Bir işe hükmettiğinde, artık ona sâdece ‘Ol!’ der

Bir işe hükmettiğinde, artık ona sâdece ‘Ol!’ der

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Âl-i İmrân Sûresi 44-47. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:

44-(Habîbim, yâ Muhammed!) Bunlar gayb haberlerindendir ki, onu sana vahyediyoruz. Yoksa, içlerinden hangisi Meryem’i himâyesine alacak diye kalemlerini (kur‘a için nehre) atarlarken, sen onların yanında değildin! (Onlar) birbirleriyle çekişirlerken de yanlarında değildin!(1)

45-Hani melekler demişti ki: “Ey Meryem! Şüphesiz Allah, seni tarafından bir kelimeyle (bir çocukla) müjdeliyor! İsmi, Meryemoğlu Îsâ Mesîh’tir, dünya ve âhirette şereflidir ve Allah’a yakın kılınanlardandır.”

46-“Hem beşikte ve yetişkin hâlde insanlarla konuşacak ve sâlih kimselerden olacaktır.”

47-(Meryem:) “Rabbim! Bana bir insan dokunmadığı hâlde benim için bir çocuk nasıl olur?” dedi. (Rabbi de:) “Böyledir! Allah dilediğini yaratır.(2) Bir işe hükmettiğinde, artık ona sâdece ‘Ol!’ der, (o da) hemen oluverir” buyurdu.

---
1- Annesi tarafından Mescid-i Aksâ’ya teslîm edilen Hz. Meryem’i, ilimce en büyük reisleri bulunan İmrân’ın kızı olması sebebiyle, her âlim kendisi himâye etmek istedi. Sonunda kur‘a attılar ve Hz. Meryem vâlidemizin teyzesinin beyi olan Zekeriyyâ (as)’ın kalemi su yüzüne çıktı. (İbn-i Kesîr, c. 1, 282)

“Kur’ân’ın vukūât ve ahvâl-i mâziyeye (geçmişte olan hâllere ve hâdiselere) dâir ihbârâtı (haberler vermesi) aklî bir iş değil ki akıl ile ihbâr edilsin. Belki, semâ‘a mütevakkıf (işitmeye bağlı) nakildir. Nakil ise, kırâet ve kitâbet (okuma-yazma) ehline mahsustur. Dost ve düşmanın ittifâkıyla kırâetsiz, kitâbetsiz, emânetle ma‘ruf (güvenilir oluşuyla tanınan), ümmî (okuma-yazması olmayan) lâkabıyla mevsuf bir zâta nüzûl ediyor (iniyor). 

Hem o ahvâl-i mâziyeyi öyle bir sûrette ihbâr eder ki, bütün o ahvâli görür gibi bahseder. Çünki uzun bir hâdisenin ukde-i hayâtiyesini (can damarını) ve rûhunu alır. Maksadına mukaddeme (başlangıç) yapar. Demek Kur’ândaki fezlekeler, hulâsalar gösteriyor ki, bu hulâsa ve fezlekeyi gösteren, bütün mâzîyi bütün ahvâli (hâlleri) ile görüyor. Zîrâ bir zâtın bir fende veya bir san‘atta mütehassıs (ihtisas sâhibi) olduğu, hülâsalı bir sözle, fezlekeli bir san‘atçıkla, o şahısların mahâret ve melekelerini gösterdiği gibi, Kur’ân’da zikrolunan vukūâtın (hâdiselerin) hulâsaları ve ruhları gösteriyor ki, onları söyleyen, bütün vukūâtı ihâta etmiş (kuşatmış), görüyor, ta‘bir câiz ise, bir mahâret-i fevkalâde ile ihbâr ediyor.” (Zülfikār, 25. Söz, 35)

2- “Kadîr-i Alîm (sonsuz kudret ve ilim sâhibi) ve Sâni‘-i Hakîm (hikmetle iş yapan san‘atkâr), kānûniyet şeklindeki âdâtının (âdetlerinin) gösterdiği nizam ve intizamla, kudretini ve hikmetini ve hiçbir tesâdüf işine karışmadığını izhâr ettiği (gösterdiği) gibi, şüzûzât-ı kānûniye ile (kānunlarının dışına çıkmak ile) ve âdâtının hârikaları ile ve teğayyürât-ı sûriye ile ve teşahhusâtın ihtilâfâtıyla (şahsiyetlerinin farklılığı ile), zuhûr (ortaya çıkma) ve nüzûl (inme) zamânının tebeddülüyle (değişmesiyle) meşîet (dileme) ve irâdetinde (istemesinde), fâil-i muhtâr (dilediğini yapan) olduğunu ve ihtiyâr (irâde) sâhibi olduğunu ve hiçbir kayıd altında olmadığını izhâr edip, yeknesak (sâbitlik) perdesini yırtarak ve herşey, her anda, her şe’ninde (hâlinde), herşeyinde O’na muhtaç ve rubûbiyetine (terbiye ediciliğine) münkād (bağlı) olduğunu i‘lâm etmekle gafleti dağıtıp, ins ve cinin nazarlarını esbabdan Müsebbibü’l-Esbâb’a (sebebleri yaratan Allah’a) çevirir.” (Tılsımlar, 16. Söz, 31)