Sabri ALTUN
Biz şimdi neyiz/ne olacağız?
İlk meclis ve Kürt vekiller
3.bölüm
Yeri gelmişken burada bir noktaya işaret etmekte fayda vardır. Osmanlılarda olduğu gibi Erzurum ve Sivas Kongreleri ile Büyük Millet Meclisi’nin ilk yıllarında da, özellikle 1925 yılına kadar olan süreçte ‘’Kürt’’ ve ‘’Kürdistan’’ tabirleri kullanılmış ve bunlar çok yoğun bir şekilde tutanaklara geçmiştir. Bu kongrelerin ve Meclis’in tutanaklarında bu husus çok açık bir şekilde görülmektedir. (Abdulkadir Menek Kürt meselesi ve Said Nursi: Nesil Yayınevi)
Hatta ilk mecliste 72 Kürt mebus bulunmaktadır.
Bu vekillerle ilgili önemli bir vakıayı anlatmadan geçmeyeceğim:
Lozan Barış Görüşmelerinin TBMM’nde müzakere edildiği bir zaman dilimiydi. İngilizlerin zoruyla Sevr antlaşmasına koydukları müstakil bir Ermeni ve Kürt devletinin kurulması maddesi Lozan’da da gündeme geliyordu. Bütün dünyaya Kürtler ile Türklerin birlikte olduğu ilan edilmesi gerekiyordu.
Bunun için Dersim milletvekili hasan Hayri konu ile ilgili görüşlerini meclis kürsüsünde açıklıyordu. Türklerle Kürtlerin bir ve beraber olduklarını ve asla ayrılamayacaklarını söylüyordu. Ve konuyu tarihi seyri içinde ikna edici bir tarzda anlatarak dikkatleri üzerine çekmişti.
Kutlama ve tuzak
Bu konuşmasından dolayı kendisini kutlayan Mustafa Kemal, ertesi gün Hasan Hayri’nin Meclis’e Kürt milli kıyafetleri ile gelmesini istemişti. Bunun üzerine Hasan Hayri de birçok Kürt milletvekili arkadaşıyla beraber, bu şekilde giyinerek Meclis oturumuna katılmışlar ve Lozan Konferansına telgraflar çekerek, Kürtlerin Türklerden ayrılamayacaklarını bildirmişlerdi.(Dr. M. Nuri Dersimi, Dersim Tarihi, Eylem Yayınları, İstanbul, 1979, Sayfa: 163–164)
Terakkiperver Cumhuriyet Partisi kurulunca, Hasan Hayri bu partiye geçmiş ve parti çalışmaları yapmak amacıyla Elazığ’da bulunduğu bir sırada Şeyh Said hadisesi patlak vermiş, halka olaylara karışmamaları için sükûnet tavsiye etmiş, ancak buna rağmen yakalanarak Diyarbakır İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmış ve idama mahkûm edilmiştir. Gerekçesi ise meclise Kürt milli kıyafeti ile geldiği içindi. (Yeni Nesil Gazetesi, 3 Haziran 1989)
Bu olay yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinin nasıl bir rota değişikliğine gittiğinin en çarpıcı bir işaretiydi.
Musul, Kerkük’ün İngilizlerin insafına bırakmak pahasına yeni cumhuriyetin idarecileri ulus devlet modelini uygulamak adına ülkede bütün gayri Müslimleri dışarıya çıkartıp Türk olmayan etkenlerle kanlı bir savaşa girdiler. Tabii ki bu etkenlerin başında Kürtler geliyordu. Şeyh Said hadisesiyle başlayan savaş Dersim hadiseleriyle son bulmuştu.
Artık dağlara taşlara Türkiye Türklerindir yazısı nakşediliyordu.
Dar geçitte omuz omuza kardeşlik türküleriyle yazılan bir destanın sonunda vurulan Türk–Kürt mührü yerine artık Kürt ibaresi kaldırılmış sadece Türk kelimesi yazılmıştı.
Bu satırları okuyan insanlar belki de bu süreçte bu nazik konunun dilendirilmemesi gerektiğini savunabilirler.
Fakat şundan eminim ki bu tarihi hakikatleri şu an yaşayan nesil bilirse bu süreç çok daha kolay atlatılacaktır.
Çünkü açılımın ilk yıllarında biz Kürtçe bir tiyatro oyunu sergilemiştik.
Çanakkale ile ilgili olan bu oyun sergilendiğinde bütün ülkede bir tartışmaya sebep olmuştu.
Oyunun adı “emji ğadiye fi velatini” idi.
Yani “biz de bu vatanın sahibiyiz.”
Biz de aynı savaşlara girdik, biz de Çanakkale’de savaştık, batıda savaştık, doğuda zaten savaşın kendisiydik.
Biz bunları söyleyince yüzyıldır ulus mantığıyla yetişmiş (aydınlar da dâhil) koca koca insanlar karşı çıkmışlardı.
Artık dumanların çekildiği bu süreç içerisinde karşılıklı birbirimizi hazmetmek adına bu hakikatler bilinmelidir.
Önce bizim gibi asimile edilmiş Kürtler bilmeli sonrada Türkler…
Aslında kimsenin kimseye bir hak verdiği yok.
Kimsenin kimseden zorla tavizler kopardığı da yok…
Bütün mesele gerçeklerin açığa çıkmasıdır.
Bütün mesele ulus devlet modelinin nasıl bir sonuç doğurduğunun anlaşılmasıdır.
Bütün mesele ulus devlette birimlerin nasıl işlediğinin açığa çıkmasıdır.
Peki, ulus devlette birimler nasıl çalıştı?
Aslında anlatılacak yüzyıllık birikimler olduğu halde ben sadece birkaç tane can alıcı noktalara değinmek istiyorum:
Okullarda, resmi dairelerde, emniyette, kışlada ve bütün kamusal alanlarda yaşananları bir kenara atarsak…
İhtilal dönemlerinde gerek 60, gerek 12 Eylül, gerekse 28 şubat dönemlerinde doğuda yaşananları bir kenara atarsak…
Ergenekon diye tabir edilen devlet çetesinin yaptığı tahribatları, jitemi, faili meçhulleri da bir kenara atarsak…
Ki bütün bunların hepsi doğunun üzerinde oynanan oyunlar olduğu halde biz sadece cumhuriyetin ilk yıllarındaki devletin bizzat kendi eliyle yaptıklarına bakarsak her şey çok daha çarpıcı bir şekilde ortaya çıkacaktır.
Sadece meclis seviyesinde yaşananlara bakarsak:
M. Kemal’in Adalet bakanı Dr. Mahmut Esat Bozkurt 19 Eylül 1930 tarihinde Milliyet gazetesinde şöyle bir demeci çıkmıştı:
‘’Benim düşüncem şudur: Herkes, dostlar, düşmanlar ve dağlar, bu ülkenin efendisinin Türkler olduğunu bilmelidir:
’’Saf Türk olmayanların, Türk anavatanında sadece bir tek hakları vardır: HİZMETKÂR OLMA HAKKI, KÖLE OLMA HAKKI.”
Çünkü o günden sonra adalet(!) bu zihniyet üzerine bina edilmişti.
Hele 1934 te bir iskan kanunu yapılmıştı ki binyılların birlikteliği ondan sonra köklü ayrılıklara dönüşmüştü.
İnsanlık tarihinin ender gördüğü zulümlerden birisini bu halk yaşamaya başlamıştı.
İnsanlar yerinden yurdundan ayrılmış varlıklıyken kasıtlı bir sefalete terk edilmişti.
Öz yurdundan garip bir haleti ruhiye ile yeni nesiller yetişmişti.
Zira bu kanunun yazılı metninde şöyle bir ibare geçmektedir.
‘’Yine dâhili iskân safahatı cümlesinden olarak ana dili Türkçe olmayan nüfus terakümlerinin (yığılmalarının) menni’ne ve mevcutlarının dağıtılması şekillerine ve bu suretle hars vahdetinin korunmasına ait tedbirlerin ittihaz ve tatbiki için hükümete kanuni selahiyet alınması düşünülmüştür.’’ (Yakın Tarih Ansiklopedisi, 10. Cilt, Sayfa: 50)
Hele 27 Nisan 1934 tarihli İskân Kanunu Muvakkat Encümeni Mazbatasında ise şunlara yer verilmekteydi:
‘’… Maksat, bunların süratle anadillerini unutması, Türklerle karışması olduğundan, büyük köylerde bir mahallede veya birbirine komşu ve kolaylıkla toplanır bir yerde olmamak şartıyla oturtulmaları…..”
Böylece ’Bu kanun uygulamaya konularak insanlar köylerinden uzaklaştırılmış, akrabaları ile bir araya gelmeleri engellenmiş, memleketlerinden çok uzak ve yabacısı oldukları yerlere gönderilerek süratle anadillerini unutmaları sağlanarak Türkleştirilmeye çalışılmış ve böylece bütünüyle ırk hâkimiyetine dayalı bir düzen kurulması amaçlanmıştır. Bu kanunu savunan Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya, şunları söylüyordu: ‘’Bu kanun tek dil konuşan, bir düşünen, aynı hissi taşıyan bir memleket yapacaktır.’
Böylece çoğunlukla kışın amansız soğuğunda kağnılar yola çıkmış çoluk çocuk yaşlı ihtiyar hasta sağlam demeden insafsız göçler başlamıştı.
Kendi memleketinin ağası beyi şeyhi efendisi daha doğrusu bütün varlıklı ve nüfuslu insanların hepsi bu şekilde çoğunluğunun yollarda telef olma gayesiyle batıda çeşitli yerlerde mecburi iskana tabi tutulmuştu.
Buna benzer birçok hadise ve yaklaşımlar sonucunda ulus devlet inşa edilmeye başlanmıştı.
Bu yeni kavmiyetçilik ve faşist bir zihniyetle büyüyen devlet gözünü kırpmadan bütün ciddiyetini Dersim hadiseleriyle pekiştirmiş, bütün dünyaya ve bu ülkede bundan sonra doğacak bütün çocuklara şu ninni fısıldanmıştı:
“Türkiye Türklerindir.”
Ve bizler anamızdan doğarken kaderin damgasını ana dilimizle gerçek görüntümüzle bütünleştirip büyürken okullarda “bir Türkün dünyaya bedel“ olduğunu hafızamıza nakşederek sosyal hayata adımlarımızı atmıştık.
Kimimiz sağcı kimimiz solcu kimimiz ülkücü olarak çeşitli cephelerde boy göstermeye başlamıştık.
Artık Kürt değildik.
Sadece anamızla konuşurken Kürtçe konuşuyorduk.
Başta sadece anamızın öğrettikleriyle konuşurken zaman içinde okullarda büründüğümüz ikinci bir şahsiyetle ne Türkçeyi öğrenebildik ne de tam bir Kürt olarak kalabildik.
Sosyal hayatın bir acaibi mahlûkatı olarak medeni cesaretten yoksun, hayalimizde fışkıran yoğun düşünceleri akıl süzgecinden hiç birisini geçirmeyerek, yavaş yavaş kişiliğimizin bilinçaltına doğru süzülüp kaybolmasıyla iki cami arasındaki bi namaz gibi adeta lal kesilip kendi köşemize büzülüp kalmıştık.
Evet, biz ne idik?
Bu gün ise daha zorlu bir soru ile karşı karşıyayız;
Bundan sonra biz ne olacağız?
Yaşadığımız coğrafya itibarıyla söylüyorum sahip olduğumuz birçok kültürel değerimizi yok ettik.
Şu an yetişen neslin hiç birisi Kürtçeyi bilmiyor.
Şimdiye kadar bize Türksün dediler bundan sonrada Kürtsün diyecekler.
Tıpkı yetim büyüyen bir çocuğa buluğ çağından sonra “annen baban öldü” denildiği gibi bu gün gidip öldürülen kültürümüzün mezar taşı dibinde ağlayacak mıyız?
Evet, gerçekten biz ne olacağız?
(Yine göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu da O\´nun âyetlerindendir. Şüphesiz ki bunda bilenler için nice ibretler vardır.(Rum Suresi, 22.Ayet)
Her kavim Allahın bir ayeti ise nerdeyse kendimizi yok ederek, Allahın ayetini inkâr etmenin eşiğine gelmişiz.
Bütün Türk kardeşlerimin kulakları çınlasın…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.