Bir hatıra ve Kürt kimliği

Eskiden beri askerlik hatıralarını sevmezdim.
Bizden önce askerliğini yapanlar yıllarca anılarını anlatır dururlardı.
Ben de kimseyi kırmamak adına ister istemez yıllarca o hatıraları dinlemek zorunda kalırdım.
Tabi kendi kendime de derdim ki: "Ben askerliğimi yapsam asla anlatmayacağım."
Derken gün geldi zaman geçti, üniversiteden dolayı yaptığım ertelemelerime rağmen, hayat akışımın çok dar bir geçidinde "vatani görevimi" yapmak üzere askere gittim.
Normalde 20 yaşların bir görevi iken ben 30 yaş civarında asker olmuştum.
Bu sebeple de kendi kendime verdiğim sözü tutacaktım.
Askerlikte geçen her günü anında unutacağımı sanıyordum.
Lakin bazı şeyler yaşanıyor ki unutmak asla mümkün olmuyor.
Öyle ki insanlarımızın neden askerlik hatıralarını hiç unutmadığını daha da iyi anlıyorsun.
Gerçekten de askerlik "kâmil insan" olma yolunda mutlaka geçilmesi gereken bir sırattır.
En büyük özelliği insana "sabretmeyi" öğretiyor.
Ondan da ötesi insanın "haşarı" duygularına gem vuruyor.

Böyle bir girişten sonra gelelim anlatmak istediğim hatıraya.
Aslında yukarda dediğim gibi askerlik hatıralarını ne dinlemek isterim ne de anlatmak…
Gel gör ki bu hatıranın günümüze yansıyan bir tarafı, devlet ve millet nezdinde hala son derece yanlış bazı algıları bertaraf etmesi açsında önemli bulduğum için yazıyorum.
Yani bu devlette Kürt -Türk yaklaşımına bir de bu gözle bakılması gerektiğine inandığım için
Ayrıca sayın Cemal Uşşak beyin Risale Haber’de haberleştirilen röportajını okuyunca o samimi özeleştirisinin ruhumda bıraktığı tesir ile galeyana gelen duygularımın bir ifadesi ve teşekkürü olarak da yazdım.
***
Yıl 1994…
Samsun’da "237. kısa dönem" askerlik yapmak için "çavuş talimgâh"ındayım.
Gelişimizin ikinci haftası… Kimse kimseyi tanımıyor. Yanlış hatırlamıyorsam 132 kişilik bir bölük olarak yürüyüş talimleri yapıyoruz.
Başımızda asteğmenlikten "teğmen"liğe terfi etmiş bir komutan bulunmaktadır.
Her şey yabancı…
İnsan kendini bambaşka bir dünyada hissediyor.
Farklı bir ortam, farklı bir hayat şekli, tamamen farklı bir anlayış…
Yani anlayacağınız askerlik işte…

Bir gün ikindiye yakın bir zamandı. Yine yürüyüş yapıyorduk. Birden garnizonun en büyük komutanı bize yaklaştı. Bize işaret verince bölük halinde durduk, komutanımız kendisine tekmil verip yanına yaklaştı.
Büyük komutan bölüğümüze hitaben:
"Adıyamanlı Sabri Altun kim?" diye seslendi.
Ben el kaldırınca beni yanına çağırdı ve diğerlerine "Siz devam edin" dedi.
Tabi peşine takıldım.
Yine askerliğini yapanlar bilir ki böylesi kalabalık bir acemi birliğinde kimsenin kimseyi tanımadığı bir ortamda en büyük komutan bir kişiyi ismen çağırmışsa çok önemli bir şey olmuş demektir.
Yoksa ismen tanıması mümkün değil. Daha doğrusu geçici olduğu için gereklide değil.
Garip duygular gergefinde komutanın peşine takıldım.
Tabi bu arada yüz hatlarından bir şeyler öğrenmek için çaktırmadan ha bire yüzüne bakmaya çalışıyordum.
Ama ne gezer… Bir askerin yüz hattında bir şeyler çıkartabilmek?
Ben bir adım gerisinde kendisini takip ediyordum.
Komutan yavaş adımlarla giderken ilginç bir soru sordu:
"Sen vatanını seviyor musun?"
Şaşkın bir şekilde cevap verdim;
"Tabiî ki seviyorum."
"Peki, vatan için ölür müsün?"
Yine şaşkın bir şekilde;
"Tabiî ki.!!!"
Komutan beni şaşırtmaya devam ediyordu;
"Nerden bileceğiz ki sen vatanın için ölümü göze alacaksın?"
Biraz tebessüm ve merak dolu bir eda ile şu cevabı verdim;
"Şu an askeriz. Allah etmesin şu an herhangi bir savaş çıksa savaşa katılmak zorundayız. Savaş durumunda ise ölüm her an gelebilir. Dolayısıyla bu elbiseler altına giren her vatandaş ölmeye hazır demektir. Ve işte ben şu an askerim ve sizin emrinizdeyim."

Komutan ilk kez biraz tebessüm etti lakin yine aynı ciddiyetle devam etti. Bu sefer sol avucuna sağ başparmağıyla bir yıldız işaret çizdi.
"Bu neyin sembolüdür."
O an aklıma Siyonizm geldi ve "Yahudi işaretidir komutanım" dedim.
Komutan "hayır, bu PKK işaretidir" dedikten sonra damdan düşer gibi ekledi;
"Sen bir PKK’lısın."
Bu ithamla birlikte tüm yüz hatlarım değişti içimi bir titreme sardı.
O saniyelerde aklımda neler geçmedi ki; milyonlarca düşünceler hayalimde cirit atıyordu ki, işin çok ciddi boyutta olduğunu kavrayıp hemen kendimi toparladım. Artık asker-komutan nezaketini bir kenara atmam lazım olduğunu anlamıştım. Hemen karşı bir soru sordum;
"Adıyamanlı bir Kürt olduğum için mi bu kanıya vardınız?" Böylece "Kürt olmak suç mu?" diye gizli bir soru da yöneltmiş oluyordum.
Komutan; "Hayır. Senin geçen gün eğitim için aldığın silahta PKK işareti bulundu. Silahın sahibi Kastamonulu birisi olduğu için onun yapması mümkün değil, dolayısıyla sen yapmışsın. Ve sen bir PKK’lısın."

Öyle kesin bir tavırla itham ediyordu ki, nasıl cevap vermem gerektiğini kestiremiyordum. Artık tamamen emir komuta zincirini bir kenara atıp bütün ciddiyetimle şöyle dedim.
"Ben eğer PKK’lı olsam şu an burada olmazdım. Şu an Türkiye'nin hemen hemen bir iç savaş içinde olduğunu ikimiz de biliyoruz. (O dönem başbakan olan Tansu Çiller'in meşhur sözünü söylediği, "ya bitecek ya bitecek" dediği bir dönemdi.) Böyle bir amacım olsa dağlarda sizlerle savaşır bir halde olurdum. Oysa ben buraya güle oynaya, davul-zurnayla geldim. Ayrıca böyle bir ahmaklığı yapacak kadar da toy değilim. Hem bu ithamınız tamamen benim hayat felsefeme de aykırıdır."
"Senin hayat felsefen nasıl peki?"
"Kürt olmak ayrı, Kürtçü olmak ayrıdır. Hatta PKK’lı olmak tamamen ayrıdır. Ortada Kürtlerle ilgili yanlış bir tutum olduğunu dünya alem de biliyor, sen de biliyorsun, ben de kabul ediyorum. Çünkü ben de bir Kürdüm. Ama Kürtçülük ve PKK; "yanlışa yanlışla cevap vermektir." Ve ben oturduğum her yerde bu yanlışlıkları dile getirmeye çalışan birisiyim. Bu durumu sizinle de tartışırım. Devlet doğuya Osmanlı gibi yaklaşmak zorundadır. Buna karşın, aklı başında hiçbir Kürt kendisini Türkiye cumhuriyetinden soyutlayamaz.
Çünkü bilir ki sosyal hayatımız Türklere bağlıdır. Ve yine bilir ki komşu ülkelerde yaşayan diğer Kürtlere nazaran Türkiye'dekiler "azınlık" değil gerçek vatan sahipleridir. Bu vatan ne kadar sizinse o kadar da benimdir. Neden kendi öz vatanımda vatansızlık yaşayayım ki?
Dolayısıyla eğer bu yakılan ateş kasıtlı değilse, devlet gerçekten bu ateşi söndürmek istiyorsa herkesi olduğu gibi kabullenmek zorundadır.
Ve herkesin aklını başına sokmalıdır. Ve bunun da yegâne çaresi dinle birlikte eğitimdir."

Normalde pek o kadar bire bir konuşkan birisi değilim ama durumun nezaketi beni mecbur ettiği için Allah’ın izniyle de söylediklerim komutanında hoşuna gittiğinden mi, yoksa ciddi tavrıma tamamen inandığı için mi bilmiyorum ama ortamı yumuşatmak için bana farklı birkaç soru daha sorduktan sonra beni bölüğe gönderdi.
***
Şimdi düşünüyorum da; o gün tamamen saf bir düşünce ile içimden geldiği gibi fıtri bir akış içerisinde gelen o duygular, aslında "toplumsal kimliğimizin" yegâne çaresi gibi gözüküyor. Türkiye Cumhuriyetine bağlı her vatandaş Türk olmak zorunda değildir. Her etnik yapıdaki insanları kucaklamak zorundadır devlet… Nitekim anayasada herkesin kendine göre bir kimliğinin varlığı kabul görmüş durumdadır. Neden kamusal alanda Türk kimliği dışında diğer kimlikler kabul görmesin?
Bence gidişat şunu gösteriyor ki;
Devlet hala garip bir yanlışın içindedir. Ve o yanlışı ısrarla devam ettiriyor.
Karşılarına almışlar bir PKK’yı tüm Kürtler sanki onlardan ibaretmiş gibi davranıyorlar.
Oysa milyonlar yüzyıllık bir itilmişliğin yok farz edilmişliğin gönül kırıklığını yaşıyor.
Bu toplumun üzerindeki “görmemezlik perdesini” bir kaldırsınlar neler neler görecekler.
Belki o zaman vicdanlarda serbest hareket eder.
Belki de en önemlisi PKK’nın sesi de kısılır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum