Himmet UÇ
Camiden tarihe, dine, zaferlere, millete, coğrafyaya
“Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiirinin tasarımı Türk şiirinin büyük harikalarından biridir. Çok büyük bir tasarım haritası vardır. Muhiti bir milletin dokuz yüz yıl süren tarihini içine alır. Anadolu şehirleri, Osmanlı şehirleri, Osmanlı Coğrafyası, büyük savaşlarımız, zaferlerimiz, hepsinden önemlisi bu büyük milleti millet yapan seciyesi kadar inandığı dinin, İslam’ın azametinin, mimarisinin, büyük millet olmanın duraklarını neleri yaparak, başararak buralara geldiğini, bu büyük tarihi nasıl inşa ettiğini, Allah’a olan bağlılığını, ilahi bağlılık ile mimari arasındaki muazzam bağlantıyı, sevgiyi, sevmeyi Allah’ı sevmeyi, kendine vahyin ışığında inanmayı, Caminin dokuduğu medeniyetini, ruh asaletini, beş vakit semavatta dalgalanan ezanın onun ruhuna bahşettiği fetih ruhunu ve kendini fetih edip her gün ve de bayramlarda koşuşturup bayramı bir büyük tarihin bütün büyük adamları ile bütün Osmanlı coğrafyasında Niğboğlu’da, Sakarya’da, Anafartalar’da, daha nice savaşlarda ilayu kelimetullah için ölmeyen, ebedi olmak için ceset libasını değiştiren, semavatta dirilen şehitlerimiz, gazilerimizin nasıl bayram sabahı bir milletin bayramını kutlamak için kuşların cevfinde camiye koşuştuklarını, semanın hayaletlerle dolu olmasını…
Zaferlerimizin top seslerini, Akdeniz’i bir göl haline getiren atalarımızın özellikle Barbaros’un, Preveze’den şehre gelişini ve sahilde onu Allah Allah nidaları ile karşılayan o günün zaferinin kutlayıcıları, en son ve en mükemmel dinin yine aynı azamete yakışır Süleymaniye gibi bir mimari harikasında görüntüsünü, onun mimarını, onun yapımında çalışan o mukaddes işçileri, gazisini, serdarını, Cenabı Peygamberi (asm), onun kendini feda ettiği bir büyük dinin imarı ve inşası için insanların kalplerini, şehirleri, beldeleri nasıl fethettiğini, o dinin bayraktarı olan bir milletin nasıl dünyanın bir büyük coğrafyasını at nallarının, kılıç şakırtılarının ve Lailahe illallah sadalarının altında kazanılan büyük zaferlerini ve bir de yıkılan imparatorluğun enkazında kurulan marangozhane tahtalarından oluşan iğreti evin derme çatmalığı karşısında ömrünü batı ülkelerinde sürgün bir elçi gibi geçiren büyük adamın hüznünü, kaybolan azametli günlerin ardından, garip ve yalnız hüznünü kalbine gömerek garip coğrafyalarda yaşadığını anlatır anlatır, bitmez bir şiir. Grandiozing bir hayal, kelime kudreti, kelime iktisadi hiçbir romanın muhtevasına sığmayan bir büyük çizim ile büyük sanatçı muhayyilesi ile ortaya koyduğu bizim harika bir şiirimizdir. Seni nasıl anlatayım şiir, seni nasıl anlatayım Yahya Kemal.
Süleymaniye’de Bayram Sabahı
Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
Bir mehabetli sabah oldu Süleymaniye’de
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi
Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.
Gecenin bitmeğe yüz tuttuğu andan beridir,
Duyulan gökte kanad, yerde ayak sesleridir.
Bir geliş var!.. Ne mübarek, ne garib alem bu!..
Hava boydan boya binlerce hayaletle dolu…
Bu birinci kısımda şair Süleymaniye Camiine bayram namazına gider, orada iç ve dış seyirler contemplationlar yapar. Gönlünün aydınlığı her saniyede artmıştır, çünkü mabedde insanın gönlü aydınlanır, mabedlerin gayesi ruhları parlatmak ve gönülleri aydınlatmaktır. Mehabetli bir sabah olmuştur, Süleymaniye’de. Mehabet korku ile karışık, ürperti ile imtizaç etmiş ruhsal durum. Azamet din ve camii, mehabet insanın tutumu. Kendi gök kubbemiz altındadır, kendi gök kubbemiz vatanımızı örten kutsal şemsiyedir, vatanın harika apokaliptik imajıdır. Anadolu’daki macerayı ulviyemiz dokuz asırdır, iki yüz yıl Selçuklu yedi yüz yıl Osmanlı nasıl birlikte yaşamışız. Selçuklu devleti oğulları arasında paylaştırmış bu yüzden devlet erken göçmüş. Osmanlı büyük evladın hükümdar olacağı kanununu getirmiş Fatih Sultan Hazretleri kanunname yayınlamış. Bir insanın ihtirasını tatmin etmek için bir devlet, kardeş kavgasına terkedilmez. Yaşasın Fatih’in kararı. El kesilmeli beden yaşasın, kangren olmuş eli veya parmağı kesmezsen bütün vücut elden gider, işte Selçuklu. Nesne bölüşür gibi devleti bölüşmüş ne devlet kalmış ne de nesne.
Süleymaniye dokuz asırlık bir tarihi süreci yansıtıyor. Caminin müdavimleri, devam edenleri yaşayanlar değil, bütün tarihi ve coğrafi mazi. Kainat bizim mantığımıza göre irade edilmiyor, bizim mantığımız bizi bile idare edemiyor, nerde kaldı kainatı. Camiyi dünyevi zamanın dışındaki zaman yönetiyor, zaman için tozlu zaman perdesi diyor Yahya Kemal.
Zaman için çok şey okudum, Volter ve Namık Kemal zamana büyük saat diyor. Yani Dünya güneşin etrafında bir yılı üç yüz atmışbeş günle tamamlıyor. İnsan hayatının gereği olan herşey bu bir yıla sığıyor, dünya kendi etrafında dönerek insana bir gün veriyor, bu bir gün, insanın hayatı için kurgulanmış, gün ve yıl, birbirine akrep ve yelkovan gibi eklenmiş. Bu ortadan kalkarsa, tozlu zaman, arkasında ebediyetin zaman ve mekanla sınırlı olmayan zaman çıkar, şehitler ve büyük veliler bu zamanda dolaşır. Peygamberimiz (asm) ümmetinin imdadına yetişir bu sınırları duvarları olmayan zamanda. Bu dünya ve güneş kurgusunu kaldır arkasında hükmeden hangi zaman, ebedi zaman. İşte camiye o zamandan bütün coğrafyadaki şehit olan veliler kuşlar suretinde, ervah suretinde gelirler.
Bundan sonra gelen mısralar geliş‘i anlatır. Gökte kanat, perde ayak sesleri var her taraf hayaletlerle dolu. Büyük sanatçıların hayalleri de büyüktür, büyük hayal edemeyen büyük eserler yapamaz. Mikellanj Musa Heykelini yapar, taşı yontar bir peygamberin ümmetine olan kızgınlığını o taşa yansıtır. Sonra geçer karşısına “Konuş ya Musa“ der. Yavuz dünya haritasını karşısına alır, ”Bir adama çok iki adama az der.” Eğer on yıl daha fazla yaşasa dünya haritası bizim olacaktı, kader bir şirpençe ile göçer gider. Fatih iki yüz şehir, iki imparatorluk alır, hayatı seferlerle geçer. O da az yaşamış, elli iki yaşında öteye göçmüş.
Geliş‘in ayrıntısı bu cümleler, fantastik bir geliş, apokaliptik hayaller.
Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir;
O seferlerle açılmış nice yerlerdendir.
Bu sukünette karıştıkca karanlıkla ışık
Yürüyor, durmadan, insan ve hayalet karışık;
Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
Giriyor, birbiri ardınca, ilahi yapıya.
Tanrının mabedi her bir tarafından doluyor,
Bu saatlerde Süleymaniye tarih oluyor.
Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı
Adamış sevdiği Allah’ına bir böyle yapı.
En güzel mabedi olsun diye en son dinin
Budur öz şekli hayal ettiği mimarının.
Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,
Seçmiş İstanbul’un ufkunda bu kudsi tepeyi;
Taşımış harcını gazileri, serdarıyle,
Taşı yenmiş nice bin işcisi, mimarıyle.
Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne,
Uhrevi bir kapı açmiş buradan gökyüzüne,
Taa ki geçsin ezeli rahmete ruh orduları..
Bir neferdir bu zafer mabedinin mimari.
Ulu mabed! Seni ancak bu sabah anlıyorum;
Ben de bir varisin olmakla bügün mağrurum;
Bir zaman hendeseden abide zannettimdi;
Kubben altında bu cumhura bakarken şimdi,
Yukardaki cümleler camiyi, yapıldığı yerin özel bir yer oluşunu, gazi ve serdarıyla birlikte yapıldığını, gökyüzüne bir kapı olarak açıldığını anlatıyor. Evet cami insanların bir nevi gökyüzü hava limanı gibi, dualar, ibadetler oradan semaya ve Allah’a yükseliyor, özel bir yer. Öyle ya uçağa özel bir uçuş alanı varsa ruhlara da uçuş alanı Camidir. Cami bizim medeniyetimizin temel taşıdır, atalarımız bir yere gelince önce Camiyi, daha sonra onun etrafına şehri inşa ederlermiş. Herşey o mekana göre tasarlanır. Şair bütün bunları o bayram sabahı hissetmiş, yoksa bir geometri olarak görmüş onları önceden.
Ayağındaki mısralarda şairin gözleri de zaman perdesini aşmış Camiye gelenleri görür. Daha sonra bayram sabahı tekbirleri dinler, bir kahraman asker görür, belki asker belki mimar, belki onu yapan banidir. Şiirde hayalin gittikçe büyüyen bir perspektifi var. Zaman şimdiki zamana taşınmış yaşanıyor gibi değil yaşanıyor.
Senelerden beri ru’yada görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim.
Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını
Görüyor varliğının bir yere toplandığını;
Büyük Allah’ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı Tekbir oluyor tek bir ses;
Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi,
Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!
Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri
Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbir’i
Ne kadar saf idi siması bu mu’min neferin!
Kimdi? Banisi mi, mimarı mı ulvi eserin?
Bu mısralar Malazgirt’ten başlayan maceramızı anlatır. Bir camiiden nerelere hangi tarihi ve dini realitelere gider. Sonra o neferi anlatır, karakterini çizer. Evet asker bizim medeniyetimizin sembolüdür, dünyanın en yiğit, en kahraman, en medeni, en edip insanıdır Türk askeri. Adalet arayan toplumlara askerimiz adalet ve medeniyet götürmüştür. Latinlerin zulmünden inleyen Avrupa Fatih’in gelip onları da fethetmesini ister.
Taa Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu
Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu,
Yüzü dünyada yiğit yüzlerinin en güzeli,
Çok büyük bir iş görmekle yorulmuş belli;
Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz
Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz;
Vatanın hem yaşıyan varisi hem sahibi o,
Görünür halka bu günlerde teselli gibi o,
Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde,
Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde.
Karşı dağlarda tutuşmus gibi gül bahçeleri,
Koyu bir kırmızılık gökten ayırmakta yeri.
Bundan sonra top seslerini şimdiki zamandaki gibi güncelleyerek anlatır. Top sesleri bizim adaletimizin, hürriyetimizin olmadıkları yerlere gitmesinin habercileri. Şair mazinin yadıyla tatmin olmaktadır. Büyük savaşlarımız, Mohaç, Kosova, Varna ve diğerleri yad edilir. Bütün bunları bir lahzada tahattur eder, ruhu zafere susamış bir milletin adına kendi hisseder ve hissettirir.
Gökte top sesleri var, belli, derinden derine;
Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine.
Çok yakından mı bu sesler, cok uzaklardan mı?
Üsküdar’dan mı? Hisar’dan mı? Kavaklar’dan mı?
Bursa’dan, Konya’dan, İzmir’den, uzaktan uzağa,
Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa;
Şimdi her merhaleden, taa Beyazıd’dan, Van’dan,
Aynı top sesleri birbir geliyor her yandan.
Ne kadar duygulu, engin ve mübarek bu seher!
Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer,
Dinliyor hepsi büyük hatıralar rüzgarını,
Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını.
Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor?
Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor:
Kosva’dan, Niğbolu’dan, Varna’dan, İstanbul’dan..
Anıyor her biri bir vak’ayı heybetle bu an;
Belgrad’dan mı? Budin, Eğri ve Uyvar’dan mı?
Son hudutlarda yücelmiş sıra-dağlardan mı?
Bu son kısım bir marş olarak bestelenmiştir. Zaferlerimizin yaşayan izleridir. Bu kısımda bir büyük hayal poramasıdır. Bütün şiir bir büyük muhayyile harikasıdır. Böyle bir şiirimiz ve şairimiz olmakla mutluyuz.
Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!..
Adalar’dan mı? Tunus’dan mı, Cezayir’den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;
O mübarek gemiler hangi seherden geliyor?
Ulu mabedde karıştım vatanın birliğine.
Çok sükür Tanrıya, gördüm, bu saatlerde yine
Yaşıyanlarla beraber bulunan ervahı.
Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.
Yahya Kemal BEYATLI
***
Neden Cami? Yahya Kemal neden bir milletin bütün varlığını kültür ve tarihini bir caminin bayram sabahında neden tahsisen oradan anlatmış. Romanımızın bir çok ünlüsü meyhane pencerelerinden veya gece kulüplerinin balkonundan bu saf millete bakarlar, kendi acınacak hallerine değil seyrettiklerine acırlar.
Yahya Kemal, Akif, Bediüzzaman, Arif Nihat Asya, Asaf Halet Çelebi hep Caminin ruhaniyeti ve azameti ile görünürler. Yahya Kemal ruhunu kaybetmek üzere olan bir milletin ruh kaynaklarını gösterir Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirinde. Nasıl bir ruh edindik, nasıl Asya ortalarına Avrupaya taştık, Afrika’ya Yemen’e kadar gittik. Neden şimdi başka yerdeyiz? Yahya Kemal o ruhun nasıl kazanıldığının duraklarına kültürün, dini, milli, tarihi, askeri kaynaklarını verir. O ruhun tecessüm ettiği askeri, mimariyi anlatır. Onun anlam hazinesi ironiktir, cam beyazdır demez, beyazı anlatır. Oraya koşun demez, koşanlar bunlar der, dar bir coğrafyaya sıkışmış.
Yüz yıldır kaybetmek ile kazanmak arasında koşan bir siyasi ve kültürel muhitin ülkesinde endişeden başını alıp kaçan veya beceremeyen insanları yine o günlere götürmek ister, ama nasıl? O Necip Fazıl gibi yazdığı, hissettiği için beş buçuk sene hapiste yatmaya müsait olmayan bir ruh ama onun ruhundaki isyan büyük bir kaplama geçirmiş. Geldiği muhit farklı, yapacağı şeyler farklı. Necip Fazıl bir dava adamı, Yahya Kemal ise bir milletin bütün tahassüsünün içinde şekillendiği bir insan. Elbette iki insanın yapacakları farklı ikisi de Süleymaniye kadar derin ruhlu ve derin muhtevalı insanlar. Onları mukayese etmek benim gibi bir garibin hakkı değil ben sadece onların azameti heykelinin karşısında saygı ile başımı kaldırmadan utanır dururum.
Bu milletin çocuklarının ruhunun inşası için bir araya gelme iradesini beceremeyen insanlardan oluşuyoruz. Politize olmuş. Politize olmanın sapık gayeleri ile mutlu ama mutsuz insanlar galerisinde yaşıyoruz. Milleti, çocukları düşünen kim? Seksen kişilik edebiyat bölümü birinci sınıfta Yahya Kemal’in Akıncı şiirini sordum, o şiir Tuna boyunda iki yüz yıl akıncılık yapan kahramanların portresini çiziyor, iki kişi bildi desem yalan olmaz. Uyan ey devlet ve siyaset, ayağın yere değmiyor. Yaldızlı duvarlara çarpan iradeler, millet sizden haberdar, siz milletin ve eğitimin nereye gittiğinden haberiniz yok. Kültür siyaseti yapan yok.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.