Bireysel ahlakın sabitleşmesi ve seciye

İnsan fıtratının formatlanmasıyla onda ahlak oluşur. Kişide ahlakın oluşabilmesinin bu açıdan şartları, ilim ve kutsallık algısıdır. İlim, kâinat ve insanın fıtratında hükmeden kanun ve hakikati bilmektir. Mantık biliminde ilim, “tasdik” olarak tanımlanır. Yani hakikati, aklı ile kesinkes gördüğü anda “Bu, hakikattir” diye onaylamadır. Bu onaylama, insan zihninde o hakikati bir elmas gibi kodlamaktır. Bu açıdan ilim, temelinde doğruluk ve doğrulama duygusuna dayanır. Kutsallık ise, madde ve kuvvetin çekici ve boğucu etkisinden kurtularak sonsuzluk algısına yükselmektir. Yani bencillikten kurtulmak… Bunun da yolu insanın iç dünyasındaki maddeci ve sadece gördüğüne “Var” diyen nefs-i emmâreyi arındırmak, onun gözündeki hakikate körlük perdesini kaldırmaktır. Nefsin en derin karakteri ise, keyfî davranma, nasıl isterse öyle yaşama ve dolayısıyla laubaliliktir. Oysa kâinattaki şaşmaz düzen ve insan bedenindeki hassas yapı, kişinin keyfî davranışlarını maddi acılar ve manevi üzüntülerle cezalandırır. Bu açıdan kişide ahlakın oluşabilmesinin ilk şartı keyfîliği terk ederek ciddiyet kazanmadır. Bu hususu Said Nursi şöyle ifade eder:

Ahlâk-ı âliyenin (yüksel ahlakın), hakikatin zeminiyle olan rabıta-i ittisali (yapışma bağı) ciddiyettir. Ve deveran-ı dem (kan dolaşımı) gibi hayatlarını idame eden ve imtizaçlarından tevellüd eden (kaynaşmalarından doğan) haysiyete kuvvet veren ve heyet-i mecmuasına (bütünlüğüne) intizam veren yalnız sıdktır.  Evet, şu rabıta olan sıdk ve ciddiyet kesildiği anda, o ahlâk-ı âliye kurur ve hebaen gidiyor.[1]

Ciddiyetsiz bir insanda yüksek seviyede ahlakın oluşması imkânsızdır. Bilim, din, felsefe ve tarih buna şahittir. Yalancı bir kişide ise, zaman içinde ciddiyet kalamayacağı gibi, var olan bütün potansiyel özelliklerin de içi boşalır. Bu açıdan yalan ve ciddiyetsizlik, insan fıtratının 2 amansız katilidir. Fıtrat, ciddiyet ile hakikate kök salar. Sıdk ve doğruluğun getirisi olan ilim ve hikmet ile hakikatten beslenir. Aynı zamanda ilim ve hikmetin verdiği bütüncül algı, insan duygularını hakikat merkezli olarak kaynaştırır. Yaprak, çiçek, meyve ve dalların tek bir gövde ve köke bağlanmaları gibi… Bu durumda, her bir duygu, ilmin verdiği kalıplarla şekillenen ve hakikatten beslenen bir ahlak halini alır.

İlim, gözle görülür seviyeye ilerlerse buna ayne’l-yakîn; kişi tarafından bizzat yaşanılırsa ona hakka’l-yakîn ismi veriliyor. Kişideki ilim, ilme’l-yakînden ayne’l-yakîne, ayne’l-yakînden hakka’l-yakîne doğru ilerledikçe, elde edilen deliller kişideki ahlakı sabitleştirir ve kişinin duygusal dalgalanmaları tamamen sükûnet bulur. Fırtınalı bir deniz seviyesinden dingin bir okyanus boyutuna yükselmek gibi… Ahlakın sabitleştiği ve duyguların sükûnet bulduğu bu hale “seciye” denilir. En ufak bir hava akımında denizde fırtınalar koparken, okyanusta çok zor şartlarda fırtına çıkabildiği gibi seciye seviyesine yükselen bir ahlak sahibi kişinin iç dünyasında duygusal fırtınalar çok nadiren meydana gelebilirler. Hz. Peygamber’in (ASM) vefatı gibi kâinata bedel bir hadisede sükûnetini muhafaza eden Hz. Ebu Bekir’in (RA) tavırlarında ve dengeli sözlerinde yüksek seciyesini görebiliyoruz.

Yaratılış ve Ahlak

İnsan fıtratının çok zengin, çok ihtiyaçlı ve çok yönlü şuurlu yapısı onu sayısız ahlakın, sonsuz mertebeleri ile görünebileceği bir bozkıra ve çiçekli bir dağa dönüştürür. Her bir insan şuurlu yapısı ile kendinin farkında olduğu gibi, hemcinsi olan diğer insanların ve kâinattaki her şeyin de farkındadır. Aklı ve muhakeme yeteneği ile de zaman ve mekân algısına sahiptir. Bu soyutlama yönleri ile insan mekânsızlık ve zamansızlık boyutlarına doğru yolculuk yaparak, yaratılmışlığın ötesini görebiliyor. Bu yolculuk aklı Bâki Hakikat olan Allah’a ulaştırdığı gibi, kâinat ve kendisinin Baki-i Zü’l-Celâl’in sonsuz güzellikte isim ve sıfatlarının bir sanat eseri ve aynası olduğu idrakine yükseltir.

İnsanın sınırlı hilkati, İlâhî ahlakı ifade eden Esma-yı Hüsna’nın eseri olduğu gibi, insanın sınırsız duyguları da elde edeceği ahlak ile Esma-yı Hüsna’ya ayna olabilmektedir. Vahiylerin ve resullerin geliş gayesi insanın İlâhî ahlaka ayna olabilecek mukaddes ve nurlu bir seviye ve seciye elde etmesidir.

İnsanın ubudiyet ve hilafet şeklinde 2 gaye üzerine yaratılması gösterir ki insanda 2 çeşit ahlak bulunuyor.

a)Ubudiyet ahlakı…

b)Hilafet ahlakı…

Ubudiyet yönünde insan Rabbi ile muhataptır. Ona karşı sergilemesi gereken bir yön ve bu ahlakî yöne ait potansiyeller taşır. Bu potansiyeller ilim ve mükemmellik gibi müsbet manalı potansiyeller değildir. Çünkü Nisa suresi 79. Âyetin bildirdiği üzere “Bütün güzellikler ve güzel özellikler Mutlak Güzel olan Allah’tandır ve tevhid hakikati gereği kimde görünürse görünsün Onundur.” Ubudiyet potansiyelleri, Allah’ın huzurunda kendi aczini ve çaresizliğini, cehalet ve kusurunu, fakirlik ve ihtiyacını görmeye dayanır. Bu konuda en iyi örneklerden birisi Tabiîn döneminin manevi en büyüklerinden olan Veysel Karanî’dir. O şu şekilde Rabbine münâcât edip hastalıkları için şifa diler:

Allah’ım! Sen benim Rabbimsin, ben Senin abdinim (kulun). Yalnızca Sen Halıksın   (yaratan), ben ise mahlukum. Yalnızca Sen Rezzaksın (rızık verici), ben ise merzukum          (rızık verdiğin). Yalnızca Sen Mâliksin, ben ise memlûküm (kölenim). Yalnızca Sen Aziz’sin (izzet sahibi), ben ise zelilim. Yalnızca Sen Ganiyy’sin (zenginsin), ben ise fakirim. Yalnızca Sen Hayy’sın (diri), ben ise meyyitim (ölü). Yalnızca Sen Bâki’sin, ben ise fâniyim. Yalnızca Sen Kerîmsin, ben ise leîmim (levm edilen, kınanan). Yalnızca Sen Muhsin’sin (ihsan eden, güzelleştiren), ben ise müsîim (kötülük eden, çirkinleştiren). Yalnızca Sen Ğafûrsun (bağışlayıcı), ben ise müznibim (günaha giren ve sokan). Yalnızca Sen Azîm’sin (yüce ve büyük), ben ise hakirim. Yalnızca Sen Kaviyy’sin (güçlü), ben ise zayıfım. Yalnızca Sen Mu’tî’sin (verici), ben ise sâilim (dilenci). Yalnızca Sen Emîn’sin (güvende olan, güven veren), ben ise hâifim (korkan). Yalnızca Sen Cevad’sın (sonsuz cömert), ben ise miskinim. Yalnızca Sen Mücîb’sin (dualara cevap veren), ben ise dâîyim (dua edici). Yalnızca Sen Şâfî’sin (şifa veren), ben ise marizim (hastayım).

Günahlarımı bağışla, benim hatalarımdan geç. Hastalıklarıma şifalar ver yâ Allâhu yâ Kâfî, yâ Rabbi yâ Vâfi, yâ Rahîmu yâ Şâfi, yâ Kerîmu yâ Muâfi.

Veyse’l-Karanî Hz.lerinin ârifâne gösterdiği pencereden bakılınca ubudiyet bir insanın Rabbi ile arasında geçerli kişisel ahlakına dairdir. Bu yöne ait sonsuz içerikli duygular ve potansiyeller taşır. 1001 yönde Rabbine muhataptır. Bu açıdan 1001 çeşit ahlak ve edebi elde edebilir. Bu yönde kritik nokta kendindeki menfi içerikli sıfatlarla Cenab-ı Hakk’ın müsbet sıfatlarını idrak etmek; kendi yokluk ve hiçlik karanlıklarını Onun varlık ve hayat tecellilerine ayna yapmaya çalışmaktır. Bir aynanın parlak yüzeyini güneşe doğru yöneltmesi gibi…

Hilâfet yönünde ise insan, diğer insanlarla muhataptır. Burada ise insanın sergileyeceği ahlak, kendindeki müsbet cüz’î sıfatları İlâhî bir emanet anlayışı ve hissi ile diğer insanlara sergilemektir. Yani Allah’a aynalık etmektir. Hadis-i şerifin ifadesi ile “Kendisine bakıldığında Allah’ı hatıra getiren kâmil bir mümin olmak…”[2]

Bu yön insanın sosyal kişiliğini hakikatler ve ahlak üzerine inşa eder. Ki bu sosyal kişiliğe psikolojide “haysiyet”, sosyolojide ise “itibar” deniliyor. Said Nursi, kişisel ahlakı kaynaştırıp yekpare haline getiren ve haysiyeti destekleyen ana unsurun “sıdk” olduğunu vurgular. Yalancı birisinin itibarı ve sosyal bir değeri olamayacağı izaha gerek duymayacak kadar açık bir meseledir.

(Devam edecek)

[1] Şuaat-ı Marifetü’n-Nebi, 2. Şua, 2. Nükte

[2] İbn Mâce, Zuhd, Bab 4, Hadis no: 4119

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.