Alaettin TAŞKIN
Bütün mesele!
Cenab-ı Hakk’a iman eden ve bu imana göre bir hayat yaşamak isteyen ve bunun iddiasında ve davasında olan bizlerin temel meselesi “ubudiyet” halini her halimize yansıtmaktır.
En şahsi işlerimizden, en küçük bir meselemizden en büyük işlere, devlete, siyasete ve cihada kadar temel meselemiz ubudiyet halini ne kadar yaşadığımızdır.
Ubudiyet, İlahî bir ayna olduğunun şuurunda olmaktır. Kendinde görünen hiçbir özelliği, hiçbir güzelliği, hiçbir başarıyı, hiçbir nimeti, hiçbir mükemmelliği dikey boyutta, Allah’a karşı sahiplenmeyerek bunların hepsini O’ndan bilmektir. Bundan dolayı kazandığımız her başarıda, edindiğimiz her işte, sahip olduğumuz tüm güzellik ve nimetlerde O’na karşı derin bir mahcubiyetle şükrünü eda edememenin verdiği endişe ve telaşı hissedip yaşamaktır.
Evet, imanımız gereği bize verilen her nimet, her başarı aslında imtihanımızın daha bir zor, daha bir çetin geçeceğine işarettir.
Biz ki ilâ-i kelimetullah uğruna, Rabbimizin kudsi davasının hesabına bu dünyada ‘bir şeyler’ yapmaya çalışıyoruz ve bunun iddiasındayız. Öyle ise evvel ve ahir, başta ve sonda bize düşen üstte özet bir şekilde ele almaya çalıştığımız ubudiyet haliyle hâllenmektir ve şuuruyla şuurlanmaktır.
Evet, ubudiyet kendinde ve tüm kâinatta -kendilerinin dahlinin ve katkısının olduğu noktalarda- kusurdan başka hiçbir şey görmemektir. Üzerlerinde görünen ve var olan bütün güzellikleri, başarıları ve nimetleri İlahi tecelliler olarak idrak edip kendinin ‘hiçliği’ ve O’nun büyüklüğü karşısında boynunu büküp hep “hayranlık” makamında olarak secde şuurunu her dem yaşamaktır.
Evet, ubudiyetimizin farkına vardığımızda anlıyoruz ki benden bana sadece kusur vardır. Bende tecelli eden İlahi güzelliklerin, başarıların, nimetlerin hak şükrünü eda edememek vardır.
Bu manada ubudiyet haliyle, insanın ve tüm kâinatın ve bütün mevcudatın misali tarlaların kenarına konulan bir ‘korkuluk’ misali gibidir. Uzaktan bakılınca üzerinde bir şeyler varmış gibi görünür ancak yakından bakıldığında kendinden kaynaklı hiçbir özelliği olmadığı anlaşılır. Zaten tevhidin hakiki olarak idrak edilmesinin ifadesidir bu manadaki ubudiyet hali.
İşte, biz de bu kudsi davada kendimizin bir ‘hiç olarak’ bir korkuluk mesabesinde olduğumuzu idrak etmeliyiz. Yoksa zaten Allah’ın ne bana, ne sana, ne kâinata ihtiyacı var. Eğer O rahmetiyle, sırf sevgisinden ve bize iyilik olsun diye bizi kendisine muhatap etmiş, bize imanı nasib etmiş ise bize düşen ubudiyet halini tüm hallerimizde ve bütün anlarımızda yaşamaktır. Ve iyi bilelim ki ubudiyet haliyle şuurlandığımızda yüce davada daha bir şevkli, daha bir gayretli olacağız. Yoksa ubudiyet hali, bizi pasif, çalışmayan ve gayret etmeyen sünepe ‘miskinlere’ asla dönüştürmez. Aksine böyle sünepe ve miskinlik ubudiyetin değil olsa olsa ubudiyetin tam zıddı olan enaniyetin/‘benci’liğin/bencilliğin bir göstergesidir. Ubudiyet demek kulluk demektir, kulluk ise iradenle severek, isteyerek Sahibinin hizmetinde gayret ve şevkle hizmette bulunmaktır.
Hz. Nebi’nin(aleyhis-salatü ves-selam), Mekke’nin fethinde zafer kazanmış bir komutan edasıyla değil, devenin üstünde boynu bükük bir şekilde zikir, tesbih ve istiğfar ederek şehre girmesi, bu ubudiyet halinin en güzel misalidir. Ve Nasr Suresi’nde “..insanlar bölük bölük Allah’ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit Rabbine hamd ederek O’nu tesbih et ve istiğfar et..” diye emrederken aslında bize bu ubudiyet halini ders verir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.