Yusuf KAPLAN
Bütün yollar, Osmanlı'ya çıkar
Tarih şuuru olmayanların, varolabildiklerinden ve varlıklarını sürdürebildiklerinden sözetmek hem güçtür, hem de gülünç.
Tarih şuuru, insanlara, perspektif kazandırır. Yaşanan hâdiselere nasıl, hangi açılardan bakabileceğimizin ipuçlarını, hatta yol haritalarını sunar bize perspektif. Perspektif, geçmişten geleceğe yapılan yolculukların izini sürebilmemizi ve yeni izler bırakabilmemizi kolaylaştırır.
Tarih şuuru olmayanlar, hem olup bitenleri göremezler, hem de geleceğe yürüyemezler: Geleceğe nasıl, hangi engelleri ve engebeleri aşarak yürüyebileceklerini bilemezler: Perspektiflerini yitirmişlerdir çünkü.
TARİH ŞUURU, TARİHİ BİLMEKLE DEĞİL, KENDİNİ BİLMEKLE BAŞLAR
Tarih şuuruna, tarihi bilmekle değil, kendini bilmekle ulaşılabilir öncelikle. Kendini bilemeyenler, bir kendi-bilincine, ben-bilincine ulaşamayanlar, tarihi de bilemezler, tarihte nasıl yürünebildiğini de.
Ben-bilinci'nin, ego'yla hiçbir ilişkisi yoktur; aksine, ego'nun terk edilmesiyle oluşmaya başlar ben-bilinci. Egosunu terk edebilen adam, ben/liğ/ine ve dolayısıyla özgürlüğüne kavuşabilir ancak. Çünkü -Bediüzzaman'ın Mesnevî-i Nuriye'de enfes bir dille anlattığı gibi- ego, insanı özgürleştirmez; hamlaştırır, körleştirir, ademe mahkûm eder: Nefsinin, arzularının, hazlarının, araçların, gücün, güçlünün kölesi ve oyuncağı hâline getirir.
İnsanın ben'i, 'ben'inden ve beden'inden kurtulabildiği ölçüde kurtuluşa erer, kendini bulur, kendi olur. Zira insan, küçük-âlem'dir; büyük âlem'in hem özü ve özeti; hem de özsuyu ve ruh-köküdür. Hâl böyle olunca, insan, hem kendi iç âlemine, hem de büyük âleme, dolayısıyla kendisi dışındaki zamanlara ve mekânlara, varlıklara ve dünyalara açılabildiği ölçüde, benine ve benliğine, kişiliğine ve kimliğine kavuşur.
İnsan, kendini tanıyabildiği ölçüde, başkalarını tanıyabilir; eşyanın hüviyetini ve mâhiyetini kavrayabilir: Kendi eksikliklerini, zaaflarını, yetersizliklerini ancak o zaman fark edebilir ve bütün bunlarla nasıl başa çıkabileceğini ancak o zaman öğrenebilir: İşte ancak bundan sonradır ki, önünde uçsuz bucaksız koridorlar açıldığını görebilir.
TARİH ŞUURUYLA YOL ALINABİLİR ANCAK...
Kişinin benliğine kavuşması, hakikatle buluşması demektir: Hakikatle buluşmak, insana, hayatın anlamını, maksadını, değerini ve bu anlama, maksada, değere nasıl ulaşılabileceğini öğretir.
İnsanın hakikatle buluşması, şiarların/ın şuuruna varmasını sağlar: Şiarlar, hakikate ışık tutan yol fenerleri gibidir insan için. Şuur'sa, ancak şiarlarla ulaşılabilecek yolculuk hâli.
Şiarlarını yitirenler, şuurlarını yitirmekten de, yolculuklarını bitirmekten de kurtulamazlar.
Şiarlarının şuurunda olan insan, her dâim yol alır; şiarlarını da, şiarlarının şuurunu da yitiren insansa yolda kalır.
İşte hakikatin kendinde şifrelendiği şiarlarla donanan böylesi bir tarih şuuru, hakikatin hayat bulduğu, hayat olduğu ve herkese hayat sunduğu güzergâhlarının şuuruna vardırır insanı.
TARİH, YÜRÜNMEK İÇİNDİR; SÜRÜKLENMEK İÇİN DEĞİL!
Tarih şuurumuzu yitirdik biz: Çünkü ben-bilincimizin, benliğimizin kaynağı şiarlarımızı, şiarlarımızın aşkla besleyip büyüttüğü, yeşerttiği, ruh üfleyerek meyveye durdurduğu şuurumuzu kaybettik.
Tarih şuurumuzu yitirdiğimiz için, talihsiziz ve tarifsiz kederler içindeyiz: O yüzden debeleniyor, esen rüzgârların önünde savruluyor, oraya buraya sürüklenip duruyoruz.
Oysa tarih, yürünmek için vardır; esen rüzgârların önünde savrulmak, sürüklenmek için değil.
Bugün Osmanlı bize bir şey söylemiyorsa, sözgelişi Osmanlı'yı vareden şiarların şuuruna ererek mimaride bu şiarların şuurunu şiire durduran, taşa ruh üfleyen, taşla ilâhî hakikatin kozmik şarkısını besteleyen Sinan bize her dem taze, her dem yeni, her dem yenilenen, her dem yinelenen bir ruh üfleyemiyorsa, bilin ki, bunun nedeni, şiarlarımızın şuuruna eremeyişimizdir.
KÜRESEL SİSTEMİN AKTÖRLERİNİN UYKULARINI KAÇIRAN MESELE NE?
Şu yeryüzü coğrafyasında tarih şuuru bizim kadar delik deşik edilmiş başka bir toplum olmadığı için, bütün yolların Osmanlı'ya çıktığını görebilecek ruhtan da, perspektiften de biz yoksunuz, sadece biz!
Bugün, Balkanlarda, Kafkaslarda ve Ortadoğu'da yaşanan bütün sorunların kökeninde, bilfiil durdurulan ama bilkuvve varlığını sürdürmeye devam eden Osmanlı'nın bitirilememesi fakat her ne pahasına olursa olsun bitirilme fobisi yatıyor: Çünkü bütün yollar, Osmanlı'ya çıkıyor.
Etrafımızın ateş çemberiyle çevrilmesinin temel nedeni, Türkiye'nin Osmanlı ruhunu yeniden üstlenmeye kalkışmasını önleme çabasıdır. Çeyrek asırdır küresel sistemin aktörlerinin uykularını kaçıran asıl mesele bu! Tarih şuurumuz yok edildiği için bunu göremiyoruz işte!
İNGİLİZLERE DİKKAT!
Bugün, Osmanlı'dan sözeden herkese 'küfür' gibi 'neo-Osmanlıcı' yaftasının yapıştırılması, tarih şuurundan yoksun olmamızın traji-komik bir sonucu. Daha önce de söylediğim gibi, neo-Osmanlıcılık, Osmanlı'nın yeniden gelişini sağlama çabası değil, aksine, Osmanlı'nın şiarlarının, iddialarının taze bir medeniyet filizlenmesine ruh üfleme imkânlarının iptal edilmesi projesidir: Osmanlı'nın çocuklarını sözümona Osmanlı'yla korkutarak sindirme ve bir kez daha durdurma projesidir.
Unutmayalım: Osmanlı'nın durdurulma projesinin gerisinde hangi güç var idiyse, Osmanlı ruhunun yeni bir medeniyet yürüyüşüne kaynaklık etme çabalarını önleme girişiminin gerisinde de aynı güç vardır: İngilizler.
OSMANLI YALNIZCA DURDURULMADI; UNUTTURULDU... FAKAT...
İşte bu nedenledir ki, Osmanlı, yalnızca durdurulmamış, aynı zamanda unutturulmuştur. Osmanlı'nın 'matah bir şey olmadığı' zokası, yalnızca Anadolu kıtasına hapsolan insanlara yutturulmuştur.
Ama İslâm coğrafyasının Müslüman çocukları, halkları, sokaktaki insanları, hatta elitleri bu zokayı yutmamıştır... Yemen'den Afrika'nın içlerine, Endonezya'dan Kırım'a ve Balkanların en ücra köşelerine kadar yaptığım ziyaretlerde, Osmanlı şuurunun ne kadar yüksek bir ümmet şuuru, Müslümanları yeniden toparlayabilecek mükemmel bir kardeşlik şuuru, medeniyet umudu olduğunu yalnızca görmekle kalmadım, iliklerime kadar yaşadım ben.
Elitlerin sözlerine ve söylediklerine bakmayın siz. Elitler, sömürge döneminin yaralı bilincinin özlerini yitirmiş numuneleri, söyledikleri de kendilerine söylemeleri için ezberletilen sufle'ler. Suflörlük yapıyor bu elitler, yalnızca suflörlük. Bunu bilin.
Bu gerçeği, üstelik de en uç örneğiyle Hac'da yaşayınca, meselenin ciddiyetini o zaman bihakkın idrak etmiştim: 2009 yılında İslâm dünyasının en seçkin kişileriyle Hac yapma imkânım olmuştu hasbelkader: Mısır'ın Baas mensubu elitleriyle gece yarılarına kadar Kâbe'de, İslâm dünyasının sorunlarını konuşuyorduk. Söz dönüp dolaşıp Osmanlı'ya, İslâm dünyasının iyi temellendirilmiş bir medeniyet fikri etrafında yeniden toparlanması, kaynaklarını, imkânlarını ve güçlerini birleştirmesi meselesine geliyordu ve bunun ancak Osmanlı türü kurucu ve koruyucu bir aktör tarafından gerçekleştirileceğinde karar kılıyorduk hepimiz.
İslâm dünyasının İslâmî hareketlerinin temsilcilerinden değil, Mısır'ın Baas yönetiminin elitlerinden sözediyorum! Ancak tuhaf bir farkla: Bu elitler, Osmanlı 'sevda'larını bütün Baaslılarla bir arada olduğumuz zamanlarda değil, birer-ikişer küçük gruplar hâlinde olduğumuzda söylüyorlar; diğer Baasçılar gelince -çaktırmadan- konuyu değiştiriveriyorlardı!
Uzun yıllar sömürgecilerin güdümünde yaşamanın verdiği bir psişe bozulmasıydı bu elbette ki. Ama her ne sûretle olursa olsun, bütün yollar, bütün çıkış yolları yeninden Osmanlı'ya çıkıyordu.
BÜTÜN YOLLAR NEDEN VE NASIL OSMANLI'YA ÇIKIYOR?
Soru şu burada: Neden bütün yollar, Osmanlı'ya çıkıyor acaba?
Bu sorunun cevabını kısaca şöyle verebiliriz: Bugün dünyanın karşı karşıya kaldığı bütün varoluşsal, siyasî, kültürel, etnik sorunların çözümlerinin şifreleri Osmanlı medeniyet tecrübesinde gizli.
Bu şifreler neler peki?
Her şeyden önce, Osmanlı, insanlık tarihindeki belli başlı bütün medeniyet tecrübelerinin üzerine oturmuştur. Avrupalıların bütün kıtaları sömürgeleştirdikleri, bütün kültürleri yağmaladıkları, Avrupa içinde bile farklılıklara hayat hakkı tanımadıkları, dolayısıyla farklılıklarla yaşama tecrübesinin nasıl bir şey olduğundan habersiz yaşadıkları bir zaman diliminde, Osmanlı, dünyanın en karmaşık, en zorlu, en kaotik bölgelerinde Pax Americana ya da Pax Romana gibi 'savaşa, silahlı zorbalık gücüne' (Braudel) değil, sulhe, barışa, karşılıklı güvene dayalı evrensel bir Osmanlı Düzeni (Pax Ottomana) kurmayı başarmış tek insanlık tecrübesidir.
Bu açıdan, Osmanlı tecrübesi aşılamamıştır; aşılamadığı da anlaşılamamıştır.
İkincisi, Osmanlı, adalet demektir; erdem demektir; ilke/lilik demektir. Çünkü Osmanlı, bir etnik tecrübenin, bir ulus tecrübesinin, bir sömürü tecrübesinin adı ve adresi değildir; vahyin şiarlarının şuura dönüştüğü, şuurun hakikati şiire durdurduğu 'insanlık kardeşliği' tecrübesinin adı ve adresidir.
Üçüncüsü, Osmanlı, yok olmak pahasına kapitalizme direnmek ve insanlığın son adası olma iddiasını yitirmemek demektir. Çünkü Osmanlı'nın en belirgin özelliği, kurucu, varedici, yaşatıcı, herkese hayat bahşedici ve ruh üfleyici sırrı, dayanağı, kaynağı, insan-ı kâmil fikrini hayata geçirmesinde gizlidir.
DİKKAT! HARİTALAR, İKİNCİ KEZ ÇİZİLİYOR!
Bugün Osmanlı'nın bitirilememesinin yol açtığı sorunları yaşıyoruz hem bölgemizde, hem de ülkemizde.
Türkiye de dâhil bölgede kurulan sömürge-sonrası devletler, İngilizlerin çizdiği coğrafî sınırlarla icat edilmiş yapay devletlerdir.
İngilizler, şimdi -yaklaşık çeyrek asırdır- ellerinde 'cetveller', bu bölgenin haritalarını, bu kez sosyo-kültürel sınırlar üzerinden yeniden çiziyorlar: Sosyo-kültürel sınırlardan kastettiğim şey, hem etnik, hem de mezhebî farklılıklar, dolayısıyla sınırlayıcılıklardır. Bunun en somut ve zaman zaman komediye dönüşen trajik göstergesi, Irak işgalinden sonra Irak'ın siyasî yapılanmasının etnik ve mezhebî sınırlar çerçevesinde gerçekleştirilmiş olmasıdır.
Eğer 'Arap baharı' denen 'numara' Suriye, Ürdün, Lübnan ve bilumum Arap petrodolar şeyhliklerine de uğrayacak olursa, bu sosyo-kültürel / etno-mezhebî parçalanmalar kontrolden çıkacak ve her biri 'bağımsızlık şarabı'yla uyuşturulacaktır.
Bölge, ikinci kez parçalanmanın eşiğindedir. Bu kez etno-mezhebî sınırlar çerçevesinde dilim dilim, lime lime parçalanacak bölge... Bu gelen büyük tehlikeyi görebiliyor muyuz acaba?
SÜNNÎ OMURGANIN ÇÖKERTİLMEMESİ İÇİN...
Bu sürecin sonu, Sünnî omurga'nın tam ortadan ikiye yarılarak çökertilmesi olacak. Daha önce de dikkat çekmiştim: Son çeyrek asırda Amerika'nın bölgemizde girdiği savaşlardan yalnızca İngiltere ve İran kazançlı çıkıyor.
İngiltere de, İsrail de, Amerika da bölgedeki hegemonyalarını sürdürebilmenin yegâne yolunun Sünnî omurgayı ortadan ikiye yarmaktan, bunun için de Kafkaslardan Kızıldeniz'e, Basra Körfezi'nden Doğu Akdeniz'e güneyden ve kuzeyden iki Şii Hilâl'i hattı çekmekten geçtiğini çok iyi biliyorlar ve zaman zaman çıkarları, öncelikleri çatışsa da, bu temel stratejiyi ortaklaşa hayata geçirmeye çalışıyorlar.
Bölgemizdeki haritaların bu kez derinden, en içeriden, etnik ve mezhebî hatlar üzerinden yeniden çizilmesi süreci başarılabilirse, işte o zaman, Osmanlı nihâî olarak bitirilmiş, Osmanlı'nın ürettiği ve temsil ettiği İslâm birliği fikri tarihe gömülmüş olacak.
Bu duruma 'dur' diyebilecek tek aktör, Osmanlı'nın misyonunu, mirasını yeniden üstlenecek ve adım adım, aşama aşama hayata geçirebilecek Türkiye'dir. İşte, Türkiye'nin bu tarihî rolü üstlenmemesi için etrafı ateş çemberiyle sarıldı. Türkiye, meselenin boyutlarını ve vehametini kavrayabilecek çapta bir tavır ve politika geliştiremiyor ne yazık ki. İngilizlerin 'gaz'ından yakasını ve paçasını bir türlü kurtaramıyor.
Yeni Şafak
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.