Misafir Kalem
Cehennem azabının ebediyyeti ve Bediüzzaman’a yapılan itirazların sathîliği
Prof. Dr. Ahmet Akgündüz'ün yazısı
Cehennem azabının ebediyyeti ve bunun hafifletilemeyeceği konusunda Bediüzzaman’a yapılan itirazların sathîliği
Usulüddin ve Kelâma ait meselelerdeki sathî değerlendirmeler, avam takımına faydadan ziyâde zarar vermektedir. Bunlardan biri de cehennem azabının ebediyyeti ve bunun hafifletilemeyeceği konusunda Bediüzzaman’a yapılan itirazlardır. Konu ile alakalı temel kaynakları ve farklı görüşleri bilmeden ve sadece Bediüzzaman Said Nursi’nin hatasını bulmak ve sonra da bunu “Bediüzzaman’ın eserlerindeki Ehl-i Sünnete muhâlif bir görüş ve nazarlık diye takdim eylemek” pek iyi niyetle bağdaşmamaktadır. Bu sebeple biz konuyu, evvela Kelâm otoritelerinin diliyle konuyla alakalı farklı yaklaşımları özetledik; sonra Bediüzzaman’ın adalet-i ilahiye, hikmet-i ilahiye ve rahmet-i ilahiye nokta-i nazarından cehennemin ebediyyetini açıkladık; Bediüzzaman’ın işâret eylediği hadislerden bazılarını naklettik ve nihayet İslam âlimlerini bazı tesbitlerini aktardık.
1-CEHENNEMİN EBEDİYYETİ KONUSUNDA KELAM KİTAPLARINDAKİ GÖRÜŞLER
“İslâm kaynaklarında cehennemde ebedî kalmak ile ilgili olarak ileri sürülen görüşleri dört noktada toplamak mümkündür.
1. Cehenneme giren kişi hiçbir şekilde oradan çıkamayıp sonsuz olarak azap görür. Hâricîler’e ve Mu‘tezile’ye ait olan bu görüş, günahları sebebiyle bir süre için cehenneme girecek müminleri de kapsadığından, Ehl-i sünnet’in tamamı ile bir kısım Şiî âlimleri tarafından reddedilmiş, bu anlayışa bağlı olarak İslâm tarihi boyunca evlenme, boşanma, cenaze namazının kılınması, miras taksimi gibi kişilerin dinî statüleriyle ilgili uygulamalarda da dikkate alınmamıştır.
2. Cehennemlikler ebediyen orada kalırlar, fakat bir müddet azap gördükten sonra bir nevi bağışıklık kazanarak elem duymayacak hale gelirler. Cehennemliklerin bir süre azap gördükten sonra bağışıklık kazanacağı şeklinde özetlenen telakkinin sahibi, kaynakların çoğunda Muhyiddin İbnü’l-Arabî olarak gösteriliyorsa da benzer bir yorumun hicrî II. yüzyılın sonlarında vefat etmiş bulunan Hişâm b. Hakem’de mevcut olduğu nakledilir (Pezdevî, s. 166-167). Ayrıca Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf ile Bittîhıyye’nin de buna yakın bir kanaat taşıdığı belirtilir (Eş‘arî, s. 474-475, 543). Aslında el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye’de azabın ebediyetiyle ilgili açıklamalar incelendiğinde (bk. III, 96-99; IV, 173-175, 402-403; V, 84-85; VIII, 57-59; IX, 421-422) İbnü’l-Arabî’nin bu konuda mütereddit olduğu görülür. İbnü’l-Arabî, nasların cehennem ile sakinlerinin ebediyetini kesin bir ifade ile belirttiğine kani olmakla birlikte ilâhî rahmetin gazabını aşkın olması ve bazı âyetlerin delâleti sebebiyle azabın devamlı olmayacağı, bir anlamda araya bazı dinlenme dönemlerinin gireceği şeklinde bir yorum getirmek istemiştir.
3. Müminler çıktıktan sonra kâfirlerin azabı uzun zaman devam ederse de ebedî değildir, bir gün sona erecektir.
4. Müminler çıkar, kâfirlerin azabı sonsuza kadar sürer. Ehl-i Sünnetin çoğunluğu bu görüştedir. Abdülkāhir el-Bağdâdî ile birlikte (Uṣûlü’d-dîn, s. 238) genellikle kelâm kitapları ve konu ile ilgili diğer eserlerin çoğu, bütün Ehl-i sünnet bilginlerinin ve ümmetin geçmiş hayırlılarının cehennem azabının ebediyetini benimsediklerini kaydederlerse de bu isabetli değildir. Çünkü bilindiği kadarıyla, içlerinde Hz. Ömer, Ali ve İbn Abbas’ın da bulunduğu sekiz kadar sahâbî ile tâbiîn ve onları takip eden nesillerden önemli bazı âlimlerle İbn Teymiyye ve onun yolunu benimseyenlerden oluşan bir grup âlim, cehennem azabının bir gün sona ereceğini kabul etmişlerdir.”[1]
Kâfirlerin ebedî cehennemde kalacaklarına ait iki önemli âyeti burada nakletmekte fayda vardır:
“İnkâr edenlere de cehennem ateşi vardır. Öldürülmezler ki ölsünler, cehennem azabı da onlara biraz olsun hafifletilmez. İşte biz, küfürde ileri giden her nankörü böyle cezalandırırız.”[2]
“Ateşte bulunanlar cehennem bekçilerine: Rabbinize dua edin, bizden, bir gün olsun azabı hafifletsin! diyecekler. (49) (Bekçiler:) Size peygamberleriniz açık açık deliller getirmediler mi? derler. Onlar da: Getirdiler, cevabını verirler. (Bekçiler ise): O halde kendiniz yalvarın, derler. Halbuki kafirlerin yalvarması boşunadır. (50)”[3]
2.BEDİÜZZAMAN’IN BU GÖRÜŞLER ARASINDAN TERCİH ETTİĞİ GÖRÜŞÜ
Bediüzzaman, bu konuda meseleyi farklı noktalardan tahlil etmektedir. Bir kısım insanların iddialarının aksine, Kur’an ve Sünnetin açık hükümlerine yahut Ehl-i Sünnetin ittifakta bulundukları hususlara ait muhalif bir görüşü de yoktur. Şöyle ki:
Bediüzzaman evvela İşârât’ül-İ‛câz tefsirinde kâfirlerin işledikleri küfür ma‛siyetinin kısa bir zamanda işlendiğini; ama ebedî ve sonsuz bir cehennem azabı cezalandırıldığını hem adalet-i İlahiye, hem hikmet-i ezeliye ve hem de merhamet-i İlahiye açısından değerlendirir ve sorulan sorulara makul cevaplar verir. Bu cevaplarında Kur’an naslarına yahut Ehl-i Sünnetin ittifak ettikleri görüşlere muhalefet sözkonusu değildir.
2.1 Bediüzzaman’a Göre Kâfirlerin Ebedî Cehennemde Kalmaları Adâlete uygundur
“O kâfirin cezası ebedî olduğu teslim edildiği takdirde, kısa bir zamanda işlenen o masiyet-i küfriyenin, sonsuz bir cinayet olduğu altı cihetle sabittir:
Birincisi: Küfür üzerine ölen bir kâfir, ebedî bir ömür ile yaşayacak olursa, o sonsuz ömrünü her hal ü kârda küfür ile geçireceği şübhesizdir. Çünki kâfirin cevher-i ruhu bozulmuştur. Bu itibarla o bozulmuş olan kalbin sonsuz bir cinayete istidadı vardır. Binaenaleyh ebedî cezası, adalete muhalif değildir.
İkincisi: O kâfirin masiyeti; sınırlı bir zamanda ise de, sınırsız olan umum kâinatın vahdaniyete olan şehadetlerine karşı işlenen sınırsız bir cinayettir.
Üçüncüsü: Küfür, sınırsız nimetlere karşı bir nankörlük olduğundan, gayr-ı mütenahî bir cinayettir.
Dördüncüsü: Küfür, gayr-ı mütenahî olan zât ve sıfât-ı İlahiyeye cinayettir.
Beşincisi: İnsanın vicdanı, zahiren sınırlı ise de, bâtınen ebede bakıyor ve ebedi istiyor. Bu itibarla, sınırsız hükmünde olan o vicdan, küfür ile mülevves olarak mahvolur gider.
Altıncısı: Zıd zıddına karşı olsa da, çok hususlarda bir olur. Birine benzerlik olabilir. Buna göre iman ebedî lezzetleri meyve verdiği gibi, küfür de ebedî elem ve azabı âhirette netice vermesi şanındandır.
Bu altı cihetten çıkan netice ve gayr-ı mütenahî olan bir ceza, gayr-ı mütenahî bir cinayete karşı ayn-ı adalettir.”[4]
Ayrıca Bediüzzaman Hazretleri Yeni Said döneminde telif ettiği bir eserinde çok güzel misallerle açıklamaktadır:
“Cehennem'in vücudu ve şiddetli azabı, hadsiz rahmete ve hakikî adalete ve israfsız, mizanlı hikmete zıddiyeti yoktur. Belki rahmet ve adalet ve hikmet, onun vücudunu isterler. Çünki nasıl bin masumların hukukunu çiğneyen bir zalimi cezalandırmak ve yüz mazlum hayvanları parçalayan bir canavarı öldürmek, adalet içinde mazlumlara bin rahmettir. Ve o zalimi afvetmek ve canavarı serbest bırakmak, bir tek yolsuz merhamete mukabil yüzer bîçarelere yüzer merhametsizliktir. Aynen öyle de; Cehennem hapsine girenlerden olan kâfir-i mutlak, küfrüyle hem esma-i İlahiyenin hukukuna inkâr ile tecavüz, hem o esmaya şehadet eden mevcudatın şehadetlerini tekzib ile hukuklarına tecavüz ve mahlukatın o esmaya karşı tesbihkârane yüksek vazifelerini inkâr etmekle hukuklarına tecavüz ve kâinatın gaye-i hilkati ve bir sebeb-i vücudu ve bekası olan tezahür-ü rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyetlerle mukabelelerini ve âyinedarlıklarını tekzib ile hukukuna bir nevi tecavüz ettiği haysiyetiyle öyle azîm bir cinayet, bir zulümdür ki afva kabiliyeti kalmaz. اِنَّ اللّهَ لاَ يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِهِ âyetinin tehdidine müstehak olur. Onu Cehennem'e atmamak, bir yersiz merhamete mukabil, hukuklarına taarruz edilen hadsiz davacılara hadsiz merhametsizlikler olur. İşte o davacılar Cehennem'in vücudunu istedikleri gibi, izzet-i celal ve azamet-i kemal dahi kat'î isterler.
Evet nasıl bir serseri âsi ve raiyete tecavüz eden bir adam, oranın izzetli hâkimine dese: "Beni hapse atamazsın ve yapamazsın." diye izzetine dokunsa, elbette o şehirde hapis olmasa da o edebsiz için bir hapis yapacak, onu içine atacak. Aynen öyle de; kâfir-i mutlak, küfrüyle izzet-i celaline şiddetle dokunuyor. Ve azamet-i kudretine inkâr ile dokunduruyor. Ve kemal-i rububiyetine tecavüzüyle ilişiyor. Elbette Cehennem'in pek çok vazifeler için pek çok esbab-ı mûcibesi ve vücudunun hikmetleri olmasa da, öyle kâfirler için bir Cehennem'i halketmek ve onları içine atmak, o izzet ve celalin şe'nidir.
Hem mahiyet-i küfür dahi Cehennem'i bildirir. Evet nasılki imanın mahiyeti eğer tecessüm etse, lezzetleriyle bir cennet-i hususiye şekline girebilir ve Cennet'ten bu noktadan gizli haber verir. Aynen öyle de: Risale-i Nur'da delilleriyle isbat ve baştaki mes'elelerde dahi işaret edilmiş ki; küfrün ve bilhâssa küfr-ü mutlakın ve nifakın ve irtidadın öyle karanlıklı ve dehşetli elemleri ve manevî azabları var.. eğer tecessüm etse, o mürted adama bir hususî cehennem olur. Ve büyük Cehennem'den bu cihette gizli haber verir. Ve bu fidanlık dünya mezraasındaki hakikatcikler âhirette sünbüller vermesi noktasından, bu zehirli çekirdek, o zakkum ağacına işaret eder. "Ben onun bir mâyesiyim." der. "Ve beni kalbinde taşıyan bedbaht için o zakkum ağacının bir hususî nümunesi, benim meyvem olur."
Madem küfür hadsiz hukuka bir tecavüzdür, elbette hadsiz bir cinayettir. Öyle ise hadsiz bir azaba müstehak eder. Madem bir dakika katl, onbeş sene cezada (sekiz milyona yakın dakikada) hapis azabını çekmesini adalet-i beşeriye kabul edip maslahata ve hukuk-u âmmeye muvafık görür. Elbette bir küfür bin katl kadar olması cihetiyle, bir dakika küfr-ü mutlak, sekiz milyara yakın dakikalarda azab çekmesi, o kanun-u adalete muvafık geliyor. Bir sene ömrünü o küfürde geçiren, iki trilyon sekizyüzseksen milyara yakın dakikada azaba müstehak ve خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا sırrına mazhar olur. Her ne ise...[5]
2.2 Bediüzzaman’a Göre Kâfirlerin Ebedî Cehennemde Kalmaları Hikmet-i Ezeliyyeye de uygundur
Bediüzzaman’a Göre Kâfirlerin Ebedî Cehennemde Kalmaları Hikmet-i Ezeliyyeye de uygundur ve azabları netice veren şerlerden Hikmet-i Ezeliyye müstağnidir. Bu soruya verdiği cevap manidardır; şöyle ki:
Evvela bütün Kelâm âlimlerinin kabul ettiği bir düsturu hatırlatalım:
“Hayr-ı kesîr (çok hayır) için, şerr-i kalil (az bir şer) kabul edilir. Eğer şerr-i kalil olmamak için, hayr-ı kesîri intac eden bir şer terkedilse; o vakit şerr-i kesîr irtikâb edilmiş olur. Meselâ: Cihada asker sevketmekte elbette bazı cüz'î ve maddî ve bedenî zarar ve şer olur. Fakat o cihadda hayr-ı kesîr var ki, İslâm küffarın istilasından kurtulur. Eğer o şerr-i kalil için cihad terkedilse, o vakit hayr-ı kesîr gittikten sonra şerr-i kesîr gelir. O ayn-ı zulümdür. Hem meselâ: Gangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir; halbuki zahiren bir şerdir. Parmak kesilmezse, el kesilir; şerr-i kesîr olur.”[6]
“Buna göre nisbî hakikatların sâbit olduğunu göstermek,[7] hikmet-i ezeliyenin gereğidir. (Nisbî hakikat, mesela, sağ-sol, uzun-kısa ve soğuk sıcak gibi bir başka şeye göre hakikat kabul edilen şeyler) Bu gibi nisbî hakikatların ortaya çıkması, ancak şerrin vücuduyla olur. Şerden, haddi tecavüz etmemek için, korkutmak ve ürkütmek lâzımdır. Korkutmanın vicdan üzerine tesiri, korkutmayı tasdik etmekle olur. Korkutmanın tasdiki ise, haricî bir azabın vücuduna bağlıdır. Zira vicdan, akıl ve vehim gibi, haricî ve ebedî hakikat hükmüne geçmiş bir azabdan yapılan korkutmakla etkili olur. Öyle ise dünyada olduğu gibi âhirette de, ateşin vücudundan yapılan korkutma ayn-ı hikmettir.”[8]
2.3 Bediüzzaman’ın Kâfirlerin Ebedî Cehennemde Kalmalarını Rahmet-i Ezeliyyeye Göre Yorumlaması
Bediüzzaman Hazretleri, Kur’an naslarının ifade ettiği kâfirlerin ebedî cehennemde kalacaklarını ve asla azaplarının hafifleştirilmeyeceğini delillerle açıkladıktan sonra “Pekâlâ o ebedî ceza hikmete muvafıktır, kabul ettik. Amma merhamet ve şefkat-i İlahiyeye ne diyorsun?” sorusunu şöyle cevaplandırmaktadır:
C- Azizim! O kâfir hakkında iki ihtimal var. O kâfir, ya ademe (yokluğa) gidecektir veya daimî bir azab içinde mevcud kalacaktır. Vücudun velev Cehennem'de olsun, ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu gibi, bütün musibet ve masiyetlerin de merciidir. Vücud ise velev Cehennem de olsa, hayr-ı mahzdır. Bununla beraber, kâfirin meskeni Cehennem'dir ve ebedî olarak orada kalacaktır.
Aynı şekilde ruhun yaratılışındaki bir özelliktendir ki, cânî bilse ki, verilen ceza ve azab cinâyet ve isyânının bedelidir; cinâyetin hacilliğini yüklenmekle biraz hafiflemesine razı olur ve der ki: “Bu ceza hakdır ve ben buna müstahakkım der. Belki adalete muhabbeti sebebiyle manen bu cezayı çekmekten lezzet alır. Dünyada nice namuslu insanlar vardır ki, cinâyetin hacilliğini yüklenmekle biraz hafiflemesine sebep olması için cinayetinin cezasını uygulanmasını arzu eder?”
Bu paragrafta Bediüzzaman’ın söylediği hakikat, bu dünyadan bir misâldir; yoksa bazılarının anladığı gibi cehennemde ebedî kalacak kâfirler için değildir.
Bedîüzzaman, asla cehennemde ebedî kalacak kâfirlerin (Kur’an’ın nassına muhâlif olarak) azaplarının tahfif edileceğini söylememiş; belki bazı hadislerin işâretini nazara alarak, rahmet-i ilahiye açısından, bazı büyük zatların da eskiden ifade ettikleri bir ümidini anlatmıştır.
“Fakat kâfir, kendi ameliyle bu duruma hak kazanmış ise de, amelinin cezasını çektikten sonra, ateş ile bir nevi' ülfet peyda eder ve evvelki şiddetlerden âzade olur. O kâfirlerin dünyada yaptıkları a'mal-i hayriyelerine mükâfaten, şu merhamet-i İlahiyeye mazhar olduklarına dair işarat-ı hadîsiye vardır.”[9]
2.3.1 Konuyla İlgili İki Rivâyet
Şimdi evvela bu konudaki rivâyetleri ve bunların işâretlerini nakledelim:
BİRİNCİ RİVÂYET: Kaynaklarımızın verdiği bilgiye göre, Allah Rasûlü’nün süt annelerinden biri de tâlihli hâtun Süveybe’dir. Bu hanım, Rasûlullâh’ın düşmanı olan Ebû Leheb’in câriyesi idi.
Süveybe Hâtun, Ebû Leheb’e yeğeninin doğum müjdesini haber verince, Ebû Leheb, sırf kavmî asabiyetten dolayı bu câriyeyi âzâd etti. (Halebî, I, 138) Bu ırkî asabiyetten meydana gelen sevinç bile, Ebû Leheb’in Pazartesi geceleri azâbını hafifletmeye yetti.
Abbâs -radıyallâhu anh- şunları anlatır: Kardeşim Ebû Leheb’i ölümünden bir sene sonra rüyamda gördüm. Kötü bir hâlde idi: “Sana nasıl muâmele edildi?” diye sordum. Ebû Leheb: “Muhammed’in doğumuna sevinerek Süveybe’yi âzâd ettiğim için Pazartesi günleri azâbım biraz hafifletilmektedir. O gün baş parmağımla işâret parmağım arasındaki küçük bir delikten çıkan su ile serinlemekteyim.” cevâbını verdi.[10]
İKİNCİ RİVÂYET: Bir diğer rivâyette ise, bir köpeği sulayan kişinin veya günahkâr kadının cennete konulduğunu ve bu hareketi dolayısıyla Allah’ın affını kazandığını bildirmektedir. Demektir ki, Allah’ın yaratıklarına yapılacak iyilikler, bir takım günahlara keffâret olmaktadır.
Bu hadislerin Mürsel hadis olması ve rü‛ya ile ameli gerektirmesi konusunda ciddi itirazlar gelmiştir. Bazı âlimler ise, bunun sünnetle sâbit olan hakikat olduğunu ifade etmişlerdir.
ÜÇÜNCÜ RİVÂYET: Ebû Tâlib’in vaziyeti ile alakalı rivâyettir. Tevbe Sûresinin 113. âyet-i kerimesinin Ebû Talib’in îmanı hakkında nâzil olduğu bildirilmektedir. Başta İmam-ı Buharî olmak üzere pekçok muhaddisin rivayetlerinde ve tefsirlerde yer aldığına göre olay şöyle cereyan etmiştir:
Müseyyeb bin Hazn rivayet ediyor. Ebû Talib’e ölüm alâmetleri geldiği sırada ona Resulullah geldi. Ve amcasının yanında Ebû Cehil bin Hişam ile Abdullah bin Ebî Ümeyye’yi buldu. Resulullah (a.s.m.) Ebû Tâlib’e, “Ey amca! ‘Lâ ilâhe illallah’ de. Allah katında kendisiyle sana şehadet ve şefaat edeyim. Bu mübarek kelimeyi söyle.” buyurdu.
Ebû Cehil ve Abdullah bin Ebî ümeyye: “Ey Ebû Tâlib! Abdülmuttalib milletinden yüz mü çevireceksin?” diye onu vazgeçirdiler.
Resul-i Ekrem (a.s.m.) amcasına Kelime-i Tevhidi arza devam ediyordu. Bu ikisi de mütemâdiyen o sözlerini tekrar ediyorlardı. Nihayet Ebû Talib bunlara söylediği son söz olarak:
“O, yâni ben, Abdülmuttalib milleti üzeredir.” dedi ve Lâ ilâhe illallah demekten çekindi.
Resulullah (a.s.m.): “İyi bil, amcacığım! Yemin ederim ki ben, hakkında mağfiret dilemekten nehyolunmadıkça her halde Allah Teâlâ'dan senin için af ve mağfiret dilerim.” dedi.
Bunun üzerine Cenab-ı Hak şu meâldeki âyet-i kerimeyi indirdi: “Akraba bile olsalar, onların Cehennemlik oldukları ortaya çıktıktan sonra müşrikler hakkında Allah’tan af dilemek, ne Peygambere ne de îman edenlere uygun düşmez.”[11]
Peygamberimiz (asm)'in amcası Hz. Abbas sorar: “Yâ Resûlüllah! Gerçekten Ebû Talib sizi korur ve yardım ederdi. Acaba bu ona bir fayda verdi mi?” Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurdular: “Evet, verdi. Ben onu cehennemin derin dalgaları içinde buldum da kendisini sığ bir yere çıkardım.”[12]
Bu hususta gerek tefsir ve hadis âlimleri, gerekse fıkıh ve kelâm âlimlerinin ve Ehl-i Sünnetin dışında bulunan âlimlerin farklı izahları bulunmaktadır.
Bedîüzzaman bütün bunları şöyle özetliyor:
“Sekizinci Nükte: Diyorsunuz ki: Amcası Ebu Talib'in imanı hakkında esahh nedir?
Elcevab: Ehl-i Teşeyyu', imanına kail; Ehl-i Sünnet'in ekserisi, imanına kail değiller. Fakat benim kalbime gelen budur ki: Ebu Talib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın risaletini değil; şahsını, zâtını gayet ciddî severdi. Onun o gayet ciddî o şahsî şefkati ve muhabbeti, elbette zayie gitmeyecektir. Evet ciddî bir surette Cenab-ı Hakk'ın Habib-i Ekrem'ini sevmiş ve himaye etmiş ve tarafdarlık göstermiş olan Ebu Talib'in; inkâra ve inada değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen, makbul bir iman getirmemesi üzerine Cehennem'e gitse de; yine Cehennem içinde bir nevi hususî Cennet'i, onun hasenatına mükâfaten halkedebilir. Kışta bazı yerde baharı halkettiği ve zindanda -uyku vasıtasıyla- bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî Cehennem'i, hususî bir nevi Cennet'e çevirebilir...”[13]
2.3.2 Büyük İslam Âlimlerine ait Bazı İzahlar
A) İbn-i Hacer Askalanî şu izahları yapmaktadır:
“İmam Beyhakî diyor ki, kâfirlerin hayırlı amellerinin batıl olacağı manasını ifade eden nassların manası şöyledir: Yani kâfirler aslâ cehennemden kurtulamayacaklar ve Cennete de giremeyeceklerdir. Ancak yaptıkları hayırlı işler sebebiyle, küfür dışında işledikleri suç ve masiyetlerin azaplarının tahfif edilmesi câizdir.
Aksini söyleyen âlimler bulunsa da, İmam Beyhakî’nin söyledikleri de ihtimal hârici değildir. Zira cehennemde ebedî kalma meselesiyle alakalı nasslar, tamamen küfür ma’siyeti sebebiyledir. Küfrün dışındaki günahların azaplarının hafifletilmesine mani‛ yoktur.”[14]
B) Sadreddin Konevî de Beydâvî Tefsirine yazdığı haşiyede “(6) Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. (7) Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür. / (8)” âyetleriyle alakalı şu izahları getirmektedir:
“Umulur ki, kâfirin hasenesi ve büyük günahlardan kaçınanların seyyi’eleri Allah’ın rahmeti açısından âhiretteki sevab ve azâba etkili olurlar” (İmam Beydâvî’nin tefsîrı)
İmam Beydâvî’nin bu izahını esas alan Sadreddin Konevi Hazretleri, Üstadı olan Muhyiddin-i Arabî’nin yolundan giderek, (Cehennemlikler ebediyen orada kalırlar, fakat bir müddet azap gördükten sonra bir nevi bağışıklık kazanarak elem duymayacak hale gelirler.) şeklindeki fikrini iki büyük sayfa halinde açıklamaktadır.[15]
Netice
Bediüzzaman Hazretlerinin aslâ Ehl-i Sünnet akaidinden taviz vermediğini; ancak İşârât‛ül-İ‛câz’da kâfirlerin ebedî cennette kalmalarına rağmen azaplarının hafifletileceğini söylediğini ve bunun da Ehl-i Sünnet ve Kur’an naslarına muhâlif olduğunu söyleme cesaretini gösterenler olmuştur.
Bu yorum tamamen asılsızdır:
- Öncelikle unutmamak gerektir ki, bu mes’ele müttefekun aleyh değildir. Ayetleri herkes kabul etmektedir; ancak te’villerde farklı görüşler vardır. Her farklı görüşü olanı, Kur’an’a ve Ehl-i Sünnet’e açıktan muhâlefetle suçlamak İslam akaidini bilmemek demektir.
- Bedîüzzaman adalet ve hikmet cihetiyle ebedî cehennem azabının varlığını aklî delillerle isbat etmiştir. Eserleri ortadadır.
- Bedîüzzaman, asla cehennemde ebedî kalacak kâfirlerin (Kur’an’ın nassına muhâlif olarak) azaplarının tahfif edileceğini söylememiş; belki bazı hadislerin işâretini nazara alarak, rahmet-i ilahiye açısından, bazı büyük zatların da eskiden ifade ettikleri bir ümidini anlatmıştır. “Fakat kâfir, kendi ameliyle bu duruma hak kazanmış ise de, amelinin cezasını çektikten sonra, ateş ile bir nevi' ülfet peyda eder ve evvelki şiddetlerden âzade olur. O kâfirlerin dünyada yaptıkları a'mal-i hayriyelerine mükâfaten, şu merhamet-i İlahiyeye mazhar olduklarına dair işarat-ı hadîsiye vardır.”
- Nitekim başta İmam Beyhaki olmak üzere büyük âlimler de, “kâfirlerin hayırlı amellerinin batıl olacağı manasını ifade eden nassların manası şöyledir: Yani kâfirler aslâ cehennemden kurtulamayacaklar ve Cennete de giremeyeceklerdir. Ancak yaptıkları hayırlı işler sebebiyle, küfür dışında işledikleri suç ve masiyetlerin azaplarının tahfif edilmesi câizdir. Bedîüzzaman bunu da söylememektedir.
- “Cânî bilse ki, verilen ceza ve azab cinâyet ve isyânının bedelidir; cinâyetin hacilliğini yüklenmekle biraz hafiflemesine razı olur ve der ki: “Bu ceza hakdır ve ben buna müstahakkım der. Belki adalete muhabbeti sebebiyle manen bu cezayı çekmekten lezzet alır.” Cümlesi tamamen dünyadaki suç ve ceza ile alakalıdır. Maalesef, İşârât’ül-İ‛câz’ın Türkçe neşrinde paragraflarda te’hir ve takdim vardır. Yanlış anlaşılmalara sebep olabilir. Hemen düzeltilmesi gerekir.
- "Bu dürûs-u Kur'aniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri -ulûm-u imaniye cihetinde- yalnız yazılan şu Sözler'in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünki çok emarelerle anlamışız ki: Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz.” cümlesini unutmamak gerektir.[16]
[1] Bekir Topaloğlu, Cehennem Maddesi, TDV İslâm Ansiklopedisi, 1993 İstanbul, c. 7. Sh. 227-233; Said Abdullatif Fude, Eş-Şerh’ul-Kebîr alâ El-Akîdet’it-Tahâviyye, Dâr’us-Sâlih Kahire, 2016, c. II, sh. 965 vd.
[2] Fâtır Sûresi, 36.
[3] Gâfir Sûresi, 49-50.
[4] İşarat-ül İ'caz (80-81).
[5] Şualar (230-231).
[6] Mektubat ( 43 )
[7] “Hakaik-i nisbiye denilen şeyler, kâinatın eczası arasında bulunan rabıtalardır. Ve kâinattaki nizam, ancak hakaik-i nisbiyeden doğmuştur. Ve hakaik-i nisbiyeden kâinatın enva'ına bir vücud-u vâhid in'ikas etmiştir. Hakaik-i nisbiye, büyük bir ölçüde hakaik-i hakikiyeden çoktur. Hattâ bir zâtın hakaik-i hakikiyesi yedi ise, hakaik-i nisbiyesi yediyüzdür. Binaenaleyh kubh ve şerde şer varsa da kalildir. Malûmdur ki, şerr-i kalil için hayr-ı kesîr terkedilmez. Terkedilirse, şerr-i kesîr olur. Zekat ve cihadda olduğu gibi. Evet اِنَّمَا تُعْرَفُ اْلاَشْيَاءُ بِاَضْدَادِهَا meşhur kaziyeden maksad, bir şeyin zıddı, o şeyin hakaik-i nisbiyesinin vücud veya zuhuruna sebebdir. Meselâ: Kubh olmasaydı ve hüsünlerin arasına girmeseydi, hüsnün gayr-ı mütenahî olan mertebeleri tezahür etmezdi.” İşarat-ül İ'caz ( 27 )
[8] İşarat-ül İ'caz (80-81).
[9] İşarat-ül İ'caz (80-81).
[10] Buhari, Sahih; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, Kâhire 1993, II, 277; İbn-i Sa’d, I, 108, 125.
[11] Tevbe Sûresi, 113; Hadis için: Buhari, Menâkıb-ı Ensar: 40; Tefsir-i Sûre 9; Neşet, Cenâiz: 2; Müsned, 5:438; Tefsîr-i İbni Kesir,2:393; Tefsir-i Kurtııbî, 8:272.
[12] Müslim, İman: 358.
[13] Mektubat ( 387 )
[14] محاسبة الكفار (alukah.net).
[15] Hâşiyet’ül-Konevî, Dâr’ül-Kütüb’il-İlmiyye, Beyrut, 2001, c. 20, sh. 395-397.
[16] Mektubat ( 426 )
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.