Bunlar, beni inkâr etmek nasıl olurmuş gördüler!
Ayet meali
Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Sebe Suresi 40-45. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:
40 . Ve o gün (Allah), onları hep berâber bir araya toplar; sonra meleklere: “Bunlar, size mi tapıyorlardı?” der.
41 . (Melekler:) “Seni tenzîh ederiz; bizim velîmiz onlar değil, sensin! Hayır! (Onlar,) cinlere (şeytanlara) tapıyorlardı. Onların çoğu, onlara inanan kimselerdi” derler.
42 . İşte o gün, bazınız bazınıza ne bir fayda ne de bir zarara mâlik olur! Ve (biz de) o zulmedenlere: “Tadın, kendisini yalanlamakta olduğunuz ateşin azâbını!” deriz.
43 . Çünki onlara âyetlerimiz apaçık olarak okunduğu zaman: “Bu ancak, atalarınızın tapmakta olduğu şeylerden sizi çevirmek isteyen bir adamdır” dediler. Bir de: “Bu (Kur’ân), uydurulmuş bir iftirâdan başka bir şey değildir” dediler. İnkâr edenler, kendilerine o hak (Kur’ân) gelince de (onun için): “Bu, ancak apaçık bir sihirdir” (*) dedi(ler).
44 . Hâlbuki onlara ders alacakları kitablardan vermemiştik ve senden önce kendilerine hiçbir korkutucu göndermemiştik.
45 . Bunlardan öncekiler de (peygamberleri) yalanlamıştı; (bunlar, servet ve ömürce) onlara verdiklerimizin onda birine bile erişmediler; böyle iken peygamberlerimi yalanladılar; ama beni inkâr etmek nasıl olurmuş (gördüler)! (**)
(*) “Kureyş’in rüesâsından (reislerinden) müdakkik bir belîğ (dikkatli ve güzel sözden anlayan birisi) müşrikler tarafından, Kur’ân’ı dinlemek için gitmiş. Dinlemiş, dönmüş, demiş ki: ‘Şu kelâmın öyle bir halâveti (tatlılığı) ve tarâveti (tâzeliği) var ki, kelâm-ı beşere (insan sözüne) benzemez. Ben şâirleri, kâhinleri biliyorum. Bu onların hiç sözlerine benzemez. Olsa olsa etbâımızı (bize uyanları) kandırmak için, sihir demeliyiz!’ İşte Kur’ân-ı Hakîm’in en muannid (inadcı) düşmanları bile fesâhatinden (açık ve güzel ifâdesinden) hayrân oluyorlar.” (Zülfikār, 25. Söz, 13)
(**) “Bu kâinâtı bir muntazam şehir ve bir mükemmel apartman ve misâfirhâne ve bir mu‘cizâtlı kitab ve Kur’ân hükmüne getirip hey’et-i mecmuasından (tamâmından) tâ bir zerreye kadar bütün mahlûkāt tabakalarını ve dâirelerini ve tâifelerini mîzân-ı ilim ve nizâm-ı hikmetle (ilmin ölçüsü ve hikmetin düzeniyle) kabzasına (eline) alan, tasarruf eden ve kudreti içinde rahmetini gösteren ve rubûbiyet-i mutlakası (herşeyi terbiye ve idâre etmesi) içinde mevcûdiyetini (varlığını) ve vahdâniyetini (birliğini) güneş ve gündüz gibi bildirip tanıtan ve bildirip tanıtmasına mukābil (karşılık), îmanla tanımayı ve sevdirmesine mukābil, ubûdiyetle (kullukla) mukābele etmeyi ve ihsanlarına mukābil, şükür ve hamd etmeyi isteyen böyle bir Rahmân-ı Rahîm’i tanımayan ve ubûdiyetle onu sevmeye çalışmayan, belki inkâr ile ona birnevi‘ adâvet (düşmanlık) taşıyan insan sûretindeki şeytanlar, birer küçük Nemrud ve birer küçük Fir‘avun hükmünde nihâyetsiz bir azâba elbette müstehak olurlar.” (Şuâ‘lar, 15. Şuâ‘, 569)