Ekrem KILIÇ
Birinci Söz (Senaryo denemesi)
14 Şubat 2018'de vefat eden şair Ekrem Kılıç'ın 2010 yılında kaleme aldığı, herhangi bir yerde yayınlanmamış Risale-i Nur'dan "1. Söz senaryo denemesi." Vefat yıldönümünde rahmetle anıyoruz...
***
[Zaman planı: Giriş: 10-15 dk., I ve II. sahneler: 9-10 dk., III ve IV. sahneler: 6-7 dk., V ve VI. sahneler: 3-4 dk., VII ve VIII. sahne 4-5 dk. Toplam, yaklaşık 40 dakika.)
Giriş
[Fon müziği:S.B.Özteki-A.Akakça, Albüm: Düşler]
Zamanımızda bir ev. Orta yaşlı baba. Evin hanımı. Lise çağlarında bir kız ve ortaokul çağlarında bir erkek çocuk. Adam gazete ile meşgul. Hanım el işi yapıyor. Çocuklar televizyon seyrediyor.
Anne)-: Funda, yavrum, okulda bugün neler yaptınız?
-: Aman anne, her günki gibi…
A)-: Sen ne yaptın, bakalım, güzel oğlum?
-: Türkçe’den yazılı olduk. Tam not bekliyorum. Beden eğitiminde çok eğlendik. Keşke bütün dersler böyle olsa. Haa, sınıfımıza yeni bir rehber öğretmen geldi. Çok cana yakın bir adam.
Baba)-: Genç mi? Nereli imiş?
-: Evet. Bilmiyorum. Ama konuşması, davranışı çok nâzik. Bütün sınıf onu hemencecik sevdi. Bize, anne-babalarımıza karşı terbiyeli olmamızı, kardeşlerimizle iyi geçinmemizi öğütledi. Tek tek hepimizle tanıştı. Âilemizi, evimizi, geçim durumumuzu sordu.
B) -: Eğitim sistemi gün geçtikçe iyileşiyor. Bizim zamanımızda öğretmenler daha sert idi. Hep korkardık.
A)-: Korkutarak öğretmek pek sonuç vermiyor. İnsan öğretmenini sevemezse, onun verdiği dersi de benimseyemiyor.
B)-: Haklısın. Lisede bize gelen matematik öğretmeni öyle sertti ki, anlayamadığımız bir yeri sormaya korkardık. O yüzden de hâlâ matematik denince tüylerim ürperir.
F)-: Bizim de felsefe hocası öyle. Zâten ne dediğini anlayamıyoruz. Üstelik böyle tuhaf konular ki…
O)-: Yeni öğretmen bize, okul dersleri dışında neler okuduğumuzu sordu. Ben Türkçe dersimin pekiyi olduğunu, hikâye ve roman okumayı sevdiğimi söyledim. İstiklâl Marşını ezbere bilip bilmediğimi sorunca, sınıftakiler “Hocam, Orhan geçen yıl o konuda il birincisi oldu.” dediler. Öğretmenim pek memnûn oldu.
B)-: Âferin oğluma! İnsanın dilini iyi bilmesi güzel bir özelliktir. Ayrıca, İstiklâl Marşımız da bizim bütün değerlerimizi içinde toplayan, benzersiz bir şiirdir. Allah rahmet etsin, Mehmet Âkif merhûm, duyarak ve yaşayarak yazmış.
O)-: Öğretmenimiz de öyle söyledi. Mehmet Âkif’in çağdaşı olan bâzı âlimlerden de bahsetti. O dönemin aydınları millet ve vatan için çok fedâkârlık yapmışlar.
B)-: Öyle. Osmanlıların, çoğu felâketle geçen son yüzyılında, gerçekten nice büyük adam yetişmiş. Ama, bugün bunların bir çoğu maalesef bilinmiyor.
A)-: Doğru, bey. Meselâ: Bedîüzzaman’ı uzun yıllar insanlara hep kötü tanıtmaya çalıştılar. Rahmetli babam, “O’nun eserleri sâyesinde insan oldum.” derdi.
B)-: Haklısın. Biz hukuk fakültesinde okurken, hocalarımız onun adını duymaktan bile çekinirlerdi. Ama, onun kaleme aldığı Risâle-i Nûr isimli eserler sebebiyle milyonlarca insan hak ve hakîkati bulmuş, iyi bir Müslüman, iyi bir vatandaş, iyi bir insan hâline gelmiştir.
F)-: Babacığım, yaz tatilinde arkadaşlarla birlikte on beş gün kaldığımız okuma programında ben Büyük Sözler’i bitirmiştim.
O)-: Ben de Küçük Sözler’i bitirdim, abla. Hattâ, bâzı yerlerini ezberlemiştim bile. Ama, çoktan tekrarlayamadım. Acaba aklımda kaldı mı?
A)-: Kalmıştır benim güzel oğlumun… Ezberinin iyi olduğunu hepimiz biliyoruz. Hadi, televizyonu kapatın da, bir bakalım, aklında neler kalmış.
B)-: Çocuklar, bir eseri iyice anlayabilmek için, yazarının kişiliğini, düşüncesini, hayatını da az çok bilmek gereklidir. Yaşadığı çağı, yaptığı işleri, söyledikleri veyâ yazdıkları ile kendisinin davranışları arasındaki bağı ya da farkı bilmek de önemlidir. Aksi halde, gazete okumak gibi gelip geçici bir bilgi edinilmiş olur.
A)-: Üstelik, Bediüzzaman’ın eserleri her hangi bir kitap gibi okunmamalı.
F)-: Babacığım, istersen, Orhan, Birinci Söz’ü ezberden okusun. Ama, sen önce Bediüzzaman Hz.lerinin hayatını bir daha anlat.
B)-: Güzel. Daha önce de anlatmıştım gerçi. Bu zât 19. Yüzyılın sonlarına doğru, 1878’de Bitlis’in Hizan ilçesine bağlı Nurs köyünde dünyaya gelmiştir. Said olan ismine, soyadı gibi “Nursî” ekini benimsemiş,“Nurslu” anlamında... O zamanlar daha soyadı kullanılmıyor, insanlar lakaplarıyla veya doğdukları yere nisbet edilerek anılıyorlardı.
O günün şartlarında eğitim zor ve külfetli idi. Her yerde okul yoktu. Dînî konuların öğretildiği medreselerde on beş – yirmi yıl temel bilimler okunduktan sonra, ancak asıl bilgilere ulaşılabiliyordu. Avrupa’daki sistem eğitimimizde kullanılmıyordu. Sultan Abdulhamîd döneminde, büyük şehirlerde tek-tük o standartta okul açılmıştı.
O)-: Bediüzzaman’ın öğrenimi neydi?
B)-: Said Nursî, o uzun zamanı, sekiz yaşında başladığı eğitiminde dört-beş yıl gibi kısa bir zamanda tamamladı. Görülmemiş bir zekâsı ve ezber yeteneği vardı. Bir kere okuduğunu hemen anlıyor ve hiç unutmuyordu. Bugün yeni çıkan hızlı okuma tekniklerini, Allah vergisi olarak kavramıştı. Üç ay gibi çok kısa bir zamanda çeşitli konularda onlarca kitabı ezberledi. Yalnız dînî bilgileri almakla kalmadı, o günlerde okutulan tarih, coğrafya, matematik, astronomi, mantık, fizik, kimya, tabiî bilimler gibi konulardaki bilgileri de hızla öğrendi. Ana dili Kürdçe idi. Ama, Arabça ve Farsça eser yazabilecek kadar bu dilleri güzel kullanıyordu. Yazdığı yüzden fazla Türkçe eser de Türkçe’ye nasıl hâkim olduğunun en güzel isbâtı…
O)-:Baba, ona neden böyle bir lakap takmışlar? Bediüzzaman… Şimdi kimseye böyle söylemiyorlar…
B)-:Tarihte birkaç kişiye bu tür bir lakap takılmış. “Çağının Güzelliği”, “Döneminin Garip, Olağanüstüsü” anlamında bu lakabı kendisine, gençliğinde Doğu Anadolu’daki âlimler lâyık görmüşler. Ayrıca, sonraları İstanbul’a - o zamanın başkenti - geldiğinde oradaki ilim adamları da bu lakabın kendisinin hakkı olduğunu kabullenmişler.
F)-: Doğu’da bir üniversite kurmak için Padişah’a dilekçe vermiş…
B)-: Evet, milletimizin kalkınması için bilgisizliğin, yoksulluğun ve anlaşmazlığın yenilmesi gerektiğini söylüyordu. Bilginin yolu üniversiteden geçer. O günlerde istediğini gerçekleştirebilse idi, bugün yaşadığımız pek çok olumsuzluğu görmeyecektik.
A)-:Birinci Dünya Savaşında gönüllü öğrencilerinden oluşan bir alaya komutanlık etmiş. Doğu’da Ruslara karşı savaşmış. Pek çok yararlık göstermiş. Yaralanıp esir düşmüş.
F)-: Rusya’da esir kalmış. Kaçmış. İstanbul’a gelmiş. Çok saygı görmüş.
A)-: Kurtuluş Savaşını desteklemiş. Büyük Millet Meclisi’ne davet edilmiş.
F)-: Siyasetle millete hizmet edilemeyeceğini anlayarak Ankara’dan ayrılmış. Van’da bir köşede ibâdetle meşgul olmaya karar vermiş.
B)-: 1925’de Doğu’da bazı isyanlar olmuş. Onlara karışmayanları da ihtiyâten Batı Anadolu’ya sürgün göndermişler. Said Nursî de Burdur’a, Isparta’ya sürülmüş. 1926’da Eğridir gölü kıyısında, dağ yamacında, ıssız ve yolsuz bir köy olan Barla’da oturmaya mecbur tutulmuş.
A)-: İşte, Risâle-i Nûr adını verdiği toplam yüz otuz parça eserin büyük bir kısmını burada yazmaya başlamış.
B)-: Bütün çalışmasını Kur’ân’ın, İslâmiyetin, îmânın gerçeklerinin açıklanması ve yayılmasına hasretmiş.
A)-: Ev-ocak kurmamış. Siyasetten ve mal-mülkten uzak yaşamış. Ama, ölünceye kadar resmî adamlar onu rahat bırakmamışlar.
B)-: Şu anda, dünyanın pek çok ülkesinde, onun eserleri onlarca dile çevrilmiş olarak okunuyor. Başka dinlerden olan insanlar onun yazdıkları sâyesinde Müslüman oluyorlar.
F)-: 1950’lerden sonra matbaalarda Latin harfleriyle basılmaya başlayan eserleri, uzun yıllar hep elle ve Osmanlıca dediğimiz Kur’an yazısı ile fedâkâr öğrencileri tarafından yazılıp çoğaltılmış.
A)-: Bu bile başlı başına olağanüstü bir durum.
O)-: Sözler isimli kitabı Barla’da mı yazmış?
B)-: Büyük çoğunluğunu… Burada kaleme aldığı ilk kitap “Haşir Risâlesi”dir. Sözler’in içinde, 10. Söz başlığı altında yer alır. Küçük Sözler dediğimiz derlemede ise Sözler’in 1’incisinden, 10’uncusuna kadar olan kısmı bulunur.
A)-:Herkese âferin! Haydi Orhan, başla bakalım. Umarım, ezberlediğin Birinci Söz’ü unutmamışsındır.
O)-: Abla, kitabı al da, unutursam ya da yanılırsam yardım et.
F)-: Tamam, başla hadi.
O)-: (Birinci Söz’ün başındaki besmele, hamdele ve salveleyi okur)
I
[Fon müziği:Hicaz ney taksîmi - M.S.Tokaç]
Eğridir. Dağ ve göl manzarası. Bir süvârî. 1929’ların subay kıyafeti. Bahar mevsimi. Ağaçlar, çiçekler, tabîat yavaş yavaş uyanıyor. Kelebekler, böcekler, kuşlar. Otlayan hayvanlar. Dağlarda kar var. Yol boyu, göl kenarında avlanan balıkçılar. Bahçelerde uğraşan köylüler. Köyler. Minareler. Barla. Çınar ağacı. Dağ, dere, göl kıyısında yalnız başına görünüp kaybolan, Hz. Bedîüzzaman’ın Barla’yı teşriflerinde çekilen fotoğrafındaki haşmetli kıyafete bürünmüş bir zat. Görünmeyen dinleyicilerine bir şeyler anlatıyor. Üstad söylüyor, bazı talebeleri acele not tutuyor. Barla’dan muhtelif manzaralar. Tenha ağaç altında risale okuyan bir kişi. Bir evde, rahle üzerinde, baktığı bir sayfadan yazı çoğaltan çocuk. Başka bir yerde aynı şekilde çalışan bir yaşlı. Kadın ve kızlar, aynı minval üzere yazı yazıyor. Okuyanlar çoğalıyor. Barla’ya yönelmiş çeşitli insanlar. Yaya, kayıkla, at ve eşekle gelenler. Subayın Barla’ya girişi.
II
Hz. Üstad bağdaş kurmuş, minder üstünde oturmakta. Karşısında üniformalı bir zât oturuyor. Yaşı daha genç. Saygılı bir tavır. Pencereden haşmetli çınarın dalları görünüyor. Eserin başındaki besmele, hamdele, salveleyi söylüyor.
-: Ey kardeş! Benden birkaç nasîhât istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsîlâtıyla, sekiz hikâyecikler ile birkaç hakîkatı nefsimle berâber dinle. Çünki, ben nefsimi herkesten ziyâde nasîhâta muhtâc görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifâde ettiğim “Sekiz Söz”ü, biraz uzunca nefsime demiştim. Şimdi, kısaca ve avam lisâniyle nefsime diyeceğim. Kim isterse berâber dinlesin. (İç içe geçen dâireler, uzayan zaman ve mekân, dinleyen, okuyan, yazan birbirinden farklı pek çok insan görünüp kaybolur.)
III
[Hicaz ud taksimi – E.Kızılay]
Zaman değişimi. Bir Arab şehri. Evler, sokaklar, dükkânlar geçmiş yüzyıllara âit. Küçük bir hattât dükkânı. Peyke üzerinde oturmuş, yaşlı, sakallı, ârif bir kişi. Bir kâğıt üzerine kamış kalemle “Besmele” yazmaya başlıyor.
-: Bismillâh, her hayrın başıdır. Biz dahî başta ona başlarız. (Yazar) Bil ey nefsim! (Kitapların ilk sayfaları, câmi, türbe, mezar taşı, bina alınlıkları, dînî motifler üzerinde dolaşan kamera “Bismillâhirrahmânirrahîm” yazılarını göz önüne getirirken) Şu mübârek kelime, İslâm nişânı olduğu gibi, (Uyanan bir insan, yataktan kalkarken. Bir çocuk cüz kesesine kitaplarını koyarken. Anne sofraya yiyecekleri dizerken. Aile ilk lokmalarını alırken. Tüccar işyerini açarken. Çiftçi tohum serperken. Atlı atına binerken. Asker silahını eline alırken. Dudakları “Bismillah”la hareket eder.)
(Bir karınca büyük bir yükü taşır. Bir mayıs böceği gübreyi yuvasına yuvarlar. Bir arı kovanına bal doldurur. Bir kuş yavrularını besler. Bir koyun yavrusuna süt verir. Bir arslan yavrusunu yalar, temizler. Bir fil yavrusu ile oynar. Bir tohum toprağa düşer, filizlenir. Bir ağaç yaprak, çiçek, meyve verir. Atomun hareketi. Moleküllerin toplanıp dağılmaları. Dünyâ döner. Ay doğar. Güneş batar. Galaksiler hareket eder.) bütün mevcûdâtın lisân-ı hâliyle vird-i zebânıdır.
Dükkânın önünde, giyimlerinden yabancı oldukları anlaşılan iki kişi belirir. Atları yedeklerindedir. Seyahat kıyafetleri giyinmişlerdir. Ellerindeki harita üzerinde araştırma yapmaktadırlar. Aynı fikre ulaşmış oldukları hallerinden bellidir. Biri hattâtın dükkânını işâret eder. Oraya yönelirler.
-: Selâmun aleyküm, efendi. Allah kolaylık versin.
-: Aleyküm selâm, efendiler. Sağolun. Allah râzı olsun. Hoş geldiniz. Yabancısınız sanırım. Buyurun, size yardımcı olabilir miyim?
-: Arkadaşımla ben, çölü geçip Yemen’e gitmek istiyoruz. Yol hakkında fazla tecrübemiz yok. Kılavuz almak da istemiyoruz. Sizi sâlih ve ârif bir kişi olarak görüyoruz. Bu husûsda bize tavsiyede bulunur musunuz?
-: Bedevî Arab çöllerinde seyâhat eden adama gerektir ki: bir kabîle reîsinin ismini alsın ve himâyesine girsin. Tâ, şakîlerin şerrinden kurtulup hâcâtını tedârik edebilsin. Yoksa tek başıyla, hadsiz düşman ve ihtiyâcâtına karşı perîşân olacaktır.
Yolculardan biri yaşlı adamın sözlerini dinlerken kabûl ve tasdîk emâreleri gösterir. Diğeri pek benimsememiş olduğunu mimikleri ile belli eder.
-: Teşekkür ederiz, duâ buyurun. Allah’a emânet olun.
-: Allah yol açıklığı versin. Fî emânillah.
Yolcular ihtiyaç tedâriki için dükkânlara uğrarken konuşurlar.
-: Oh! İşim yok, şimdi bir bedevî Arab’ın koruması altına mı gireceğim? Ben buna tenezzül etmem. Ne olabilir ki! Ben yeterince güçlüyüm. Çölü bilmesem bile pek çok hayat tecrübem var. Hadi, bu işleri bırak da, yola çıkalım.
-: Arkadaş, ihtiyâr doğru söyledi. Çölde bin bir türlü tehlike var. Yol kesenlerle baş edemeyiz. Bir iki kişiyiz. Onlar gerektiğinde yüzlerce olabilir. Susuzluk var, açlık var. Gel büyük sözü dinleyelim; bir zararımız olmaz.
-: Yok, arkadaş! Ben böyle hikâyelere inanmam. Zorbalara baş eğmem. Kimseye minnet etmem. Gel deneyelim. Sen yoluna, ben yoluma… Yemen’de buluşmak üzere herkes bildiği şekilde, bildiği yoldan gitsin.
-: Ben akla uymayı tercîh ederim. Sen bilirsin… Hadi, yolun açık olsun; Allah’a emânet ol.
-: Sen de…
IV
Zaman değişimi. Çöl. Bir toz fırtınası. Mütevâzı atlı, uzaktan görünen çadıra doğru ilerliyor. Çadırın önündeki silahlı adamlarla konuşuyor. İçeriye dâvet ediliyor. İkram görüyor. Başka bir mekânda, mağrur atlı ilerlerken, karşıdan beliren atlı bir grubun saldırısına uğruyor. Korku dolu bir kaçış. Kum tepelerinin arkasında saklanış. Dehşet ve endîşe. Pişmanlık belirtileri. Başka bir mekân. Vâhâ. Bir su kuyusu civârı. 1. Atlı, matarasını oradakilere uzatıyor. Karşılıklı konuşmalar. Suyu doldurup veriyorlar. Müteşekkirane tavırlarla yolcu ayrılıyor. Zaman değişimi. Aynı kuyu başında, 2. Atlı su istiyor. Para talep ediyorlar. Belli ki çetin bir pazarlık oluyor. Önce red; koğulma emâreleri. Sonra mecbûriyetle kabûl alâmetleri. Mekân değişimi. 2. Atlı, peşine takılan yağmacıları metânetle karşılıyor. Onlara, adını aldığı reîsin himâyesinde olduğunu belirtiyor. Saygı alâmetleri ile çemberi açıyorlar. Uzaklaşıyorlar. Atlı, memnûn ve emîn yoluna devâm ediyor. Zaman ve mekân değişimi. İki atlı bir tepenin üstünde buluşuyorlar. Biri gàyet yorgun, bitkin, kir-pas içinde, bedeninde uzun seferin alâmetleri var. Diğeri dinç, neş’eli, temiz ve sıhhatli. Birlikte karşıdan görünen şehre doğru gidiyorlar.
V
[Mâhûr peşrevi - Karaduman, Batanay, Kızılay]
II. sahne. Hz. Bediüzzaman, kendi kendine konuşur gibi.
-: İşte ey mağrûr nefsim! Sen o seyyâhsın. Şu dünyâ ise, bir çöldür. Aczin ve fakrin hadsizdir. (Ağlayan bir bebek. Emekleyen bir çocuk. Elinden tutulmuş kollanan bir başka çocuk. Ağır bir yükü kaldırmaya çalışan bir delikanlı. Bastona dayanarak dinlenen bir ihtiyar.) Düşmanın, hâcâtın nihâyetsizdir. (Fırtına, dalgalar, yağmur, sel, kar, çığ, heyelan, deprem, yangın manzaraları.) Mâdem öyledir; şu sahrânın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsi’nin ismini al. (Namaz kılan, duâ eden insanlar, Hacc, cenaze töreni, kabire defin manzaraları.) Tâ, bütün kâinâtın dilenciliğinden ve her hâdisâtın karşısında titremeden kurtulasın…
VI
Zaman değişimi. Sahne III. deki dükkân ve hattât.
-: Evet, bu kelime öyle mübârek bir defînedir ki, senin nihâyetsiz aczin ve fakrın, (bir mescid, boynu bükük duâ eden; göz yaşı döken bir insan.) seni nihâyetsiz kudrete, rahmete rabtedip Kadîr-i Rahîm’in dergâhında (galaksiler, yıldızlar, güneş, dünya, ay, hızla akıp Kadîr ve Rahîm yazılı tabloların arkasında kaybolur.) azci, fakrı en makbûl bir şefâatçi yapar.
Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki: (Bir atlı, geçmiş zaman subayının önünde duruyor; konuşuyorlar.) Askere kaydolur. Devlet nâmına hareket eder. (Süvârî bir cephede düşmana saldırıyor.) Hiçbir kimseden pervâsı kalmaz. (At üstünde, elindeki fermânı halka okur. Topluluk itâatle dinler.) “Kànûn nâmına, devlet nâmına.” der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır.
(Hattât bakışlarını boşlukta dolaştırarak devâm eder.)
-: Başta demiştik: Bütün mevcûdât, lisân-ı hâl ile “Bismillâh” der. Öyle mi? Evet, nasıl ki, görsen, bir tek adam geldi. Bütün şehir ahâlîsini cebren bir yere sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı. (Yüksek rütbeli bir subay, tahtta oturan bir hâkanın karşısında, kendisine verilen buyruğu saygıyla alıyor, öpüp başına koyuyor. Mekân değişimi. Önceki süvârî, o subayın verdiği fermânı aynı şekilde alıyor. Mekân değişimi. Süvârî büyük bir topluluğa nezâret ediyor. O topluluk, çoluk-çocuk, sürüleri ile yollara dökülmüşler. Hayvanlarına yükledikleri ve sırtlarında taşıdıkları bir miktar eşyâları var. Yayan ve zahmetle, isteksiz oldukları belli olan tavırlarla yol alıyorlar. Zaman değişimi. Aynı süvârî, emrindeki sivilleri yol yapımında yönetiyor. Kazma, kürek, manivela, el arabası, kağnı, at – eşek gibi malzemeler kullanılarak zorlu bir hizmet yapılıyor.) Yakînen bilirsin, o adam, kendi nâmıyla, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki, o bir askerdir. Devlet nâmına hareket eder. Bir pâdişâh kuvvetine istinâd eder.
Öyle de, her şey, Cenâb-ı Hakk’ın nâmına hareket eder ki, zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler, başlarında koca ağaçları taşıyor. (Çeşitli büyüklükteki tohumlar, çekirdekler. Yanlarında fidan, ağaç, meyve olmuş halleri. Ufak çekirdekler. Dev ağaçlar. Dallar meyve dolu. Sepet sepet, çarşı - pazar dolu ürünler.) Dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Demek, her bir ağaç “Bismillâh” der; hazîne-i Rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor. (Tarlada yığılmış sebze ve mahsuller. En olgun şekliyle gözler önünde geçit yapan ürünler.) Her bir bostan, “Bismillah” der. Matbaha-i Kudretten bir kazan olur ki, çeşit çeşit pek çok muhtelif lezîz taamlar, içinde berâber pişiriliyor. (Ehlî hayvanların sütleri sağılıyor. Türlü süt ürünü geçit yapıyor. Süt emen yavrular; süt içen bebekler, insanlar.) Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübârek hayvanlar, “Bismillah” der. Rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olur. Bizlere, Rezzâk nâmına en latîf, en nazîf, âb-ı hayât gibi bir gıdâyı takdîm ediyorlar.(Ot ve ağaçların köklerinin yer altında hareketleri, taşı ve toprağı yararak yayılmaları görünür.) Her bir nebât ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları, “Bismillah” der. Sert olan taş ve toprağı deler, geçer. “Allah nâmına, Rahman nâmına” der, her şey ona musahhar olur.
(Kökleri ile birlikte meyve yüklü dalları görünen hayâlî bir ağaç. Güneş en parlak ve yakıcı hâliyle tepede. Ağacın yaprakları yemyeşil. Patates, turp, havuç, yer fıstığı gibi yer altında biten mahsullerden bir demet.) Evet, havada dalların intişârı ve meyve vermesi gibi, o sert taş ve topraktaki köklerin kemâl-i suhûletle intişâr etmesi ve yer altında yemiş vermesi, hem şiddet-i harârete karşı aylarca nâzik, yeşil yaprakların yaş kalması, tabiiyyûnun ağzına şiddetle tokat vuruyor. Kör olası gözüne parmağını sokuyor. Ve diyor ki: “En güvendiğin salâbet ve harâret dahî, emir tahtında hareket ediyorlar ki, (Tekrar ot ve ağaçların köklerinin yer altında hareketleri, taşı ve toprağı yararak yayılmaları görünür.) o ipek gibi yumuşak damarlar, birer Asâ-yı Mûsâ (as) gibi (eserdeki âyet) (âyetin meâli ayrı bir ses tonu ile) emrine imtisâl ederek taşları şak eder. (Çeşit çeşit yeşil yaprak. Şiddetli bir güneş.) Ve o sigara kâğıdı gibi ince, nâzenin yapraklar birer âzâ-yı İbrâhim (as) gibi, ateş saçan harârete karşı (eserdeki âyet) (âyetin meâli ayrı bir ses tonu ile) âyetini okuyorlar.
VII
[Mâhûr Saz Semâîsi - Karaduman, Batanay, Kızılay]
II. sahne. Hz. Bediüzzaman
-: Mâdem her şey mânen “Bismillah” der. Allah nâmına, Allah’ın ni’metlerini getirip bizlere veriyorlar. (Bahçelerden, bağlardan ürün toplayan insanlar. Hayvanlar. Satıcılar, alıcılar. Hediyeleşenler. Teşekkürleşenler.) Biz dahî “Bismillah” demeliyiz. Allah nâmına vermeliyiz. Allah nâmına almalıyız. Öyle ise, Allah nâmına vermeyen gàfil insanlardan almamalıyız.
Dinleyen üniformalı şahıs
-: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiat veriyoruz. (Bir alış-veriş sahnesi. Satıcı ve alıcılar.) Acaba asıl mal sâhibi olan Allah (kâinat manzarasının hızlı bir geçişi), ne fiat istiyor?
Hz. Bediüzzaman
-: Evet, o Mün’im-i Hakîkî, bizden o kıymetdâr ni’metlere, mallara bedel istediği fiat ise, üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir. (Bir sofrada çeşitli yiyecekler. Bir şahıs yemeğe başlarken, Besmele çekiyor. Düşünerek, tefekkür ederek yiyor. Sonunda ellerini kaldırıp duâ ederek şükrünü belirtiyor.) Başta “Bismillah” zikirdir. Âhirde “Elhamdülillah” şükürdür. Ortada, bu kıymetdâr hârika-i san’at olan ni’metler;(Çeşitli yiyecekler, göz önünde geçit yapar.) Ehad, Samed’in mu’cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derketmek, fikirdir.
Bir pâdişâhın kıymetdâr bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sâhibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de, zâhirî mün’imleri medih ve muhabbet edip, Mün’îm-i Hakîkî’yi unutmak, ondan bin derece daha belâhattir.
Ey nefis! Böyle ebleh olmamak istersen; Allah nâmına ver, Allah nâmına al, Allah nâmına başla, Allah nâmına işle. Vesselâm… (Kırlar, çiçekler, kelebekler, böcekler, kuşlar, çeşitli hayvanlar, insanlar, deniz, dağ, yeryüzü, Kâbe etrafında dönen insanlar, gök, ay, güneş, yıldızlar, galaksilerin hareketleri ve göz kamaştırıcı şiddetli bir ışık kaynağı. Yavaş yavaş yayılan, huzur veren bir renk armonisi ve müzik.)
VIII
Giriş’teki mekân. Herkesin yüzünde mutluluk belirtisi.
F)-:Aferin sana, Orhan! Hiç yanılmadın.
A)-:Oğlumla öğünüyorum.
B)-:Tebrik ederim, oğlum. Hem duygulu, hem heyecanlı okudun.
O)-: Teşekkür ederim hepinize. Ben de unutmadığım için sevinçliyim.
Son
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.