Mehmet Yusuf AKBAŞ

Mehmet Yusuf AKBAŞ

Büyükler de yetim kalabilirmiş…

Berzah âlemine göçmüş kafile-i ahbaba kavuşan babamın taziyesine gelen arkadaşıma, kardeşimin; “İnsan yaşlansa bile kendini yetim hissediyormuş” sözü beni derinden etkiledi. Gerçekten yetimliğin yaşı yok imiş…

Babam nüfus kayıtlarına göre 1941 doğumluydu. Urfa’nın merkezine çok yakın bir köyde doğmuş ama mektep yüzü görmemişti. Sadece en küçük erkek kardeşi yüksek tahsil görmüştü. O da ömrünün baharında 39 yaşında dermansız bir hastalık ve hasetlik yüzünden erken göçmüştü baki aleme. Okuması yazması yaptığı iki yıl askerlikten miras kalmıştı. Ama bilgeliği hayat boyu devam etmişti.

Hayat hikâyesi çok tanıdık, çok sıradan… Doğan üç kızının ardında beklenen erkek evlat ancak dördüncü doğumda gerçekleşmişti. Çevrede bekleyen fırsatçılar, erkeğin doğması ile birazcık hayal kırıklığına uğramışlardı. Hasetlikleri hala devam ediyor galiba.

Evlenen kardeşler, büyüyen aile, yetmeyen toprak ve ileri görüşlülüğü sayesinde köyden kente göç hikâyesi. Şehrin yolunu tutan her aile gibi Urfa’nın mahallelerinden birine yerleşme ve ardından çetin bir yaşam mücadelesi. İlerleyen zamanlarda ise ne tam şehirli olabildi ne de tam köylü kalabildi. Çünkü köyden ayrılamıyordu. Âmâ Zihin yapısı hep şehirli idi.

İki şeyden anlardı babam; topraktan ve insandan. Babası ağa idi ama kendisi bu ağalığı bırakınca, hısımları hasetliklerini artırdılar ve davranış bozukluğuna girdiler. Ve bir türlü normale dönemediler.

Toprak eski göz ağrısıydı. Bazen yolumuz köye düştüğünde gözleri parlardı. Hele köyden bir önceki tepeye varınca, sürekli aynı duygu ve sözleri tekrarlardı. Ekinlere şefkatle bakar; geçmiş günlerde o güzelim toprağı nasıl işlediklerini bir çocuk heyecanıyla anlatırdı. Şehirde toprak ile bağı kesildi. Gönlünde hiçbir zaman o bağı koparmadı.

Çok sade bir hayatı vardı babamın. Siyasetle ve derin meselelerle alâkadar idi. Duygusal bir insandı. Her şeyi çabuk unuturdu. Akrabalarına hiçbir zaman kin beslemezdi ama ya onlar…

Onun tek bir gayesi vardı vardı; ekmeğini helâl yoldan kazanmak ve evlatlarını doğru bir şekilde yetiştirmek. Bütün derdi tasası buydu. Kul hakkına girmezdi. Kimsenin malına göz dikmedi. Hatta tarlaya ağaç ekerken sınıra değil dört metre içeriye doğru ektiğinde sinirlenmiştim kendisine, ama şimdi anlıyorum ki babam haklı imiş. Çünkü öbür tarafa kul hakkı ile gitmek istememişti. Başkasının hukukuna riayet ederdi. Kimseye bir kötülüğünün dokunmasını istemezdi… Ömrünün tamamını buna adadı.

Geleneksel bir Müslüman değildi. Yenilikçi idi, okumamışlığına rağmen akli ve mantıki deliller ile Müslümanlığını sürekli yeniliyordu. Cemaatlerle, tarikatlarla bir ilişkisi olmadı hiç. Geçen yıllarda dışarı çıkamayacak hale gelinceye kadar, çoğu vakit namazlarını hep camide kılar ama misafirleri için çoğu zaman fedakârlık ederdi. Son yıllarında ağırlaşan hastalığından ötürü kışın soğukta, yazın sıcakta camiye gidip gelmek epey güçleşmişti. Yolda düşüp kalır, başına bir şey gelir diye endişeleniyorduk.

Saf bir dindardı. Çocuklarının da namazında niyazında olmasını ister ama hiçbir zaman bir dayatma yapmamıştı. Çevreden eleştiri alırdı, hatâlı davrandığı ve çocukları başıboş bıraktığı söylenirdi. Ona göre ise çocukları zorlamak doğru değildi, onlar gün gelecek kendi doğrularını kendileri bulacaktı. Gerçekten de öyle oldu.

Abime şu sözünü hiç unutmuyorduk. “Benim eşim de çocuklarım da seninkilerden daha iyidir” diye abime nazire yapardı. Abimi çok severdi çünkü ilk erkek evladı idi,  küçüklüğünde o zor şartlarda bir gün dört ayrı doktora götürdüğünü söylerdi. Feodal toplumlarda erkek çocuk isteği babamda çok fazla idi. Bu yüzden bize (erkek çocuklara) özel ayrımcılık yapardı. Ama ömrünün son günlerinde kızların ona olan hizmetleri ile bu fikri birazcık değiştirmişti.

Sadece dinde değil, diğer meselelerde de hoşgörülü ve yumuşaktı. Bizim evde iktidarı anam temsil ederdi. Babam ise bir otoriteydi. Kendiliğinden oluşan bir yapıydı bu. İktidar, varlığını sürdürmek için bazen zora müracaat etmekten kaçınmazdı. Fakat otoritenin meşruiyeti o kadar güçlüydü ki onun zorla işi olmazdı. Babamın bize bir şey söylemesine ihtiyacı yoktu. Onun sınırlarını iyi bilirdik. Onu üzmemek için elimizden geleni yapardık yapmasına bazen sınırı aşabiliyordu. Affetsin inşallah bizleri. Babam o kadar da iyi bir yazar değildi fakat sözleri benim üzerimde çok büyük bir etki bırakıyordu. Atasözü bunlardı galiba.

Yumuşak huyluydu, ama bir mevzuda doğru bildiğinden asla geri durmazdı. Meselâ okuyamamıştı, ama okumanın iyi bir şey olduğunu düşünüyordu. Ailede çocuklarını okula gönderenlerin başında gelirdi. Yaptığı konuşmalar ve onunla irtibatlı ailelere, okuma konusunda örnek olmuştu. Şimdinin gençlerinin ve çocuklarının bunların ne kadar değerli olduğunu anlamalarının zor olduğunu biliyorum. Fakat o günün şartlarında bunlar “devrimci” çıkışlar idi. Okuma konusunda kızların arkasında dağ gibi durdu. Onun açtığı yoldan ailenin diğer kızları ilerledi.

Döneminin diğer insanları gibi, sevgisini göstermekte pek mahir değildi. Evlâtlarını çok sevdiğinden ve onlar için gözünü hiçbir şeyden sakınmayacağından adımız gibi emindik. Gel gör ki, bunu bize göstermezdi. Hep bir mesafe vardı aramızda. Büyüklerinden öyle görmüş, öyle devam ettirmişti. Torunlarının olmasıyla birlikte o mesafeli adam çok fazla değişmedi. Sevginin gösterimi mevzuunda çok cömert değildi bunu hep yapmacık ve suri görürdü.

Çok şükür uzun bir ömrü oldu babamın. Son üç dört yıla kadar da sağlıktan yana büyük bir sorunu olmadı. Ömrünün son deminde yaşadığı rahatsızlıkları da onun hayat aşkını bitirmemişti. Beni çok severdi ama bana öleceğini hiçbir zaman söylemedi. Hatta hastanede yatarken ve makinelere bağlıyken bile bir şey demedi. Sadece “beni buradan çıkar” diyordu. Daima gelecek yıla dair planlarından bahsediyordu. Gelecek yıl köye gidecektik, seyahat edecektik ve sanki daha önce hiç gitmediğimiz köyümüze gidecektik.

Ölüm, her zaman beklenmedik bir anda gelir... Hiçbir zaman hazır değilizdir ve hiçbir zaman bu dünyadaki işlerimiz bitmemiştir. Çok hasta olan ve doktorların öleceğini söylediği hastalar bile bir şekilde iyileşeceklerini, bir mucizenin yaşanacağını umut ederler. Yaşamak en büyük arzumuzdur.

Bir süredir maruz kaldığı hastalıklar bizi ister istemez kaçınılmaz sonu düşünmeye sevk ediyordu. Kendimce zihni bir hazırlık içindeydim. Ancak ölümün soğuk çanı gelip kapıyı çaldığında, aslında ölüme hazırlık diye bir şeyin olmadığını çok daha iyi anladım.

Bir pazar sabahı karısının, kardeşlerinin, çocuklarının, torunlarının ve akrabalarının arasında huzur içinde vefat etti. Çok ilginç bir zamanda yaşadığımız için bazı soruların cevabını alamadan göçtü bu diyarda, biz ise kaldık bu ilginç zamanda…

Yolun yarısını aşsanız da, torun torbaya karışsanız da insanın babası bir kere ölüyor, insan gerçekten kör oluyor. Boğazı düğümleniyor insanın, bir kaya gelip göğsünün üzerine yerleşiyor.

Ve nefes alamadığı o anda insan yetimliğin bir yaşının olmadığını yüreği kanayarak kavrıyor. Çünkü yetimliğin yaşı yok imiş…

“Her nefis ölümü tadacaktır” ayetinin külliyetinde, herkesin hakiki saadet ve lezzet olan kabrin arkası için çalışarak, güzel bir ölüm yaşaması için tam bir iman-ı kâmil kazanıp, hüsn-ü hatimeye mazhar olması temennisiyle… Allah bütün ölmüşlere rahmet eylesin ve bütün yetimlere de yardımcı olsun.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum