamazdı; ekmeğin hesabı olamazdı zaten. Boya sandığı, onun küt vücuduyla bulabildiği bir çözümdü. Bu çözümü buluncaya dek, kim bilir ne kapılar aşındırdı, ne yüzsuları döktü! Kim bilir ne acılar çekti! Ama ne olursa olsun, bu çözüm kutsaldı onun için. Onu yapmak zorundaydı. Ucunda onur vardı, namus vardı çünkü.
Dünyanın her yerinden, insanların akın ettiği bu koca şehirde, bu ağır şartlarda, onurlu yaşamak büyük başarıydı, büyük erdemdi. Boyacı, ona ulaşmaya çabalıyordu işte; tırnaklarıyla, ayağındaki bir türlü eskimeyen ayakkabılarıyla, üzerinde yıllarca giydiği anlaşılan gömlek ve pantolonuyla, ama onurunu ayaklar altına almadan bir erdemi yaşamak istiyordu belki. Evet, karnı, çoluk çocuğu doyuracak kadar ekmek bulmak başarıydı; bu yüz akıyla yakalanmışsa şayet, büyük bir kahramandı.
Görkemli meydanın, diğer bölgelerine oranla biraz köhne olan bu meydancığında, bir tezat yaşanıyordu. Bir insan, namusunu ve gururunu
korumak için boya sandığına ümit bağlamıştı. Başka kapılar ona kapalıydı besbelli. Asgari yaşamak için, boğaz tokluğuna kanaat etmek için, kendince bulduğu çözümü uyguluyordu orada burada. Bugün bu meydandaydı işte. Ama namusunu ve namusları korumaktan sorumlu bir görevli, ona engel oluyordu. "Yok" diyordu. "Burası sana yasak!"diyerek, bulduğu bu çözümün dışında boyacının ne gibi tehlikelerle karşılaşacağını düşünmeden bu kapıyı da yüzüne kapatıyordu.
Kocaman bir engeldi bu, aşılması zor bir engel. Bir devlet engeliydi. Bir boyacı ile bir devlet karşı karşıyaydı şimdi. Ne yapabilirdi ki boyacı! Koruması altında olduğu güç, şimdi onunla yüz yüzeydi. Ekmek teknesini alıyordu elinden. Karşı gelemezdi; "Bu benim malım, vermiyorum" diyemezdi. "Malım" dediği şeyle birlikte kendisi de karşı koyacağı gücün malıydı. Neyi kimden kaçıracak? Nereye gidecek? Hadi sinirlendi, tepesi attı, diyelim; yine en büyük sıkıntıyı görecek olan kendisi değil miydi? Sözün kısası, aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyıktı boyacı için. Çaresizliğin kıskacında olduğu içindir ki, boya sandığını itiraz etmeden vermişti görevliye.
Boyacı, sol omuzu düşük durumda, bir çıkış yolu bulmak anlamında, gözlerini muhatabının gözlerine dikti. Muhatabı da olduğu yerde donup kalmıştı. Bu söylevin karşısında donup kalan koskoca devletti, ülkeydi aslında. Cüce bir insan ve koca bir devlet karşı karşıyaydı. Biri zavallı, belki de haklı, diğeri güçlü belki de haksız.
Yok yok, burada, şu garip görüntüde sosyal bir çelişki vardı. Ah, başım döndü benim, midemin sancıları tuttu, midem derinden bulanmaya başladı. Var tabii sosyal bir çelişki! Devlet vatandaşın karnını doyurma ve namusunu korumadan sorumlu değil mi? İşi bu noktaya vardırmadan önlemler almalı da değil mi? Aç olan her şey yapardı. Açlıkla ahlâksızlığın arasında çok ince bir perde var sadece. Sürekli aralanan bu perdeden, öteki dünya çok yaldızlı görünür. Cav caflı ortamların havası da sarhoş eder insanı. Zorda olanı değil yalnızca, başkalarını de çeker içine. Dönüşü olmayan bir dünyadır burası; bir bataktır, kıpırdadıkça, kurtulmaya çalıştıkça daha da içine çeker, bırakmaz kolay kolay insanı.
Ekmek kavgasını verenle bir başkasını aynı kefeye koymak doğru olmazdı kuşkusuz. Bir çabanın içinde olana yardım eli uzatılmasın mıydı? Çirkef hayatın tam kenarına gelip de henüz dayanma gücünü kaybetmeyene, biraz destek verilmesin miydi yani? Boyacı tam sınırdaydı. Üç olasıdan birini yapmak zorundaydı. Ya kendi bulduğu çözümü sürdürecek, ya onu buradan oraya kovalayan güç, ona çıkar bir yol gösterecek ya da namusunu satıp ahlâksızlığın batağına düşecek. Üçüncü olası en kötüsü; hem kendine, hem başkasına ve herkese bulaşan bir bulaşıcı hastalık! Boyacıyı korumayı da üstlenen güç, bu üçüncü olası ile çok daha başı ağrıyabilirdi. Bu güç ki, herkesin namusunun bekçisi ise, çok yönlü düşünüp etkin ve yaygın önlemler alması gerekirdi. Yalnızca önlemler alıp bırakmamalıydı üstelik; bireyler üzerinde adeta titremeliydi. Bilmem hangi köprü altında yatanları, hangi karanlık mahzenlerde dolaplar çevirenleri, hangi meyhanede sızıp her çirkefliğe hazır olanları, sahtekârları, dolandırıcıları, başıbozukları, açları, sessizleri, sessiz yığınları bilmeliydi, tanımalı ve korumalıydı. Yalnız biri bile çirkef hayata kaçamak dahi yapsa, onu da fark ederek dağ gibi karşısına dikilmeliydi, sıcak nefesiyle bu çıkmaz yoldan çevirmeliydi. Yoksa kötülükler, ahlaksızlıklar ve olumsuzluklar, otlar yerden biter gibi biterdi; pislikler diz boyu olurdu, günahlar ayyuka çıkardı.
O zaman ayıkla pirincin taşını sen! Kime söz geçirebilirsin? Kimin kılına dokunabilirsin? Herkesin eline koz geçerdi o zaman, insana insan olarak bakamamanın kaosu yaşanırdı o zaman. Güç, bundan yani güçlüden ona, yani güçsüze geçerdi o zaman. Haklı olan, her zaman güçlü olurdu çünkü.
Siz, istediğiniz kadar "Boyacıyı öyle masum görmeyin!" diyebilirsiniz. Bahanelerinizde haklı da olabilirsiniz. "Öyle sizin bildiğiniz gibi değil!" diyerek, işin içinden de sıyrılmaya çalışabilirsiniz. Sorumluluktan kurtulmaksa eğer, sorumluluğu atmak o kadar zor değil ki! Bir giysi çıkarmak kadar kolay; bir farkla ki, sonucu bir olmazdı elbette. Bin dereden su getirerek kabul ettiremediğimiz ne var ki!
Öyle değil ama. Ortada bir olay var; yaşanan bir olay. Kendiliğinden doğmamıştı ki boyacı; onu biri doğurmuş, şartlar da büyütmüş. Boyacı, olumsuzluklar sürecinin ilgilenilmeyen çocuğuydu. Şimdi, kendi ayakları üzerinde durmak isteyen, ama sürünerek yaşamını sürdürmeye çabalayan ve ömrünün yokuşunu tırmanıp inişe geçtiği bir yetişkin insandı. Bir çözüm buldu kendince. Orası senin, burası benim diyerek koşuşturup duruyordu çaresiz. O, başka çıkar yolu olmadığı için, böyle sürüp giden hayatından da memnundu üstelik. Sürünmüş de olsa, haz alıyordu işinden. Ama bir engele çarpmıştı şimdi. Ne yapabilirdi ve ne söyleyebilirdi başka?
Son çareyi bulmuştu kendince.
Varsa başka çare, onu engelleyen güç bulmalı değil miydi? Ama o gücün eli durumunda olan bir polisti, bir güvenlik görevlisiydi burada. Bir cümlelik söylevin karşısında, elinde olmadan donakalmıştı. Kendi bulduğu çözüm geçerli değilse eğer, bir yol gösteriyordu ona Boyacı: Hırsızlık? Bu tek yolu, kendisine önermesini istiyordu görevliden şimdi. Farkında olmadan, mantık oyununa getirmişti görevliyi. Bunu yapmak zorundaydı görevli. Önerebilir miydi? Şaşa kalmıştı; biraz önceki sinirliliği çoktan geçmişti polisin. Bir yenilmişliğin şokunu yaşıyordu şimdi. Boyacının bir cümlelik söylevi onu uysallaştırmış, küçültmüş, özür diler bir duruma sokmuştu.
Görevli de bir insandı; boyacının ileri sürdüğü iki yoldan birini önermeye gönlü razı olamazdı. Bir arkadaşına, bir boyacıya baktı. Çok kısa bir süre içinde, gözleri dalarak çok şeyler düşünmüştü her halde, aklından çok şeyler geçirmişti. İki olasıdan birini öneremezdi, üçüncü olası konusunda da ona bir şey söyleyemezdi; onda öylesi bir yetki yoktu çünkü. Hiçbir şey söyleyemedi, söylemedi, söylemeye vicdanı izin vermedi. Görevli boyacıya, "Al sandığını!" dedi yalnızca. Arkadaşına da, "Haydi!" diyerek, görevini yapmama ve savsaklama pahasına da olsa, oradan hızla uzaklaştı.
Boyacı, olduğu yerde, boya sandığına bakarak uzun zaman ayakta kaldı. Ne oturdu ve ne de bir adım attı. Hiç kimseye bakmıyordu. Kimsenin farkında da değildi galiba.
Ortalık sessizleşmişti sanki.
Çıt çıkmıyordu.
Her şey susmuştu.
Zaman durmuştu sanki.
Ya da bana öyle geldi.