Bu, senin işlediğin günahlar yüzündendir
Ayet meali
Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Hacc 7-10. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:
7 . Muhakkak ki kıyâmet gelicidir; onda şübhe yoktur (*) ve elbette Allah, kabirlerde bulunan kimseleri diriltecektir!
8,9 . İnsanlardan bazısı ne bir bilgi, ne bir yol gösteren, ne de aydınlatıcı bir kitab olmadan, Allah yolundan saptırmak için (kibirinden) yanını büküp çevirerek, Allah hakkında mücâdele eder. Ona dünyada bir rezillik vardır; kıyâmet günü ise ona o yakıcı azâbı tattıracağız!
10 . (O zaman ona şöyle denilir:) “Bu, senin ellerinin takdîm ettiği (senin işlediğin günahlar) yüzündendir.” (**) Şübhesiz ki Allah, kullarına zulümkâr değildir.
(*) “Bir şey kānûn-ı tekâmülde (gelişme kānûnunda) dâhil ise, o şeyde alâküllihâl (herhâlde) neşv ü nemâ (büyüyüp gelişme) vardır. Neşv ü nemâ ve büyümek varsa, ona alâküllihâl bir ömr-i fıtrî vardır. Ömr-i fıtrîsi var ise, alâküllihâl bir ecel-i fıtrîsi (ölüm vakti) vardır. Gāyet geniş bir istikrâ’ (geniş bir tecrübe) ve tetebbu‘ (araştırma) ile sâbittir ki, öyle şeyler mevtin (ölümün) pençesinden kendini kurtaramaz. Evet, nasılki insan küçük bir âlemdir, yıkılmaktan kurtulamaz! Âlem dahi büyük bir insandır, o dahi ölümün pençesinden kurtulamaz. O da ölecek, sonra dirilecek veya yatıp sonra subh-ı haşirle (haşir sabâhıyla) gözünü açacaktır. (...)
Demek herhâlde bir zaman gelecek ki: Kâinat hakîkat-i uzmâsının (en büyük hakîkatinin) kışır (kabuk) ve sûreti olan âlem-i şehâdet (görünen şu âlem), Fâtır-ı zü’l-Celâl’in (celâl sâhibi yaratıcının) izniyle parçalanacak! Sonra daha güzel bir sûrette tâzelenecektir. يَوْمَ تُبَدَّلُ الْأَرْضُ غَيْرَ الْأَرْضِ [O gün, yer başka yere çevrilir] sırrı tahakkuk edecektir (gerçekleşecektir).
Elhâsıl: Dünyanın mevti mümkün, hem hiç şübhe getirmez ki mümkündür.” (Sözler, 29. Söz, 206-207)
(**) “Şeriatta denilmiştir ki: ‘Cehennem cezâ-yı ameldir (amelin karşılığıdır), fakat Cennet fazl-ı İlâhî (Allah’ın lütfu) iledir.’ Bunun sırr-ı hikmeti nedir?
El-cevab: (...) İnsanın nefsi ve hevâsı dâimâ şerlere ve zararlara meyyâl olduğu için, o küçücük kesbinin (cüz’î irâdesinin) netîcesinden hâsıl olan seyyiâtın (günahların) mes’ûliyetini kendisi çeker. Çünki onun nefsi istedi ve kendi kesbiyle sebebiyet verdi (sebeb oldu). Ve şer ademî (yokluğa âid) olduğu için, abd (kul) ona fâil oldu. Cenâb-ı Hakk da halk etti (yarattı). Elbette o hadsiz cinâyetin mes’ûliyetini, nihâyetsiz bir azâb ile çekmeye müstehak olur.
Amma hasenât ve hayrât (iyilikler ve hayırlar) ise, mâdem ki vücûdîdirler (varlığa âiddirler); kesb-i insânî ve cüz’-i ihtiyârî (insanın cüz’î irâdesi) onlara illet-i mûcide (yaratıcı sebeb) olamaz. İnsan, onda hakîkî fâil olamaz. Ve nefs-i emmâresi (kötülüğü emreden nefsi) de hasenâta tarafdar değildir, belki rahmet-i İlâhiye ister ve kudret-i Rabbâniye îcâd eder. Yalnız insan, îmân ile, arzu ile, niyet ile sâhib olabilir. Ve sâhib olduktan sonra, o hasenât ise, ona evvelce verilmiş olan vücud ve îman ni‘metleri gibi sâbık (geçmiş) hadsiz niam-ı İlâhiyeye (Allah’ın verdiği ni‘metlere) bir şükürdür, geçmiş ni‘metlere bakar. Va‘d-i İlâhî ile verilecek Cennet ise, fazl-ı Rahmânî ile verilir. Zâhirde (görünüşte) bir mükâfâttır, hakîkatte fazıldır (lütufdur).
Demek seyyiâtta sebeb nefistir, mücâzâta (cezâya) bizzât müstehaktır. Hasenâtta ise sebeb de Hakk’tandır, illet (esas sebeb) de Hakk’tandır. Yalnız, insan îmân ile tesâhub eder (sâhiblenir). ‘Mükâfâtını isterim’ diyemez, ‘Fazlını beklerim’ diyebilir.” (Lem‘alar, 13. Lem‘a, 86)