Bütün cemaatler entelektüel anlamda dertsizdir
“Entelektüel Yalnızlık” kitabının yazarı Şahin Doğan’la keyifli ve bilgilendirici bir sohbet gerçekleştirdik
Röportaj: Süleyman Çoban
RİSALEHABER-Yaz geldi, havalar sıcak hele Urfa’da havalar daha da sıcak. İmkan bulabilenler serin yerlere gidiyor. Gidemeyenler Urfa’nın bu sıcaklığına bir şekilde katlanmaya çalışıyor. Tabii konumuz sıcaklık değil, bu yaz sıcaklığında düşünce ve sanata dair, hâlet-i ruhiyemizi daha da ısıtacak yeni bir kitap çıktı piyasalara. Hâlet-i ruhiyemizi ısıtacak dedik, ama kitap aslında yazı dünyasıyla uğraşanların nasıl bir yalnızlık buzluğu içinde olduğunu göstermiş. “Entelektüel Yalnızlık” kitabının yazarı Şahin Doğan’la keyifli ve bilgilendirici bir sohbet gerçekleştirdik.
YAZARA DAİR
Şahin Doğan, Urfalı, yazma serüveni eskiye dayansa da biz okuyucular onu Risale Haber’deki yazılarından tanımaya başladık. Ulusal ve yerel birçok dergi ve gazetede de yazıları yayınladı. Ağırlıklı olarak deneme tarzında yazılar kaleme alsa da içerik olarak hayli geniş bir yelpazesi bulunmaktadır.
Şahin Doğan yazdığı yazılarıyla bize gösterdi ki sanat, düşünce, teoloji, felsefe, kültür ve edebiyat konularında hayli birikimi olan birisidir. Ve bu tecrübesini yazıları aracılığıyla bizlere aktarmaktadır. Tabi aktüel ve siyasi yazıları da yok değil…
Şahin Doğan’ın kitaplarını okuduğunuzda, yazıların içeriği farklı olsa da genellikle edebi yazılarıdır. Yazar bu edebi üslup için hayli uğraşmakta. Gelişi güzel kaleme almamaktadır yazılarını. Onu okurken, melankoli ve kendisince de dile getirdiği sayıklama tarzı yazıları hoşunuza gitmiyor değil. Onun yazılarıyla çok güzel bir şekilde edebiyat tarihimizde gezintiye çıkıyorsunuz. Şahin Doğan kendisi sanat tarihçisi; ama ben ona “düşünce tarihçisi” demeyi daha uygun görmekteyim.
Şahin Doğan daha önceleri de şehir yazılarını kaleme almıştı. Özellikle 2015 yılında Gelenek Yayınlarından çıkan “Ruhumun Masalı Şehr-i Urfa” kitabı çok önemliydi. Şimdi de “Yüzleşme yayınları”ndan “Entelektüel Yalnızlık” isimli yeni bir kitabı daha çıktı. İsim dikkatinizi çekebilir. Zaten niye düşünce tarihçisi, düşünce adamı dediğimi, kitabı okuyunca bana hak vereceksiniz. Gerçi kitaptaki yazılar uzun bir süreden beri yazmış olduğu yazıların bir araya gelmesiyle ortaya çıkan bir eser. “Entelektüel Yalnızlık” isimli bir denemesi de bulunmakta ve bu deneme, bu kitaba da ad oldu.
Sevgili hocam hayırlı olsun. Yeni bir kitap, yeni bir heyecan. Ne demek istersiniz?
Eyvallah ben de teşekkür ederim. Evvela böyle bir söyleşi yapma imkanı verdiğiniz için minnettarım. Tâbii ki her kitap insanın yeni bir çocuğu gibi. Hatta bir bakıma evrensel olması noktasından biyolojik çocuklarınızdan daha önemli. Her şeyiniz, bütün hüviyetiniz, “kafa kağıdı”nız onun içerisinde çünkü. Geleceğe onunla taşınıyorsunuz, efkar-ı âmmeye onunla mal oluyorsunuz. Her insanın içinde ölümsüzleşmek isteği var, kitaplar belki de bu isteği bir parça karşıladığı için bütün benliğimizle sarılıyoruz ve önem veriyoruz onlara. Ayrıca yayına hazırlamak, yayınevi bulmak, kabul ettirmek ve bastırmak o kadar kolay olmadı elbette. Bizim gibi taşrada ikamet edenler için bunlar büyük zorluklar. Ama çok şükür bütün bunlar aşıldı ve “Entelektüel Yalnızlık” isimli çocuk nihayet doğdu.
Kitabınızı okuyan biri olarak kitabın içeriğine gelecek olursak, yazılar birbiriyle alakalı ve ilintili yazı dosyalarından mı oluşuyor? Yoksa her biri farklı yazılardan mı oluşmaktadır?
Farklı dosyalardan oluşuyor ama konu itibariyle birbirinden çok da farklı değil. Deneme yazılarının özelliği bu. Biliyorsunuz, deneme yazarlığının öncüsü Montaigne’nin “denemeler”i de böyle. Deneme demek, yapım bozum demek. Daha doğrusu yapım söküm. Yıkıyorsunuz yapıyorsunuz; yapıyorsunuz yıkıyorsunuz. Bir çeşit kendinizle yaptığınız monologlar. Makaleden daha serbest, daha az ciddi. Ama daha samimi. Kitaptaki yazılar yaklaşık on yılı bulan bir sayıklamanın eseri. “Sayıklamalar” isimli bize tahsis edilen mütevazi bir gazete köşesinde kendimle yaptığım monologlardan ibaret. Osmanlı’da deneme -şiir hariç- bütün diğer türler gibi Tanzimat’la girmiş yazın hayatımıza. Biz de deneme yazarlığının zirve ismi: Cemil Meriç. Bu konuda üstat aşılabilmiş değil hala. Yaşayanlar içerisinde belki bir parça Dücane Cündioğlu diyebiliriz. Ülkemizde şair çok, romancı çok, öykücü çok, hikâyeci çok ama denemeci yok. Deneme demek biraz da eleştirmenlik demek, düşünce demek aynı zamanda. Gazetecileri saymıyorum tabii. Gazetecilik edebi bir uğraş olmaktan çok, bir teknik elemanlık meselesi. Kısacası yazılar, tikel olarak bağlantısız ama tümel olarak birbiriyle bağlantılı ve ilintili.
Kitabın giriş kısmı “Asi Ruhlar” ve akabinde “Evet İsyan”la devam ediyorsunuz. Bir isyanınız mı var? Kitabınız bir isyan kitabı mı? Ya da asi ruhlar kirlenmeden isyan mı etmeli?
Elbette bir isyanım var. Daha doğrusu sessiz bir çığlığım. Toplum tarafından sunulanı sorgulamak, test etmek, sağlamasını yapmaya çalışmak, yığınların yabancısı olduğu daha doğrusu nefret ettiği şeyler. Toplum yani yığın istikrarı sever, sahte de olsa güven içinde yaşamayı tercih eder. Bilgi meş’alesine şüpheyle bakar, çünkü rahatının bozulmasını istemez. Her haysiyetli kumaş uysal bir vatandaş değil, muzır bir keyif kaçırıcıdır. Topluma karşı “La” (hayır) sancağını çekmiş, kimine göre deli, kimine göre veli, kimine göre anarşist. Sokrat, Hz. İsa (as) Hz. Muhammed (asm) gibi. Tarihin mucidi dahi şahsiyetlerdir diyor “Deccal” yazarı. Sürü tarih yapamaz, tabi olur sadece. Tebaa tab edilen, tabi olan, demek. Hayatı en iyi kavrayanlar isyanı en iyi tadanlardır. Albert Camus’nun ifadesiyle “başkaldıranlar.” Biliyorsunuz, Ali Şeriati “sizi rahatsız etmeye geldim” der, bir konuşmasından önce. Rahatı aramak için rahatsız olmak gerekir önce. Onun için de Ortodoks (vasat) bir kafayla yaklaşan arkadaşlar kitapta çok rahatsız edici pasajlar bulabilir. Hatta Kurancı/mealci cemaatten birisi tekfire kadar gidebildi… Farkında mısınız, hayatımız bir trajedi, dram değil. Dikkat edin lütfen trajedi diyorum. Trajedi de mutlu sonlar yoktur, çözüm de yoktur, sonuçsuzdur, çözümsüzdür trajedi. Dram da mutlu sonlar vardır. Elimizde olmayarak gözlerimizi açıyoruz bu fani dünyaya ve yine elimizde olmayarak kapatıyoruz gözlerimizi. Dinler, inançlar, kimlikler, ideolojiler bu trajedinin üstünü örter sadece ama kesinlikle halletmez trajediyi. “Asi Ruhlar”ın “Evet İsyan!” deyişinin en temel nedeninin bu olduğunu düşünüyorum. Trajediyi ötmeye çalışmazlar, onunla yüzleşmeye çalışırlar çünkü. Gerçek bilgelik bu aşamadan sonra başlar. Kitabın bir bölümünde bu konuyu daha geniş olarak açıklamaya çalıştığımı zannediyorum. Hiçbir “Asi Ruh” kirlenmeden isyan edemez. Çünkü isyan kirlenmektir zaten. İblis’i hatırlayın ya da Promete’yi. Ama yine de kitabımızın bir “isyan kitabı” olarak değil bir “itiraf kitabı” olarak isimlendirilmesi daha çok hoşuma gider.
Yazılarınızı yani kitabınızı okurken tema olarak hüzün karşımıza çıkıyor. Yanılıyor muyum acaba? Bu maziye duyulan bir özlemin hüznü mü? Bunu biraz konuşalım, bir de acaba biz okurların, yazın dünyasına ilgimizin olmayışının mı bir hüznü?
Öyle biraz. “Hüzün ki en çok yakışandır bize, belki de en çok anladığımız” der, yazların şairi Hilmi Yavuz. Doğunun ve biz doğuluların değişmez talihidir hüzün. Hüzün, hazan, haz… dikkat ederseniz hepsi aynı kökten ve aynı kökenden geliyor. Hüznün temelinde haz vardır. Hazza ulaşmak için hüzünleniriz. Hazza ulaşınca hüznü özleriz. Hüzünlenince de hazzı özleriz. Hüzün, “Ruhumun Masalı Şehr-i Urfa” için daha uygun bir tabir gibi duruyor. Çünkü o eserde kelimenin en yalın haliyle bir mazi özlemi, bir geçmiş hasreti vardı. Kitap, yitirilmiş muhteşem bir maziye tutulan bir damla gözyaşıydı. Ahmet Haşim “melali anlamayan nesle âşina değiliz” diyordu, çok haklı olarak. Hüzün ve melal arasında bir akrabalık ilişkisi var. İkisi de mazinin mis dolu kokusunu saçıyor etrafa. “Entelektüel Yalnızlık” kitabında ise hüzünden ziyade bir kasvet, bir keder, bir melankoli var. Melal ile melankoli arasında çok ciddi bir anlam farkı mevcut. Melalin içinde umut vardır, kutsal vardır. Melankoli aşamasında bu olumlu duygular buharlaşır. Melankoli öteki ile tanışma sonucu ortaya çıktı. Yani batı ile. Sadece yalınkat soyut bir hüzün değil, bir bunalım, bir bunaltı, bir yaşama sıkıntısı, bir anlam karmaşasıdır melankoli. Sorunuzun ikinci bölümünde değindiğiniz üzere, hüznün, belki okurların yazın dünyasına ilgili olmayışıyla yakından bir alakası var ama melankolinin asıl kaynağı çok daha derinlerde. Egzistansiyel (varoluşsal) bir temeli var melankolinin. Düşünsel bir temeli. Bizim terminoloji ile söylersek “itikadi” bir temeli. Mesela Şeyh Galip’in yaşadığı duygular melal iken, Tanpınar’ın yaşadığı duygular melankolidir. Kısacası mazimiz melal, halimiz melankoli. Egzistansiyel (varoluşsal) sorunların birçoğu bireyseldir, toplumsal değil. Dolayısıyla kitaba sinmiş olan melankolik havanın nedeni okurların ilgisizliği ile birlikte çok daha derinlerde yaşanan bu sözünü ettiğimiz varoluşsal hususlar. Sanırım meramımı anlatabildim!
Kitabın ismine gelecek olursak, tam olarak ne demek istediniz? Kitap ortaya çıktıktan sonra mı bu isme karar verdiniz. Yoksa öncesinde kitabın ismi hazır mıydı? Şunu da sormadan edemeyeceğim: Kitabın sonunda cemaatler neden entelektüel çıkaramıyor? Sorusunu soruyorsunuz, kendiniz de “Entelektüel Yalnızlık” diyorsunuz. Sanırım anladınız?
Kitabın ismine ilk olarak “Sayıklamalar” demeyi koymuştum kafama ama aynı isimle yayınlanmış bazı kitapların olduğunu görünce çaresiz o isimden vazgeçtim. Sonra kitaptaki en uzun yazının başlığı olan ve Yediiklim dergisinde yayınlanan “Bir Kuşkunun Hikâyesi” ismini koymayı düşündüm o da olmadı. Tekrar olmak veya öyle bir izlenime kapı aralamak hoşuma gitmedi. Has yazının kıymetini takdir eden bazı yakın arkadaşlarla yaptığımız görüşmeler sonucunda “Entelektüel Yalnızlık” ismi öne çıktı. Bu tabirden tam olarak neyi kastettiğimin sahici yanıtı kitabın bütününde mündemiç. Ve özellikle aynı başlıklı yazının içinde yer alan şu ifadeler de: “…Gerçek dindarlık ya da bilgelik bile yalnızlığın ve hüznün çocuğu. Yalnızlığın. İnzivanın. Uzletin. Yani Sina’nın. Hira’nın. Olemp’in. Hüznü ve inzivası olmayanın dindarlığından kuşku duymalı. Tanrı bile elçilerini hep şahikalara, zirvelere ve uçurumlara çağırır, konuşmak için, diyalog için…” Aslına bakarsanız, kitabın kapağında yer alması gereken yazı da buydu ama biraz aceleye geldi galiba. Sorunuzun ikinci kısmıyla yüzleşmemek için ağırdan alıyorum çünkü çok zor bir soru. Cemaatlerin entelektüel diye bir derdi yoktur. Olması düşünülemez de. Topluluk entelektüel çıkarmaz/çıkaramaz. Belki de çıkarması da gerekmez. Entelektüellik tamamen bireysel bir edim meselesi çünkü. Entelektüel bütün melekeleriyle modernliğin çocuğu. Onun için “cemaatler neden entelektüel çıkaramıyor?” sorusu “Müslümanlar neden uçak yapmıyor, atom bombası yapmıyor, televizyon yapmıyor, endüstri devrimi yapmadı?” gibi abes bir soru. İsmet Özel’in “Üç Mesele”de sorduğu gibi: “Neden yapsın ki!” Mücahit Bilici gibi bazı “nurcu” akademisyenlerin dile getirdiği “cemaatler entelektüel olarak çöküş yaşıyor” söylemi doğru belki ama cemaat mantığı açısından bu, olumsuz bir şey değil bilâkis olumlu bir şey. Çünkü hiçbir cemaatin kurulduğu günden itibaren böyle bir derdi olmamıştır. Entelektüel anlamda dertsizdir bütün cemaatler. “Okumak kopmaktır” diyor, Atilla İlhan. Okuyan, yani cemaat çerçevesi dışına çıkan. Muhalifini merak edip okuyan insanlar, koparlar ve artık herhangi bir kurumsal yapı içerisinde tutunamazlar. Buna rağmen kitabıma “Entelektüel Yalnızlık” demem birey olmak isteyişimin bir ifadesi. Hiçbir cemaati, grubu, partiyi temsil etmiyorum, sadece kendimi temsil ediyorum.
Geldiğimiz bu noktada Entelektüellerin suçu yok mu acaba? Günümüzde entelektüellerimiz yüksek kültür oluşturma gücünü yitirmemişler midir?
İspanyol yazar Ortega Gasset, yüzyıl öncesinden “Kitlelerin İsyanı” kitabıyla uyarıyordu hepimizi. Kitap, bir yönüyle demokrasinin tehlikelerinden haber veriyordu. Ama bu dost sesi duyan yoktu. Evet, belki de toplumun bu hale gelmesinde en büyük kabahat intelijansiyanın. Ama artık öncü olma vasfını yitirdi entelektüel. Her defasında yalnızlıktan şikayet edişinin bir nedeni de bu. Yığınların, kitlelerin dediği oluyor. Bilhassa ülkemizde entelektüelin çok mâkus bir talihi var. Halkın inançlarıyla alay etmek entelektüellik sayılıyor. Gerçi bu da bir merhaleydi ve çoktan aşıldı. İktidar erkini seçen halk artık. Dolayısıyla kültürün istikametini belirleyen de o. Bu arada kültürün yükseği/düşüğü olmaz bence, kültür için “geçmiş kültür”, “şimdiki kültür” şeklinde tarihsel bir tasnif yapılması daha isabetli. “Eski kültür”, “yeni kültür” tanımlaması da aynı şekilde doğru değil. Kürt sosyolog Ziya Gökalp’ın bir yerde vurguladığı gibi “geçmişte yaşanan kültür” ve “günümüzde yaşanan kültür” demek daha doğru. Çünkü hiçbir kültür eskimez, tarihte kalır sadece. Kültür ya da daha sahici anlamıyla irfan düşünenlerin omzunda yükselir, bir toplum düşünen insanlarını kaybederse yani onları dinlemezse sonu felaket olur. Yığın kültür yapamaz, medeniyet inşa edemez, tabi olur sadece. Bu vaziyetin geçen sene ülkemizde nelere mal olduğunu söylemeye gerek yok. Sanat, mimari, estetik gibi konular, İbn-i Haldun’a göre kalabalıkların işi değil, bu işten anlayan belli bir zümrenin, bir sınıfın işi. İbn-i Haldun haklı! Bundan “seçkincilik” yaptığımız anlamı çıkarılmamalı, halk tıptan anlamadığı gibi mimari ve sanattan da anlamaz, bu işten anlayanları dinler. Tıpkı dini konularda ilgili mercilerden fetva aldığı gibi. Yığınların temsilcisi siyasi erk, yani hikmet-i hükümet, kendini her alanda etkili ve yetkili görürse düşünen beyinleri bekleyen iki yer var: tımarhane ve hapishane. Kısacası entelektüelin suçu büyük ama yığınların suçu ondan daha büyük. Entelektüele kızmaya gerek yok çünkü onun anlattığı yığınların hikâyesi.
Soruyla alakalı devam edecek olursak, entelektüel konuştuğu için mi yalnızdır? Hakikati dile getirdiğinden mi? Şöyle bir şey söylersek yanlış anlamazsınız sanırım. Entelektüeller, hakim gücü eleştirme yeteneklerini ve ahlaklarını kaybettiklerinden mi, toplum onları yalnız bırakmıştır. Ne dersiniz?
Bu soruya doğru bir cevap aramak için her şeyden önce entelektüel kavramı üzerinde en azından asgari bir zeminde anlaşmamız gerekiyor. Biliyorsunuz, bu tabiri ilk kullanan Emile Zola “Entelektüel Manifesto” başlıklı yazısında. Dreyfus davasında. Dreyfus haksızlığa uğramış bir asker hakkında büyük bir mahkumiyet kararı var. Zola’nın yayınladığı
"Entelektüel Manifesto” sayesinde beraat eder. O gün bu gündür tabir herkesin dilinde. Entelektüelin ne olduğu konusunda tam bir kesinlikten söz etmek çok zor. Bu kavram üzerinde yarı ömrünü adamış olan Cemil Meriç’e göre “entelektüel batılı bir hayvan” ve hakkında efradına cami, ağyarına mani bir tarif yapmak imkansız. Ali Şeriati’ye göre entelektüeller, hakim ideolojinin geniş halk kitlelerine benimsetilmesi için gayret sarf eden “kullanışlı aptallar.” Yine hazret’e göre geleneğimizde asıl olan entelektüel değil peygamber varisi olan âlimlerdir. Ali Bulaç’a göre entelektüel soyadıyla müsemma bir şekilde ne olduğu meçhul. Ender otantik aydınlarımızdan Yusuf Kaplan’a göre entelektüel, “modern’in dışına çıkamaz, sadece çağının çocuğudur, uzun ve çağ aşacak yolculuklara çıkabilecek ne derin nefesi, ne derûnî bakışı, ne de selîm bir zevk idraki vardır.” Bazılarına göre “mesleksizlerin mesleğidir entelektüellik.” Kavramla ilgili kanaat ve tarifleri uzatmak mümkün. Kısacası her ülkenin, her çağın, her sınıfın, her ideolojinin, her düşünürün entelektüel anlayışı başka. Dünyaca kabul edilmiş ortak bir tarif yok. Ne anladık şimdi? Sorunuza Dreyfus davasını temel alarak yanıt verecek olursam entelektüel, hem konuştuğu için hem de konuşurken hakikati dile getirdiği için yalnızdır. Hakikati, o hakikati gizleyen veya o hakikate yazık eden zalimlerin yüzüne haykırdığı için yalnızdır. Bu anlamda zulme karşı “La” (hayır!) bayrağını çekmiş bütün peygamberleri ve Ebu Zerr el-Gifari gibi seçkin sahabeleri biricik entelektüel kabul edebiliriz. İlginçtir, bu anlamda ne Aristo, ne İbn-i Sina entelektüel sayılmazlar çünkü hayatlarının hiçbir döneminde haksızlığa ve adaletsizliğe karşı “mertçe” bir tavır sergileyemediler. Bu tespiti yapan ben değilim merhum Ali Şeriati. Eğer kavramın tarihsel semantiğine sadık kalarak söyleyecek olursak entelektüel hakikati konuşmak zorundadır, hakikati konuşmayanın ve haksızlığa karşı susanın entelektüel vasfı kendiliğinden düşer. Toplum entelektüeli yalnız bırakmaz, yeter ki entelektüel bu mezkur vasıflarını her hal ve şartta koruyabilsin.
Şu soruyu da sormadan edemeyeceğim yazanlar yalnız mıdır? Hayli okuyucu kitlesi olan yazarlar da yalnız mıdır? Bu bir kader mi acaba? Oysa edebiyata dair, sanata dair, şiire dair ve yaşadığımız şehre dair birçok yazı okuyoruz yazarlarımızdan. Şimdi tekrar bir şeyler söyler misiniz?
Yalnızlık dediğimiz fiziki bir şey değil, daha çok psikolojik. Milyonların içinde yalnız olmak gibi. Elif Şafak bir yazısında yazar olmanın iki şartını şöyle sıralar: “Birincisi: Hınç/Hırs çarpı Emek artı disiplin bölü yalnızlık. Kitap yazmanın ve meşhur yazar olmanın ilk formülü kişisel hırs ve hınçla ilgilidir. Hırs, hınç ve öfke… Üçü de kudretli çarklardır. İnsanı hayli üretken kılabilirler. İkincisi: Aşk/Tutku çarpı Emek artı delilik bölü yalnızlık. Burada temel etmen aşk ve tutkudur. Aşk demek irrasyonel demek. Akıl mantıkla açıklanamayan bir öte boyut. İnsan niye aşık olduğunu bilebilir mi? Tek bildiği aşık olup olmadığıdır. Burada disiplinin yerini delilik almıştır. Kişi yazmaya koyuldu mu durmadan duramadan gece gündüz yazar. İçinden cin çıkartırcasına…” Dikkat ederseniz yalnızlık, yazmak için en önemli koşullardan biri. Dünyanın bütün büyük yazarları yalnızdır. İsterse etrafında milyonlar pervane olsun: Hugo, Dostoyevski, Balzac, Tolstoy, Tanpınar… Bu dediğiniz gibi bir kader galiba. Roman saltanatının tahtındaki sultan Balzac, eserleri milyonlar satıldığı halde çok yalnızdı. Tolstoy’u milyonlar okuduğu halde yalnızdı. Dostoyevski hayatı boyunca yalnızdı. Nietzsche’nin yalnızlığını söylemeye gerek yok zaten. Yazılarında en toplumcu gibi görünen yazarların bile ‘yalnızlığın hınzır uğultusu’ ile başları belada. Yazmak için bu yalnızlık şart-ı adi değil, şart-ı zaruri.
Toplum entelektüelleri yalnız bıraktı diyelim, peki entelektüeller birbirini yalnız bırakmadı mı? Her köşe başı iktidar cumhuriyetleri kurulmamış mı? Edebiyat cumhuriyeti ve felsefe cumhuriyeti gibi…
Çok haklısınız. Her köşe başında ayrı bir cumhuriyet kurulmuş: Edebiyat cumhuriyeti, cemaat cumhuriyeti, felsefe cumhuriyeti, sanat cumhuriyeti, siyaset cumhuriyeti... Bu cumhuriyetlerin ezeli sakinleri "beyazlar" daima. Veya kendilerini beyaz diye itinalı bir parantezle ayıranlar. Kendi dışındakiler birer "öteki" sadece. Her cumhuriyet kendisine çağırıyor ve sizi yalnızca bir mürit olarak görmek istiyor. Bu tarz yapıların en sevmediği insanlar, kendi beyinleriyle düşünenler. Merhum Cemil Meriç “ben edebiyat dünyasına sürünerek değil bir prens olarak girdim” diyordu. Ne kadar haklı ve de şanslı! Her cumhuriyet sizden sadece kendinizi değil bütün benliğinizi, kimliğinizi, kişiliğinizi, kendiliğinizi de istiyor. Kabul etmeyince kapıyı kapatıyor yüzünüze. Kendiliğiniz, yani özgürlüğünüz gidince geriye ne kalır ki! Ne yapalım her köşe başında bir sfenks. Yalnızlıktan başka sığınacak yerimiz var mı Süleyman hocam? “Entelektüel Yalnızlık” bu işte!
Çok teşekkür ederim sevgili hocam. Son olarak da Urfa ve edebiyat üzerine konuşursak. Bu çok sıcak yaz ayında Urfa’da edebiyat ortamı nasıl? Urfalı asi ruhlar isyana yeltenir mi kitabınızla?
Ben -bazı örnekleri istisna edecek olursak- taşrada üniversal anlamda bir sanat ve edebiyat ortamının oluşabileceğine ve gelişebileceğine kani değilim. Üniversal anlamda sanat ve edebiyat metropolis’in çocuğu. Yani şehrin. Yani İstanbul’un. Yanlış anlaşılmasın, Urfa’daki kıymetli şair ve yazar dostları küçümsemiyorum asla! Bir gerçeği anlatmaya çalışıyorum. Sanat ve edebiyat şehrin rahminde gelişir. Yazık ki Urfa bir şehir değil henüz. Kent hiç değil. Onun için kitaptaki “Şehir ve Şair” başlıklı yazımızın sonunda şöyle demiştim: “…Yahya Kemal’in İstanbul, Tanpınar’ın Bursa, Baudelaire’in Paris ismi ile müsemma olduğu gibi Şehr-i Urfa ismi ile müsemma bir şairimiz var mı? Belki Suut Kemal Yetkin, belki Atilla Maraş, belki Akif İnan, ama hiçbiri Şehr-i Urfa ismi ile tam bir müsemma hali arz etmiyor. İyi şairlerdi, has şairlerdi ama “şehrin şairi” değillerdi. Yahya Kemal’in İstanbul’a, Tanpınar’ın Bursa’ya ayna oluşu gibi Şehr-i Urfa’ya ayna olamıyorlardı. Olamazlardı çünkü Urfa diğer bütün Anadolu şehirleri gibi bidayette metropolis değildi ve hala da değil. Ülkemizin tek bir metropolisi vardı: İstanbul. Halis anlamda şair, şiir ve şehir bu metropolis’in çocuğuydu. O, bir Baudelaire, bir Yahya Kemal, bir Atilla İlhan olamazdı zira bir şehri yoktu onun. Şehirsizdi. Aynı zamanda kentsiz. Yaşadığı yer ne şehirdi, ne kent. Şehir ve kent arası bir acayipti. Bir şehri olsa bile onu içine alıp ağırlayacağı bir kalpten yoksundu çünkü şair değildi. Birkaç çocuksu mısra dizecek bir kabiliyetten de yazık ki mahrumdu…” Son olarak dediğiniz gibi eğer Urfa’daki “Asi Ruhlar” kitabımızla isyana yeltenirlerse bu benim için büyük bir övünç kaynağı olur.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.